
VE iki güneş doğdu o sabah, kargacık burgacık şehir silüetinin arasında inci gibi parlayan eski ahşap beyaz konağın kapısından o içeri girdiğinde…
***
Sabah işlerimi henüz bitirmiştim. Atölyenin kapısı gıcırtı ile aralandı. Ustam, bu saatlerde aşağı inerdi. Hızla kapıya ilerledim, atölyenin serin sakin loşluğuna açılan kapıda önce nurdan bir güneş seli doğdu içeri. O selin arkasında bir ince silüet, sanki göklerden yere inmiş bir melekti gelen. Kalbimin o soğuk kış ayazında iki tabutla sıkı sıkıya kapanan kapıları açıldı bu nur seliyle...
Durdu kalbim bir an, dünya durdu kalbimle birlikte. “Selam” dedi, bülbül gibi şakıyan sesiyle o beklenmedik ışık. Soğuk serin sularda vurgun yemiş bir dalgıcın yüzeye fırlaması gibi kalbim yerinden söküldü sanki. Işık o muydu, yoksa ışık mı onu ulvileştirdi bilmiyorum.
İçeri sekerek giren bir ceylandı, “Büyükbabama gelmiştim” dedi. Gözlerinin içinden baharlar açıyor, içimin kurak topraklarına aksediyordu. Donmuş kalmıştım, halbuki yeni uyanmıştı içim hayata…
Sonrası mı? Öyle işte, tarifsiz bir kalakalmışlık bende. Ustam indi aşağıya, hemen arkasından değerli eşi, başörtüsü kadar beyaz yüzüyle tebessüm ederek. Orada bir tufan yaşandı. Sevgi, hasret, acı, hüzün, şükür, tevekkül hepsi bir aradaydı. Sarıldı, ağlaştı, koklaştılar bir müddet. Sonra sükûna erdi kalplerimiz ve atölye. Diz dize mırıltılı konuşmalar arada ufak gülücükler sonra iç çekmelerle geçti bir vakit. O ustamın dilinden düşürmediği ve hep bir adım ötede, bir an sonra gelecekmiş gibi hayatında olan ama hayatta olmayan Tahsin’in biricik kızı Meryem’i imiş. Hiç, yanımda sözünü etmediği… Ustamın eşi torunuyla şefkatli sesiyle konuşup anlatırken anladım ki ustam, oğlunu burada, kendine ve bana anlatıp derdini sağaltırken, yukarıda da ana yüreği daha da acımasın diye muhterem eşine torunu Meryem’i anlatırmış istirahat saatlerinde. Hem refikasının umudunu taze tutmak ve hem de acısını hafifletmek adına.
Onlar birbirine kaynaşmış sarmaş dolaş hasret giderirken, ben bir başka ben oluyordum. Damarımda kanın aktığını, yüreğimin çarptığını, kalbimin umut ve sevgi ile dolup taştığını, bedenimi, ruhumu, duygularımı, tek tek yeniden uyanan kendimi hayretle seyrediyordum. Bin ömür ölçüsünde bir ay geçti o gelişin üzerinden.
Ustam, bu bir aydan önceki geçmişte, her sabah kahvaltı tabağı indirirdi bana ve her akşam o gün pişen yemekten bir kap getirirdi. Meryem’in geldiği günün akşamı ziyafet sofrası kuruldu ustamın evinde. Konuk, Meryem ve bir de bendim. Uzun bir zamandan sonra ilk defa yediğim yemeğin lezzetinin farkında oluyordum. Onlara başka rüyalar gördüren, başka umutlar ihsan eden Rabbim, bana da bambaşka güzellikler bahşediyordu. Nefes almak ne büyük nimetti. Gece ne muazzam bir hikmetti. Her şey sükûna ermişken kendini dinlemek ve onun sakinliğinde dinlenmek… O günden sonra bizim loş ahşap kokulu atölyemiz ışıkla, umutla, sevgiyle dolup taşıyor, ellerimiz işlerken ahşaba duygularımızı da katıyorduk.
Bir zaman sonra akşamları sofralarına konuk oluyordum artık her gün. Tüm gün hasretle çektiğim aile sofralarını. Meryem’in hareli gözleri sihirli bir dünyanın kapısını açıyordu ona her baktığımda. Ve inip uzandığımda yatağıma tüm bu güzel şeyleri lütfeden Rabbime şükürler ediyordum her gece. Meryem’in annesinin ardından dedeciği de göçüp gitmişti bu dünyadan kızının acısına dayanamayarak. Anneannesiyle büyüyen Meryem, meğer yaz tatillerinin gelişiyle evi şenlendiriyor, yaşama bağlıyormuş evlat acısı yemiş bu değerli anne babayı. Üniversiteyi bitirmiş, mezuniyetini müjdelemeye gelmişti büyükbabası ve büyükannesine.
Sevgi elle tutulur, gözle görülür, tadılır, koklanır bir şey mi, bilmiyorum. Ama bu ahşap beyaz evde sevgi adeta can bulmuştu. Kokluyor, tadıyor, görüyordum. Su gibi akıp geçti bu yaz mevsimi. Oysa öncesinde zaman ağır bir yüktü omuzlarımda geçip gitmek bilmeyen. Dördümüz akşamları bir aradayken sanki bir bütündük. Bakarken gözlerine Meryem’in konuşuyorduk dile dökmeden.
Bir akşam üstü ustam ellerini yıkadı, “Bir kahve yapar mısın oğlum, bugün çok yoruldum” dedi. Oysa her sabah olduğu gibi bu sabah da içmişti kahvesini. Hemen koştum ocağın başına, ustamın kahvesini ağır ateşte onun istediği kıvamda pişirdim. O eski sandalyesinde beni bekliyordu, yanına oturmamı işaret etti kahvesini verirken. Diz çöktüm önüne. Saygım ve sevgim sonsuzdu bana hayatı öğreten, beni şekillendiren ustama. İçim titredi, bir kusur mu işlemiştim!? Meryem’e bakarken gözlerimden taşan sevgiyi mi görmüştü ustam? Bol köpüklü kahvesinden okkalı bir yudum içti ve elimi ellerinin arasına alıp “Oğlum biz seni çok sevdik” diye başladı söze. “Biz seni çok sevdik!” Kulaklarım sağır olmuştu kalbimin gümbürtüsünden. Bu sözler gözlerimden, parmak uçlarımdan, yarı aralık ağzımdan doldu tüm varlığıma. “Babaannesi de Meryem’le konuşuyor şimdi oğlum. Biz biliyoruz ki her ikimizin de konuşması aynı mecraya akacak. Gözümüzün nuru Meryem’le aranızda oluşan sevgi bizi bu ahir ömrümüzde umutlandırdı, mutlu etti. Allah da sizi bir ömür mutlu etsin. Bugünden sonra sen benim oğlumsun…” diye bitirdi sözlerini.
Kalan tüm acılarımı içimden söken bu sözler, göz yaşı olup aktı ellerine ustamın. Ve ben yeniden doğdum o gün ustamın ellerinde… (Devam edecek…)