ADAM hızla
merdivenlerden indi. Caddeye çıkar çıkmaz taksiye işaret etti, “Beni
havaalanına yetiştirmeniz gerek, uçağı kaçırmamalıyım!” dedi. Evrak çantasını
da sıkı sıkı kavramıştı. Ama yollar buzlu olduğu için aşırı hızla ilerleyen
araç bariyerlere çarparak durabildi. Yaralıyı sedyeye koyup hastaneye
yetiştirdiler. Gözlerini açtığında, annesi ellerini tutmuş hâlde ağlıyor,
“Oğlum! Bisikletten düşmüş, başını çarpmışsın, çok şükür, Allah seni bize
bağışladı” diyordu…
On
yaşına girmesine bir ay vardı daha, bisikleti neden erken almıştı ki babası? O,
doğum günü hediyesi olacaktı aslında. Sonra kardeşi girdi odaya. Oyuncak
bebeğiyle ve örgülü kumral saçlarıyla ne tatlı duruyordu öyle. Huzur içinde
uykuya daldı çocuk…
Gözlerini
açtığında, yine koltuğunda uyuyakaldığını titreyerek fark etti ihtiyar adam.
Huzur evinin bahçesi karlarla kaplanmıştı o sabah. Yatağına gidip yorgana
sımsıkı sarıldı. Hayatın üşüten bir yanı vardı sanki. Uzun zamandır hiçbir
yakını gelmemişti onu ziyarete. Yakıp kavuran bir boşluktu bu. Titreyen zayıf
dizlerini zorlayarak yüzünü yıkamaya gitti. Aynaya bakınca beyaz saçlar ve çizgilerle
dolu bir yüz karşıladı onu. Can havliyle havlunun sıcaklığına sığınmak istedi
ve yüzünü kurulayıp koşar gibi odasına yöneldi. Ama bir anda ayağı takılıverdi
ve merdivenden birkaç basamak aşağı yuvarlandı…
Bir
an için kendini kaybetti. Gözlerini babasının kucağında açtı. “Korkma annesi,
oğlumuz iyi! Al, emzir ve kucağında uyut onu” diyordu. İçinde sonsuz bir
mutluluk ve güven duygusu vardı. Az sonra annesinin kalp atışlarını dinleyerek
karnını sütle doyurup derin bir uykuya daldı bebek. Annesi kendini suçluyor ve
bağrına bastırıp, “Kapıyı nasıl açık bıraktım öyle? Ya bebeğime bir şey olsaydı?
Allah korudu onu” diyerek usulca ağlıyordu…
Ne
tatlı bir uykuydu ılık sütün ardından gelen. Yüzünde bir gülümsemeyle uyandı
genç adam. Bir gün önce kızı dünyaya gelmişti, ilk kez baba olmuştu, o sabaha
baba olarak açtı gözlerini. Nur damlası gibi minicik ellerini tuttu kızının. İçinde
sonsuzlaştırmak istedi o ânı ve gözlerini yumdu keyifle…
Gözlerini
açtığında elindeki kahve fincanı soğumak üzereydi. Bütün bunlar inanılmazdı.
Önünde bir yığın evrak imzalanmayı bekliyordu ve o, iflas noktasında son
çırpınışlarını yaşayan bir işadamıydı. “Her şey bir kâbus olsa ve uyansam!” diyerek
tekrar kapattı gözlerini...
Biricik
kızı yurtdışında eğitim görüyordu. Karısı da rahat bir hayata alışmıştı. Bütün
bunları nasıl anlatabilirdi onlara? İçine sığmayan o nefesi balkonda
vermeliydi. Kimse görmeden iki damla gözyaşı dökerse sanki bütün çıkmazlarına
yol açacak gibi çıktı kapıdan. Açık hava iyi geldi ve ayakuçlarına düşen
damlalara baktı adam…
Evet,
ayakuçları donuyordu soğuktan. Kapkara lastikten yapılmış iki numara büyük
ayakkabılarının içinde buz tutan ayaklarını unutmak istiyordu delikanlı. “Ben
de bir gün takım elbiseler ve iskarpin ayakkabılar giyeceğim, büyük bir işadamı
olacağım” diye sözler vererek doğruldu yerinden…
Ama
belini doğrultmak o kadar kolay olmadı onun için. Artık gözleri de çok iyi
görmüyordu ihtiyar adamın. Huzur evinde geçirdiği yıllar içinde birkaç aydır
göremediği kızı gözlerinde tütüyordu. Hele torunu… Kim bilir, belki o da
gelecekti. Tam hayâllerin en güzel yerinde kapı açıldı…
Sekreter,
firma sahiplerinin geldiğini haber verdi. Onlarla yapacağı iş anlaşması, belki
de iflasın eşiğinden geri döndürecekti. Kendini toparlayıp yeniden kuruldu
koltuğunda...
Genç
işadamı ilk iş anlaşmasını yapmıştı yıllar önce; karısını ve küçük kızını çok
özel bir yerlere götürmeliydi o akşam. Bu zaferi kutlamalıydılar. Karısının en
sevdiği çiçeklerden kocaman bir buket yaptırıp kapıyı çaldı. Sabırsızlıkla
kapının açılmasını bekliyordu…
Kapıyı
babası açtı o gün. Gözleri kan çanağı gibiydi yaşlı adamın. “Anneni kaybettik
oğul!” dedi sarılarak. Toz duman savruluyordu ruhunun göklerinde. Tarifsiz,
tanımsız duygularla attı son toprağı mezarın üzerine. Kıyametin kopması için
acele ediyordu…
Namaza
geç kalmamalıydı, salâ verilmişti bile. Üç yıl sonra da babasını son kez
taşıyacaktı omzunda…
Son
kez taşıyacaktı belki de dünyanın yükünü. Yıllar hasretle, ümitle geçip gitti.
Bir kez bile kızı ve torunu o kapıdan girmediler…
“Aman
Allah’ım! İşte bahçe kapısından içeri girdiler” diye sevinç çığlıkları attı
çocuk. O tonton yanaklarda, o sıcacık dizlerde, buruş buruş ellerde bir iksir
vardı sanki. Babaannesi ve dedesi köyden ceviz getirmişlerdi yine. Hem tandır
ekmeği de vardı ve o leziz böğürtlen reçeli… O gece köy kokulu dede kucağında
neşeyle uykuya daldı çocuk…
Sabah
hâlsiz ve yorgun açtı gözlerini. Oda arkadaşı sordu: “Bugün neyin var senin böyle?
Benzin sararmış sanki…” Ama bu soruya cevap vermeye bile mecâli yoktu yaşlı
adamın. “Sanki dediğin şey dünyanın ta kendisi!” dedi içinden. Bir anda
kolundaki saate takıldı gözleri. “Bir zaman başladı insanoğlu için, akrep
Âdem’di, Havva yelkovan… Saat yine on ikiyi vurduğunda akrep hakikat olacak,
yelkovan yalan” derken arkadaşı dikkatle onu dinliyordu. Onun son sözlerini…
Sözlerini
böyle tamamladı arkadaşı ertesi yıl. Genç kız hayretler içinde bakarken, “Dedeniz
sizi çok seviyordu evlâdım!” dedi ve sustu. Çünkü konuşamadı.
Konuşsaydı…