Saadet ve şekâvet

Bütün ibadet müddeti boyunca ruh sancağı taşıyor, beden ardında emekliyor. İşin nihayetinde ikisi de tamam oluyor. Ve daha da nefis olanı, ibadet hem dünyayı, hem ahireti süslüyor. Demek ki saadet yolları ibadetten geçiyor.

DOSTLUĞU yakinen hissedilen hacim, bedendir. Bütün hissedişler ve nefes alışlar süresince daha baskın olan ahbabımızsa ruh.

Rengi üzerimizde taşımayız da ışık vurunca yoğunluğumuz nispetince bir renge bürünürüz. Herkesçe aynı görülen bu izlenim, sadece bir yoğunluk olmadığımızı da ispat eder. Artık bu yoğunluğu gözlere transfer eden bir tasvire de aitizdir.

Bir biçim, ölçü, ahenk, doku, hacim ve renk örgüsüdür hava boşluğuna rest çeken fizikî varlığımız. Gelgelelim, onu ruhun hükümranlığından ayırmaya kalkınca herhangi bir eşyadan farkı kalmaz. Çünkü eşyanın da aynı oranla belli mülkiyetleri vardır. Her nesne bir biçimle, renkle veya temas edişle birlikte kanaat oluşturacak bir dokuyla beraberdir. İnsanı bütün el yapımı ve tabiî eşkâlden ayrık düşüren tam da bir ruhla birlikte yol alıyor oluşumuz. Ruh ki, Rabbin sırlı yarattığı aslî varlığımız; O’ndan gelip O’na gidişin akıl yoran delili.

Göze hitap etmeyen her şeyi karanlık, ışıksız, renksiz ve dokusuz zannetme gafletiyle ruhu es geçen insanlık yanılgısı hemen hemen aynı vasat düşünce ikliminin ürünü. Çünkü beden, temas eden acıları hissetme melekesine sahip olsa da aşkı, sevgiyi, özlemi, inancı, öfkeyi, kırgınlığı, utancı ve benzerini tanımlayamaz.

Bütün bu hisler evvelâ ruhta zuhur eder. Ruhun etki alanına girdiği bir vetireden bedenin de sıfır etkiyle ayrılması elbette mümkün değildir. Ruh bir hissedişe ne kadar yoğun meylederse, fizikî tesirleri de o derece ayyuka çıkar. Hani kalbin hissedişler padişahı olduğu zannedilir ya, o bahsi geçen kalp, ruhun kalbidir. Ruhun kalbi acı çekerse, bir zaman sonra bedenin kalbi de etkilenir pek tabiî.

Varlığı bütünden ayrı parçalar olarak tasniflesek de birbirine hayatî damarlar ile bağlandığını ve birbirlerini ölümcül tesirlerle kuşattıkları gerçeğini yadsıyamayız.  

O zaman “saadet” kavramını da bu süzülüşle birlikte sohbet meclisine taşımak gerek. Öyle ki, harekete imkân veren, zamanın ve mekânın içinde sınırlanmış varlığımız olan beden mahlûku ile hep yanı başında duran ama renge, şekle ve hacme bürünüp de izleyicilere sahnelenmeyen ruh mahlûku saadeti de ancak ikisine birden hitap edebilen vaziyetlerde yakalayabilir. O yüzden saadet, dünya ve ahiretteki rahatlığı, huzuru ve arzu edilen hissedişi anlatabilir.

Şekâvet ise aynıyla vaki, iki cihandaki saadetsizliktir.

Esasen, yaratılışın sırları, hissedişlerdeki ölçüyü de aşikâre beyan ediyor. Nasıl ki hem ruha, hem bedene tabiîyiz, tam da bu istikamette her ikisini de tesir alanına alacak anlamlarla saadete erişebiliriz. Beden ve ruhun ortak paydalarını bulduğumuzda, hakikî saadetin hazzına da erişmiş olacağız. Nasıl ki yemek-içmek bedenin mutluluk reçetesiyken ruhu zerre ilgilendirmiyorsa, sevmek ve sevilmek gibi gıdalar da bedene yeterli gelmeyecektir. Fakat madem varlık ruhun hükümdar olduğu ve bedenin de emirber olduğu bir rejimle var, o hâlde ruhun taleplerini daha kıymettar bir seviyede tutarak bedeni de tahrip etmeyecek, hor görmeyecek değerde besleyerek saadeti derdest etmek muhtemel görünüyor.

İbadetler bu dâvâda bütün fikir yollarımın destekçisi. Bir ibadet, zamanı ve mekânı önemsiyor, hem bedeni, hem ruhu eylemin dâhlinde görmek istiyor, harekete bütün uzuvlar iştirak ediyor, aklın ve kalbin de icabetiyle ibadete huşû anlamı ekleniyor.

Bütün ibadet müddeti boyunca ruh sancağı taşıyor, beden ardında emekliyor. İşin nihayetinde ikisi de tamam oluyor. Ve daha da nefis olanı, ibadet hem dünyayı, hem ahireti süslüyor. Demek ki saadet yolları ibadetten geçiyor.

Daha ibadetlerin beden verdiği salahı ve erki saymaya lüzum bile görmedik. Oralara varınca, “Dünya ve ahiret saadetinin yegâne anahtarı ibadettir” desem, beni yalanlayacak aklî bir delil ortaya koymak mümkün olmayacaktır. Fakat ben hemen şekâvet mevzuuna da değinmek istiyorum.

Saadetsizlik, iyi ve doğru kabul edilenlerin tam tezadı, mutsuzluk ve buhran. İşte bu hâl, saadeti tesis eden ruh hükümdarlığının bitişi yani bedenin, nesnenin, eşyanın egemenliği altında tutsak bir ömür heba ediştir. Ruhun hükmettiği varlık ikliminde bedenin de beslendiği tüm eylem ve hissedişler varlığı iki cihan saadetine nail ederken, bedenin hükmettiği bir ömür sürüşte ruhu besleyecek tek bir eylem ve hissediş bulunamaz. Ruhun açlığı fânî âlemde tatminsizliği, yetersizliği, huzursuzluğu getireceği gibi bedeni de işlevsiz ve hasta düşürecek ve tüm bunlara ek, ahiretteki müjdelerin de kaybının müsebbibi olacaktır.