Rüzgârla konuşmak

Sağlık, bir anlamda devamlı bir akıştır. Bir köy çeşmesi, kendisine gelen suyu oluğunu doldurduktan sonra gerisini toprağa verir. Topraktaki canlılar ihtiyacı olanı alır, gerisini bırakır. Su dolana dolana ve eksilmeden –tersine, çoğalarak- yine çeşmeye gelir.

İNSAN kendinden o kadar uzaklaştı ve kendini o kadar unuttu ki ne kadar çok hasta olduğunun farkında olamadı.

Rüzgârla konuşur musunuz? Konuşan birilerine denk geldiniz mi? Peki, toprak renkli serçelere bakarken ne hissedersiniz? Gün içerisindeki meşgûliyetlerimiz, düşüncelerimiz, biraz hayâl, biraz umut, kırgınlıklar, anlık mutluluklar ve dünden avuçlarımıza dökülen başka ne var?

Kelebekler bunca kanat çırpışı, çırpınışı, rüzgârın bazen sert, bazen ılık esişi bile uykumuzu açmadı. Anlayacağınız, bayağı hastayız! Duyamıyor, göremiyor, hissedemiyoruz. Bildiklerimiz, bilmediklerimize perde. Meşgûliyetlerimiz, hemen şu önümüzde sere serpe, ayan beyan açılmış mucizeler âlemini idrak edememekte. “Beden” denen kâinat; akıl, rûh, nefs, beyin, düşünce, yaşam, var olmak, ayrı ayrı sırlar âlemi… Ayrı ayrı bir muhteşem oluş… Bu oluşların her birinin zihnimizde birer kıyameti tutuşturması gerekirdi. Doğuma biraz sevinen, ölüme biraz hüzünlenen idrakimiz daha fazlasına izin vermemekte. Meşgûlüz, hep meşgûlüz.

Şu yaşamın kendisi en büyük şifâdır oluşa. Rüzgâr şifâdır onu karşılayabilene, misafir edebilene. Sabah gözlerini şükre açabilene şifâdır oluş. Yeni güne yeni bir anlayış katabilene gün, şifâdır. Karşılıksız sevebilmek hem şifâ, hem en güzel hazînedir. Konuşmak, yazmak ve okumak şifâdır. Duyguları, hayâlleri, şiirleri yetim kalmış nice kalpler var. Rûha işleyecek birkaç cümle bekler benim rûhum. Hep zaten bilinen, yaşanan, dilden düşmeyen, fayda sağlamayan muhabbetlerden uzakta bir dil bekler rûhum.

***

Kitaplar zaten dost ve olmazsa olmaz… Yolculuklar onlarla güzel. Bazen güzel insanlara denk getiriyor kader. Sanki kutup yıldızı her biri. Birbirlerine bu kadar ihtiyaçları varken birbirlerine o kadar uzaklar ki… Her biri o kadar yoğun ki… O kutup yıldızlarından biri yakınlarımda olsa, en azından haftada birkaç saat konuşabilsem, gönlümde hicran kalmazdı.

Ha şu kelebeğin kanadı, ha çimenlerin kanadı… Ne de nazlı sallanıyorlar, ne de güzeller! Bildiğiniz ne varsa bir köşeye bırakıp öyle dokunun ve ellerinizi ayırmayın! Tâ ki kalbinizden dokunduğunuz şeye doğru, dokunduğunuzdan kalbinize doğru bir akış olmaya başlasın… Orada sakın ha sakın bir sözcük, bir anlam aramayın! Bir seferliğine olsun bir şey bilmeyin ve bırakın, kalbiniz yılların özlemiyle oluşla kucaklaşsın. Yaz sıcağında içiniz üşüsün, kış soğuğunda ısınsın. Daha önce hissetmediğiniz şeylerin içinizde gezindiğini fark edecek ve şaşıracaksınız.

Ne kendinize, ne başkasına hemen anlatmaya çalışın bu yaşadıklarınızı. Önce var olmayı içinize sindirin. Çepeçevre bir mucizeyken mucizeler peşinde koşan benliğiniz bir dengeye gelsin. Yüreğinize renk ve can gelsin. Unuttuğunuz âlemlerden bir şifâ yürüyüp gelsin, tâ bütün geçmişinizi iyileştirsin, geleceğinize su serpsin.

Bir ağaç, bir dağ ve bir çiçek, var olduğu için en büyük şerefe, mucizeye ve hazîneye zaten sahiptir. Zenginliklerin en güzeli, olmaktır. Yüce Yaratıcı, yarattıklarının içinde yer vermiş, daha ne olsun? Hâl böyleyken, bir yaratılmış, sahip olabileceği en değerli şeye zaten sahipse, geriye ne amacı kalır? Paylaşmak! Kendinde olanı, kendi dışında olan ne varsa onunla paylaşmak… Şükretmek, teşekkür etmek ve ömrünün sonuna kadar vermek…

Kâinat ve doğa, kendi dışında olana vermekte. Bu verişlerse kâinata şifâ ve huzur vermekte. Hiç hastalanır mı bu oluşlar, bu paylaşımlar, bu sevgiler, şükredişler? Biz neden hastayız, anladınız mı? Şükrü, birbirimiz için var olmayı unuttuk; kendimizde olanı kendimiz için saklamaya başladığımızdan beri, aslında ne kadar büyük bir zarara uğradığımızın, ne büyük bir kaybın içerisinde olduğumuzun farkında olamadık. Yüce Mevlâ ve yarattığı kâinat, bize her şeyini vermek, bizi iyileştirmek, bizi yükseklere taşımak istiyor, lâkin biz evde değiliz! Bildiklerimize, hırslarımıza, özentilere, teknolojiye tutsağız. Malımız, canımız, evlâdımız çok değerli. Bildiklerimiz çok değerli. Bir küçük sevgi dolu, ilgi ve muhabbet dolu bir bakışı bile çok görüyoruz çevremize. Hep haklıyız. Sebeplerimiz var dünyalar kadar ve bizde olanı paylaşamayız.

***

Öğrendiğimde beni yere çarpan, idrakimi mahveden gerçeklerden biri de nefes olayı idi. Düne, bildiklerimize, hırslarımıza, acılarımıza, mutluluklarımıza, sebeplerimize, olan bitene o kadar kapanmışız ki nefes almayı bile unutmuşuz. Beden büyük bir gayretle nefes çekmeye çalışıyor kendisine ki içeriye giren bu nefes miktarı, bedenimizin ihtiyacı olanın belki de yüzde biri. O kadar cimri, o kadar nankörüz anlayacağınız! Düzenli ve farkında olarak derin derin, burundan nefes alıp ağızdan yine aynı farkındalıkla nefes vermek gerekiyor ki “sıhhat” denen şey gerçekleşsin ve bizim için çalışmaktan başka gayreti olmayıp hiçbir ücret beklemeyen trilyonlarca hücre biraz daha rahat işlev görebilsin. İçimizdeki trilyonlarca hücreye sağlıklı bir hayatı çok görecek kadar cimri olmamız, sizin de içinizi biraz yakmıyor mu? Sadece nefesinizi genişlettiğinizde bile hayatınız baştan aşağı değişiyor.

Bu kadar gururlu ve kibirli olmayalım. Bu kadar çok meşgûl olmayalım Allah aşkına! Kimileriniz bana kızacak ya da “Söylemesi kolay! İşlerimizin hepsi önemli, hangisini erteleyelim, hangi birinden ayrılalım?” diyecek ama şunu söylememe izin verin: En azından bir gün verin kendinize. Bütün işinizi, ailenizi, okulunuzu, hesabınızı bir kenarı bırakın ve gerçekten önemli olanın ne olduğunu tarafsızca düşününün!  

Ölüm her birimize bir adım mesafedeyken, yaratılmış olmakla zaten en büyük hazînelere sahip olmuşken, nelerin peşinden koşup neleri ertelediğimizi, neleri unuttuğumuzu düşünecek ve hissedecek kadar bir zamanı yaşamak için kendimize bir randevu veremiyorsak, devam edelim işlerimize lütfen!

Vatanı için can veren, neden şehit olarak en yüksek makâma ulaşır? Sadece bir tanesini tartışacağım sizlerle: Verebileceği en değerli şeyi, en değerli olana hediye ettiği için… Vermeyi, en değerli olan şeylerimizi en değerli olana karşılıksız şekilde öğrenmedikçe gerçekten yaşamış olmayacağız. Dolayısıyla aslında bir tarafımız hep yaralı kalacak.

Okuyacak, bol bol yazacağız kendimizi, yaşadıklarımızı, unutmamamız gerekenleri, hayatın bizimle paylaştıklarını. Çalışacağız ama yaşamın önüne geçmeyecek şekilde. Bir kâşif olacağız ve ömür boyu öğrenci olacak, yaşamı, yaratılışı, varlık elbisemizi, dinimizi, vatanımızı, beynimizi, kalbimizi, aklımızı, sevgiyi, canlıları, cansızları keşfedeceğiz. Gücümüzü, maddiyatımızı, enerjimizi, bilgimizi, yeri geldiğinde canımızı paylaşacağız. Paylaşmak, kâinatın en sırlı anahtarı! Onu bulabilen, en değerli hazînelere kavuşmuş demektir. Bütün bir kâinat, içindeki sayısız oluşu sana vermek için beklerken, sen sırtını ne diye dönersin ve “Hep bana! Hep bana!” dersin, anlamam!

***

Sağlık nedir, bilir misiniz? Tek başına tıp değil elbette. Sağlık, bir anlamda devamlı bir akıştır. Bir köy çeşmesi, kendisine gelen suyu oluğunu doldurduktan sonra gerisini toprağa verir. Topraktaki canlılar ihtiyacı olanı alır, gerisini bırakır. Su dolana dolana ve eksilmeden –tersine, çoğalarak- yine çeşmeye gelir. Hiçbir unsur geleni kendinde fazla tutmaz, ihtiyacı olandan fazlasına göz dikmez. El eledir kâinatta bütün mahlûkat. Bu ele ele oluştan doğar huzur ve şifâ. Bu oluştan çoğalır sevgi ve nimet.

Tutma kendinde, saklama kendine! Kendinle buluş, kendindeki hazîneleri açığa çıkar! Tüm insanlara, tüm mahlûkata el uzat ve su gibi ak!

Su gibi aziz olun! Rabbimden dileğim şu ki, ömrünüzün geriye kalanı şifâ olsun, huzur olsun…