RÜYALARIN hakikatini
Cenabı Hakk’ın kullarıyla özel bir teması olarak değerlendiren tasavvufî
anlayış, rüya konusu üzerine en çok kafa ve gönül yoran mekteplerden biridir.
Ancak mutasavvıfların hakikatini keşfetmeye çalıştıkları rüyanın “salih, sadık
ve müjdeci” diye tasnif edilen aslî rüyalar olduğunu belirtmekte fayda vardır.
Aslî
rüyaların üstündeki sır perdesini en fazla aralayan Hakk dostlarından biri de
Mevlânâ’dır. Mevlânâ, devasa hacimli Mesnevî ve Divan-ı Kebir adlı eserlerinde,
münasebet düştükçe rüyalara dair günümüz insanının dikkatini pek çekmemiş olan
nadir bilgiler verir. Bu bilgiler, nadir oluşları bir yana, rüyaları yetkin bir
şekilde ayrıştırıp niteleyen engin bir birikim sahibiyle karşı karşıya getirir
bizi.
Mevlânâ,
Mesnevî’de rüyaya dair, rüya
uzmanlarının gözünden kaçan veya kaçmasa bile manası tam anlaşılamayan bir
terkip kullanır: “Elest rüyası”. Elest rüyasının ne olduğunu izah etmeden önce,
“elest” kelimesi üzerinde durmak ve bu kelimeyle neye atıf yapıldığını çözmekte
yarar vardır.
Rıza
üzerine bir sözleşme
Bu
kelime, A’râf Sûresi’nin 172’nci ayetinden iktibastır. Bu ayette Cenab-ı Allah
kullarına şu meşhur ahit sorusunu sorar: “Elestü birabbiküm? (Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?)” Bu sorunun muhatabı ise geçmiş, gelmiş ve gelecek tüm
insanlar olarak kabul edilir. Bu suale cevap olarak bizler de “Belâ şehidnâ (Evet,
şahitlik ederiz)” diyerek kendimizi ezelî bir ahit ile bağlamışızdır. Bu
mecliste bizlerin, Arapçada daha yaygın “evet” anlamına gelen “ne’am” yerine
“bela” demesi çok ilginçtir. Çünkü “bela” kelimesindeki “evet” içinde gizli bir
kesinlik ve rıza vardır. Bu itibarla insanlığın en eski ahdi olan elest
sözleşmesi, aynı zamanda en kadim bir rıza sözleşmesidir.
Bu
durumda cevabımızdan “Evet, Rabbimizsin. Senin Rabbimiz olmandan razıyız ve
buna şahitlik ederiz” anlamı çıkar. Tefsirlerde bu meclistekilerin, zikredilen
cevabı ruh olarak mı, ten olarak mı, mecaz olarak mı, yoksa gerçek olarak mı
verdikleri konusunda görüş ayrılıkları olmakla birlikte, meclisin hakikatine
dair hiçbir kuşku yoktur. O halde bütün insanlığın birleştiği ilk meclis, elest
meclisidir diyebiliriz.
Mevlânâ’nın
söz ettiği elest rüyasının gerisinde bu meclise işaret edilir. Şöyle söylüyor:
“Elest gününde bir rüya gören, Allah’a ibadet yolunda sarhoş olur.” Başka bir
yerde de şunu söyler: “Elest âleminde böyle bir rüya görmeyen, bu dünyada ne
kul olur, ne de mürit.”
Mevlânâ’nın
bu ifadelerine bakıldığında, elest rüyasının temelde tek şeye dayandığı görülür:
İbadet ve kulluk şevki. Mevlânâ’nın bu yoldaki şevki sarhoşlukla nitelemesi, bu
rüyayla gelen haz ve zevkin aşkın (müteal) oluşuyla ilgilidir. Hazret-i Pir,
elest rüyasının verdiği haz ve zevki, âlemdeki haz ve zevklerle karıştırmamamız
için bu sıfatı kullanmıştır. Demek ister ki, “Bu rüyanın verdiği coşkunun
hazzını mevcut bilinç ile idrak etmek mümkün değildir. Bunun için farklı bir
bilince ihtiyaç vardır”. İşte Mevlânâ’nın, varlığını zarurî gördüğü bu farklı
bilinç de sarhoşluk olarak ifade ettiği haldir. Buradan anlaşılıyor ki Mevlânâ,
elest rüyasındaki yüksek coşkuyu, girilip çıkılan bir haz girdabı değil,
girilince asla geri dönülmeyen bir hakikat girdabı olarak görmektedir.
Eşek
ile fil
Mevlânâ,
elest rüyasının mahiyetinin daha iyi anlaşılması için, üslubunun en önemli
özelliklerinden biri olan metaforik yönteme başvurur. O, bu yöntemi anlaşılması
güç olan soyut fikirleri, çok bilinen somut varlıklar üzerinden izah etmek için
kullanır. Bu yöntemden hareket eden Hazret-i Pir, mevcut bilincimizi eşek, onun
yerini alması gereken yeni bilinci de file teşbih ederek, meseleyi her zekânın
algılayacağı bir düzeye getirir. Elest rüyasını sıradan halkın değil, Hakk’a
yaklaşmış erlerin rüyası olarak niteleyen Mevlânâ, metaforda kullandığı fil
figürünü bir rubaisinde şöyle ifade etmektedir: “Rüyama girdiğin geceyi unutmam
ey yar!/ Gündüz şu gönül, gündüz gibi kavgayla dolar./ Rüyada Hindistan’ı görüp
bendini kıran/ Bir file kimin gücü yeter, mümkünü mü var?”
Mevlânâ’nın
bu rubaisinde söz konusu edilen fil, onun bazen ârif, bazen derviş, bazen abdal
ve bazen veli olarak nitelediği Hakk’a yaklaşmış erlerin timsalidir. Aynı
motifi Mesnevi’de de işleyen Hazret-i Pir şöyle der: “Fil gerektir ki, uyuyunca rüyasında Hindistan’ı görsün. Eşek,
hiç Hindistan’ı rüyada görmez. Çünkü Hindistan’dan ayrılmamış, gurbete
düşmemiştir ki…”
Bu
alıntıya dikkat edilirse Mevlânâ, sadece fil ve eşeği değil, Hindistan ve
gurbet kelimelerini de metaforik anlamda kullanmaktadır. Buna göre Hindistan,
asıl vatan olan elest meclisini ve gurbet de oradan koparak geldiğimiz bu âlemi
ifade etmektedir. Gurbet eldeki bir fil, rüyasında Hindistan’a ait olduğunu
görmeden Hindistan’a doğru yola çıkmaz. Ancak bir kez de olsa rüyasında asıl
vatanı olan Hindistan’ı görünce bağlandığı ip ve kazıktan boşanır da önüne
çıkan her engeli aşıp Hindistan’a gider.
Mevlânâ’ya
göre Hakk dostları, asıl vatanlarını rüyada gören fillere benzerler. Onların
asıl vatan özlemi, ait oldukları âlemi rüyada görüp hatırladıktan sonra başlar.
Filin Hindistan yolculuğunun bir rüya şartına bağlanması, Mevlânâ’nın
bahsettiği rüyanın, bizim anladığımız anlamda bir rüyayla münasebetinin
olmadığını gösterir.
Gizli
geçitler
Mevlânâ,
Cenab-ı Hak ile velileri arasında, bazen Cebrail’e bile izin verilmeyen özel
bir aradan bahseder. Bu özel araları ve rüyaları sadece rüya kelimesiyle ifade
etmesi, anlatımın kelimeye bağlı olmasından dolayıdır. Bu durumda o, kendisiyle
temasa geçen sırları zorunlu olarak kelimelere döktüğünü söyler. Ancak
kullandığı kelimenin, aktardığı sırla aynı şey olamadığının altını çizmeyi de
ihmal etmez. Kelimeyi bir kaba, manayı da içindeki suya benzeten Mevlânâ,
kapların değişmesine mukabil, suyun her zaman aynı kalacağına vurgu yapar. İşte
rüya kelimesi de bu değişken kaplardan biridir ve içindeki suyun mahiyet ve
miktarı daima meçhulümüzdür. Bu itibarla Mevlânâ, kelimeleri hakikati ortaya
çıkaran araçlar olarak değil, aksine onun üstünü örten perdeler olarak görür.
İfade aracı olan kelimenin aynı zamanda ifadeyi engelleyen bir araca dönüşmesi
paradoksu, filozofların aksine velileri başka bir dil bulmaya zorlamıştır. İşte
Mevlânâ için rüya, böyle bir dilin adıdır aynı zamanda.
Ahırı,
âhiri, evveli görenler
Mevlânâ,
fil metaforunu kullanırken örtülü bir tasnif yapar: Rüya gören ve görmeyen
filler. Onun, rüya görmeyen filleri merkep derekesine indirmesinin bir nedeni
vardır. İnsanın aynı tür olmaktan gelen eşitliği, elest rüyasını görüp
görmemesine bağlı olarak bozulur. Rüyasında asıl vatanı olan Hindistan’ı gören
filler rüya sarhoşluğuyla her engeli aşıp yola düşerken, rüyadan mahrum olan
diğerleriyse ayaklarındaki zincirlerden hoşnut bir şekilde merkepler gibi yan
gelip yatmaktadırlar.
Her
filin rüya görmesi mümkün olmadığına göre, elest rüyası gören filler farklıdır.
Bu filler, Mevlânâ’nın “Fihi Mafih” adlı eserinde görme açısından üçe
ayrılırlar: “Ahırı görenler, âhiri görenler, evveli görenler”.
Ahırı
görenler, elest rüyasından tamamıyla mahrum olan merkeplerdir. Bunların doğasında
hayvanlık hâkim olduğu için ahırdan kopamazlar. Buradaki ahırdan maksadın dünya
olduğunu belirtmekte de fayda vardır.
Âhiri
görenler, rüya görerek ahırdan çıkıp yola düşenlerdir, fakat gördükleri rüyayı
tam yoramadıkları için de istikametleri Hindistan değil. Ancak bu kadarı bile
onları nadir kılmaya yeterli.
Evveli
görenlere gelince, pek ender olan bu bölüğü “tam anlamıyla elest rüyası
görenler” olarak nitelersek yanılmış olmayız. Mevlânâ’nın yukarıdaki tasnifi, elest
rüyasını görmek için nasıl bir bilinç düzeyine erişilmesi gerektiğini açıkça
göstermektedir. Demek ki Mevlânâ, bu tip rüyalar için belli bilinç düzeyleri
öngörmektedir. Yukarıdaki tasnife göre en az üç bilinç düzeyi vardır ve
bunlardan ilki, genel bilinç diyebileceğimiz, halk kesiminin bilincidir. İkincisi,
genel-özel arasında yer tutan, seçkin zatların bilincidir. Ve üçüncüsü, özel
diyebileceğimiz ender kişilerin bilincidir. Demek oluyor ki bu bilinç
düzeylerine bağlı olarak üç ayrı görüş düzeyi ve üç ayrı dil düzeyinden
bahsetmek mümkün. Ancak Mevlânâ’nın görüş ve dil düzeylerini nihaî olarak yedi
düzeyde ifade ettiğini ayrıca kaydetmek gerekir.
Üç
dil, üç görüntü
Elest
rüyasını layıkıyla anlamak için, bu üç dil ve görüntü düzeyinin nasıl bir şey
olduğunu açmak lazımdır. Birinci dil düzeyinde kelimeler, küçük sapmalar
dışında aklî ve mantıkî bir silsile izler. Cümleler, düz anlamlar bakımından
yoğun, yan anlamlar bakımından seyrek bir yapı içinde akıp gider. Bu bilinç
düzeyinin dilinde, aklın duyguları baskıladığı bir izah biçimi hâkimdir.
İkinci
düzeyde dil üzerinde aklın gevşediği, dilin yan ve mecaz anlamlarla metaforik
bir izaha doğru kaydığı görülür. Bu durumda anlam yüzeyde bulanıklaşırken, dibe
doğru genişler ve durulur. Bu dil düzeyindeki metinleri düz mantıkla anlamak
zorlaştığı için, onları açıklayan şerhlere ihtiyaç duyulur. Bu düzeyde
kelimelerin, kelimeden kurtulmaya doğru bir yolculuğa çıktıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Üçüncü
dil düzeyinde kelime tamamen ortadan kalkar ve kelimesiz kelimelerden oluşan
bir anlatıma geçilir. Tarikat erleri, kelimesiz kelimeye genelde “sır” adını
verirler. Sırrı dünya dilinden farklı bir dil olarak tarif etmek yanıltıcı
olmaz. Bu düzeyde dil, harf, kelime ve seslerden ibaret sanılan yapısını terk
ederek görüntüyle birleşir. İşte Mevlânâ’nın, Hakk’a yakın kulların gördüğü
rüya olarak nitelediği elest rüyası, dil ve görüntünün birleştiği düzeyin dil
ve görüntüleridir.
Bu
düzeyde mana, harf, kelime ve sesten kurtulup da sır adını alınca bedensiz
beden olan canla buluşur. Aslında elest rüyasını gören de bedensiz
bedenimizdir. Bu durumda sır ile canın buluşması demek, bizim hakikî dilimizle hakikî bedenimizin
buluşması demek olur. Mevlânâ’ya göre bu buluşma, cihandan gizli olmak
durumundadır. Sır ve canın cihandan gizli buluşmasından maksat da âlemin bilinç
ve kurallarıyla münasebeti olmayan bir buluşmasının gerçekleşmesidir. Böyle
olunca, görme organı olan göz iptal olur. Mevlânâ bir yerde, “Göz dediğin
yağdır, yağ parçası görme organı olamaz. Peri ve cin de görüyor, ama yağ
parçası ile görmüyorlar” der.
O
halde bizim hakikati görmemiz, hakikî bedenimiz olan can ile görmemize bağlıdır.
Zaten hâlihazırdaki görüşümüz de can gözünden çok uzak bir görüş değildir.
Ancak rüya görmeye kapalı olduğu için, ondan bakan, ruhun penceresinden
bakmamış olur. Can gözü ise, asıl vatana ruh penceresinden bakan gözdür. Elest
rüyasının mahiyetini dil düzeyleri üzerinden izah ettikten sonra, şimdi sözü,
bu rüyayı görüntü düzeyleri üzerinden göstermeye getirelim.
Görmek
Baş
gözümüzün görüşü, birinci bilinç düzeyinin görüşüdür. Bu göz, en kör halimizle
gören göz olduğu için her şeyi ayrı ayrı görür. İkinci bilinç düzeyindeki
görüntü de yarı can gözü, yarı baş gözü ile görülür. Bu durumda her şey, hem
farklı farklı, hem de tek halde görülür. Üçüncü düzeydeki görüş sahibi ise tamamen
can gözüdür. Bu gözün baktığı her şey, “bir şey”e dönüşür. İşte elest rüyasını
gören bu gözdür.
Bu
görüş düzeyine gelen biri, ister uyur olsun, ister uyanık, aynı âlemi gördüğü
için, uykuda gördüğü ile uyanıkken gördüğü arasında fark yoktur. Bu gözün
bildiğimiz gözle bir münasebeti olmadığı için uyku derdi de yoktur, üstelik daima
uyanıktır.
Göz
yoksa perde de yoktur. Çünkü perde göz içindir. O halde elest rüyası, gözsüz
görülmüş suretlerin bedensiz bedenimizle temasından başka bir şey değildir.
Böyle olunca bu rüyadaki tutan eli, yürüyen ayağı, konuşan dili ve gören gözü
varlıktan mahrum, beyhude hayaller gibi görmek abestir. Aksine, bedensiz
bedenimizin uzuvları, mevcut sandığımız bedenimizin uzuvlarına göre, kelimenin
tam anlamıyla sahihtirler. Onların bu sahihliği Hakk tarafından tasdik edilmeseydi,
elest meclisinde onların şahitliğine gerek duyulur muydu? Demek ki elest
rüyasından gelen coşkunun kaynağı, Mevlânâ gibi özel zatların, bedensiz
bedenlerinin uzuvlarını fark etmelerinden dolayıdır. O uzuvlardaki mestliğin
müşahedesi, veliyi çıldırtacak bir coşku içerir. Çünkü o uzuvlar, ezel
dolunayını ezelde görmüş ve dolunayın ezeldeki sesini duyarak kendinden
geçmişlerdir.
Elest
rüyasının görüntüleri, gözsüz gözle görülmüş görüntüler oldukları için hayalî
değil, hakikî suretlerdir. Dolayısıyla bu suretlerin âlemdeki fani suretlerle
bir münasebeti yoktur. Aslında eylemlerimiz orada gerçekleşmektedir. Biz o
semada uçarız, o uçmadan buraya düşen şey de kanadımızın gölgesidir. Mevlânâ,
rüya zannettiğimiz o evrenin gerçekte hakikat, hakikat zannettiğimiz bu âlemin
de gerçekte bir rüya olduğunu ihsas eder. Hatta daha ileri giderek, bu evreni
elest meclisindeyken gördüğümüzü söyler. Bu dünyadayken görülen elest rüyası, o
meclisteyken görülen ile aynıdır. Âlem, oradan gördüğümüz haliyle de, buradan
gördüğümüz haliyle de açık bir hayal ve aldanıştan başka bir şey değildir. Bu
itibarla elest rüyası, bizi büyük gafletimizden uyandırarak başa döndürür. Bu
durumda elest rüyasını görenler, bu evreni evveliyle görürler. Bu görmeye de “şahitlik”
denir. Ayetteki “Şahit olduk” ifadesi, elest rüyasını Hakk’ın herkese
gösterdiğini ifade etmektedir.
Bu
rüyayı herkes görmüştür, ama hatırlayanlar enderdir. Hatırlayanlar keşif, hatırlamayanlarsa
inkâr eder. Şu bir gerçektir ki, rüyada görmediğimiz hiçbir şeyi keşfedemeyiz. Keşfettiğimiz
her şey ise o büyük rüyaya aittir.