“Rüyasında Hindistan’ı gören filin önüne kim geçebilir?”

Hindistan, filin asıl vatanıdır. Rüyasında vatanını görmüş, gemi azıya almış, oraya gidiyor. Bunun önüne kim geçebilir? Bu ifadeden filin “ruh” olduğunu, bir kez olsun asıl vatanın kokusunu aldığı zaman onun önüne geçmenin mümkün olmadığını öğreniyoruz. Bizim ruhumuz da bir gün rüyasında Hindistan’ı görürse, hiçbir dünyevî gaile, onu yolundan alıkoyamayacaktır.

“Herkesî kû dûr mand ez asl-ı hîş/ Bâz cûyed rûzgâr-ı vasl-ı hîş.” (“Asıl yurdundan uzak düşen biri, Kavuşma zamanını bekler geri.”)

***

ARTIK şunu öğrendik ki, Mesnevî’nin ilk 18 beytinde Mevlâna, insan-ı kâmilin simgesi olan neyin dilinden konuşuyor. Hakk’ın taleplerine uygun olarak, Hakk’ın himmet, ihsan ve hibesiyle kendisini yetiştirmiş bir zat, ney sembolüyle kendisini konuşturuyor. Burada doğrudan “Dinle oğul, dinle can!” demeksizin “ney”i araya koyması bilinçlidir. “Ben kâmil bir insan oldum; ben konuşuyorum, dinleyin!” diye başlamış olsaydı, bunda nefsî bir iz de olacaktı. O yüzden de daha girişte, bu ihtimali bertaraf etmek için kendisinin yerine “ney”i koyuyor.

Bunun bir mânâsı da “Benim kimliğim önemli değil!” demektir. “Bu bilgiler, benim ürettiğim bilgiler değildirler. Benim kalbime düştü, benim zihnimde pişti ve benim dilimden sadır oldu ama geldiği yer Hakk katıdır. O yüzden konuşan ney olmuş, ben olmuşum, bir başkası olmuş, çok önemli değil!” diyen bu tavır kayda değerdir.

Ney sembolüyle konuşan o üstün kişi, o kâmil insan diyor ki, “Kim kendi aslından uzak kaldıysa, tekrar kavuşacağı zamanı arar”. Bir ayrılık ve arkasından bir kavuşma… “Kendi aslımız nedir? O asıldan neden ve niçin ayrıldık?” Bu soruların cevabına bakalım şimdi!

Mevlevî dergâhlarında biçimlenerek eski yorumculara intikal eden anlayışa göre “asıl”dan kasıt, ehadiyet (mutlak birlik) mertebesi, yani
“elest meclisi”dir. Dolayısıyla Hakk katıdır. Bir diğer ifadeyle “ilk asıl” dediğimiz Hakikat-ı Muhammediye’dir. Bunların hepsi de aynı şeyi ifade ediyor: Hakk katı…

Hakk’ın huzurunda hepimiz bir defa bulunduk. Hepimizin ruhu bu meclise şahittir. Lakin hiçbirimiz hatırlamıyoruz. O mecliste bulunmakla kalmadık, bir de ahit verdik. “Elestü birabbiküm?” sualine hepimiz de “Belâ!”, yani “Evet!” dedik, “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” diye tasdik ettik. Ama şimdi hatırlamıyoruz. İşte kâmil insanın vazifesi, bize bu ahdimizi hatırlatmaktır. Ruhlarımıza bir çağrı yaparak diyor ki, “Senin bir aslın vardı ve sen oradan ayrı düştün. Buralı değilsin, burada mutluluk bulamazsın!”.

Ruhumuz buraya ait değildir. Aslında insana ilişkin pek çok şey buraya ait değildir. Akıl da, aşk da buraya ait değildir. İnsanı aşkın kılacak hiçbir cihaz bu âleme ilişkin değildir. Buraya ait olan sadece kalıbımızdır. Onu ödünç almışızdır ve tekrar iade edeceğiz.

İbn-i Kesir’de “Âdem” kelimesinin izahı yapılırken şöyle bir kayıt düşülmüştür: “Âdem, lügat anlamıyla ‘yeryüzü toprağı’ demektir”. Cenab-ı Allah -Âdem’i yaratırken- onun toprağını bu âlemden almıştır. O yüzden hepimiz âdem olmak hasebiyle, cisim olarak buraya aitiz. Ama içimizdeki cevher âdem, yani toprak değildir.

Toprak ve beden, ârızî olan her şey gibi zulmeti, yani nurun zıddını ifade eder. Zulmetin karşısında nur olacaktır. “Adaleti nurdan, zalimliği de zulmetten bilin!”. Demek ki hem maddî, hem de manevî olan şeylerde bir nur ve zulmet karşıtlığı var.

Âdem ruh itibariyle buradan değildir, ama kalıp itibariyle buraya aittir. Buraya ait olmak âdeme kanat takmaz. Oraya aitlik ise âdemi yükseltir, yüceltir, miraç varisi yapar.

Beyit, bir tekrardan bahsediyor, “Tekrar kavuşma zamanını bekler” diyor. Bu nokta önemlidir! Baştan beri vurguladığımız bir şey var: Mevlâna, nefsinde yaşamadığı, ahlak haline getirmediği bir şeyi hüküm olarak pek söylemiyor. Ondaki bütün hükümler tecrübîdir.

Bir “tekrar kavuşmak”tan bahsetmesi şunu gösterir: Hepimizin ruhunda, biz farkında olsak da, olmasak da tekrar arama hassası vardır. Zira her şey kendi aslına meyleder, kendi aslına ilgi duyar ve bu ilgi, sevgiyi getirir. Nasıl ki ebeveynimize fıtrî bir sevgi duyuyorsak, ruh da kendi aslına öyle bir sevgi duyar. Kendi aslımızın ne olduğu meselesi hem çok açık, hem de çok kapalıdır.

Bu mesele böyle bir paradoksu içerir: Çok açıktır, buraya ait değilizdir; çok kapalıdır, oraya aitizdir. Ama bu nasıl bir aidiyettir? Bunu oraya iliştirip teyellemek aklî olarak belki mümkün olabilir, ancak irfanî olarak pek mümkün görünmüyor. Çünkü ruhun tabiatında perdeler vardır. Hakk, ruhu bizzat perdelemiştir.

Bu perdenin arkasına bakabilmek, ancak İlahî ihsan ve hibelerle mümkün olur. Demek ki bazı insanlar oraya bakmış ve orada ne gördüklerini söylemişler.


“Ölmeden önce ölünüz”

Sıradan insanların ruhları da tekrar tekrar arar ve araştırır. Her ruh kendi aslına doğru bir arayış içerisindedir. “Kavuşma zamanını bekler dediğine göre bir “ümit” söz konusudur. Demek ki ruh, kendi aslına kavuşma konusunda hiçbir zaman ümitsiz değildir.

Bize ruhumuzun kendi aslını aradığına dair bir bilinç gelir mi? Buradaki bildirime göre geliyor olması lazım. Ruhun fıtratına uygun iş ve eylemler bize huzur verecektir. Çünkü ruh, bu eylemlerle kendi aslının istikametine yönelir. Fakat ne zaman istikametten sapar, ruhun fıtratına uygun olmayan eylemlerde bulunursak, o zaman bizi huzursuz edecektir. Dolayısıyla dünyevî olana ne kadar çok bulaşırsak, ruhun huzursuzluk ve gamı o nispette artacak, bunlardan kurtuldukça da ferah ve neşe içinde olacaktır.

Demek ki ruh, istikametini araştırma işinden huzur duyuyor. Mevlâna’da şöyle bir tabir var: “Rüyasında Hindistan’ı gören filin önüne kim geçebilir?

Hindistan, filin asıl vatanıdır. Rüyasında vatanını görmüş, gemi azıya almış, oraya gidiyor. Bunun önüne kim geçebilir? Bu ifadeden filin “ruh” olduğunu, bir kez olsun asıl vatanın kokusunu aldığı zaman onun önüne geçmenin mümkün olmadığını öğreniyoruz. Bizim ruhumuz da bir gün rüyasında Hindistan’ı görürse, hiçbir dünyevî gaile, onu yolundan alıkoyamayacaktır. Demek ki bu araştırmalar, ruhun Hindistan’ını bulmak içindir. Biz farkında olalım ya da olmayalım, içimizde bulunan bu cevher kendi vatanını, kendi aslını arayacaktır. Biz buna mani olamayız; çünkü o cevher, âleme ilişkin bir şey değildir. Bu cevher, Hakk’ın içimize koyduğu bir pusuladır. Nereye dönersek dönelim, hep asıl vatanı gösterecektir.

Aslımızdan uzak düşmemiz meselesi, bir ruh uyumasıdır. Ruhlarımız uyumaktadır, zira aslımızdan uzak düştüğümüz halde oraya dair hiçbir algımız yok. Hiçbir şey hatırlamıyoruz. Ama içimizde gırtlağına çöktüğümüz, âleme ilişkin şeylerle boğduğumuz biri var ki, o ara sıra kıpırdanıyor, feryat ediyor. Üzerine yüklediğimiz yükün altında boğuluyor.

Çoğunluğun ruh fili, ancak öldükten sonra kendi Hindistan’ına doğru koşar, bazılarında ise –ki çok enderdir– henüz hayattayken bu işlem gerçekleşir. Dolayısıyla kuru kalabalıklar kavuşma zamanını beklerlerken, onlar ya kavuşma zamanını çekip getirirler ya da kavuşma zamanına giderler.

Bu beytin mazmunu, “Ölmeden önce ölünüz!” mealindeki hadis-i şeriftir. Tekrar arama işi bir melekedir. Ruh bu melekeye sahiptir. Fakat çoğumuz buna sahip olmadığımız için ruhu bu istikamete yöneltemeyiz. Hatta endişe eder, korkarız.

Ölmek düşüncesi bizde bir kalp ağrısı, bir korku, bir belirsizlik duygusuna neden olur. Ruh, kendisine ait bir şey hatırladığında, bizde bir yerleri boşaltır ve bu boşluk bizi korkutur. Bu korku, ruhun asıl korkusu olması gereken, Hakk’ın heybeti karşısında duyduğu korku değildir. Ruh, ayrılma ihtimalinde ten kafesinin boş kalışından korkar. Zira ten, ruhu kendisine yapışık ister. Bundan dolayı ruh, tenle kaynaşıp ünsiyet ettiği için, ondan ayrılma düşüncesinden korkuya kapılır.

Cemiyetteki insanlar, iyi ve kötü hüviyetli insanlardır. Biri hurma ağacı olurken, diğeri zakkum olur. Birinden bal devşirilir, diğerinden zehir. Biri inci üreten bir istiridye iken, öbürü zehir saçan bir yılan olur. 

İstiridyenin “incisi”, yılanın zehri

“Men beher cem’iyyeti nâlân şodem/ Cüft-i bedhâlân u hoşhâlân şodem.” (Her mecliste inleyip durdum zar zar,/ Oldum iyiye de, kötüye de yar.)

Nerede bir topluluk varsa, ben orada inleyip durdum. Neyin sesi, malumdur ki zar zar inlemek şeklindedir. Onun böyle inlediği topluluklarda iyi halliler de vardır, kötü halliler de. Ney de bunların hepsine eş olmak durumunda kalmıştır. Beyitte geçen “cüft” sözcüğü “eş” demektir, Türkçeye “çift” olarak geçmiştir.

Demek ki rehber/kâmil insanların vazifeleri, her cemiyette, her toplulukta irşatta bulunmaktır. Çünkü onlar bunun için gönderilmişlerdir. Bu yüzden velîler, gönderilmenin amacına uygun olarak tavır alırlar. Aslında hayat, tavır alışlara göre şekillenen bir şeydir. Biz onun karşısında nasıl durursak, o da bizim karşımızda öyle durur. Bu yüzden hayatın tek bir anlamı yoktur. Herkese göre farklı anlamları vardır. Hayat karşısında alınan tavır, insan karşısında alınan tavırdır. İnsan karşısında alınan tavır da âlem karşısında alınan tavırdır. Dolayısıyla topyekûn evren karşısında alınan tavırdır.

“Cemiyet” sözcüğü, en küçük topluluktan devlete kadar bütün birliktelikleri içerir. Tasavvufta “cemiyet-i hâtır” diye bir kavram vardır. Gönlün toplanması, yani mutluluk ve huzuru anlamındadır. Gönül daraldığı, sıkıştığı zaman dağılır ve huzursuz olur. Bu huzursuzluktan da ancak hakikati kavramakla kurtulup sükûnet bulur, yani toplanır ve kendine gelir. Hakikati kavramaksa bütün duyguları tek bir duygu haline getirmek demektir.

Cemiyet kelimesini topluluk olarak anladığımızda, Mevlâna’nın toplulukları ikiye ayırdığını görüyoruz: Bet halliler ve hoş halliler… Yani halleri iyi olanlar ile kötü olanlar… Daha açığı, “iyiler ve kötüler”…

Tasavvufta varlık özleri diyebileceğimiz a’yân-ı sâbite kategorisinde insan tohum gibidir. Yani öz ve hüviyet halindedir. Bu kategoride insanın hüviyeti her şeyden arınmışlık halindedir. Malumunuz hüviyet, “kimlik” demektir. Bir ceviz düşünün; cevizin hüviyeti, çekirdek halidir. Toprağın üstündeki hali ise, o çekirdekten doğarak büyük bir ağaca dönüşmüş halidir. Bu hal de şahsiyettir. Demek ki tasavvuf, hüviyet ile şahsiyeti ayırır. Demek ki hüviyet, şahsiyeti içeren bir şeydir. Dolayısıyla hüviyet “cevher”dir (değişmeyen öz), şahsiyet ise a’râzdır (geçici öz). Şahsiyetimiz, bu âlem tarlasında önce boy salıp, arkasından çürüyüp yere düşen bir ağaca benzer. Ama hüviyetimiz değişmez.

Ceviz çekirdeği hiçbir zaman başka bir ağaç olmaz. Buradan hareketle çıkaracağımız sonuç şudur: Cemiyetteki insanlar, iyi ve kötü hüviyetli insanlardır. Biri hurma ağacı olurken, diğeri zakkum olur. Birinden bal devşirilir, diğerinden zehir. Biri inci üreten bir istiridye iken, öbürü zehir saçan bir yılan olur.

Burada iyilerle kötülerin mutlak surette bir denge içinde olacağını, bet hallilerin aslında hoş hallileri vurgulamak için var olduklarını düşünmek lazımdır. Kötü hallilik, kendi başına olan bir şey değildir. Hakk’ın iyiyi ölçmek için kullandığı bir mihenktir.

Biz kötü ile ilk nerede karşılaştık? Ruhun hasretini duyduğu asıl vatanda… Biz asıl vatanda iken, o âna kadar kendisi bir melek ve adı da Azazil olan İblis, Hakk’ın insana secde emrine isyan ederek şeytan-ı laîn haline geldi. Kötü ile iyinin mücadelesi oradan başlıyor. Kıyamete kadar da kesilmeksizin devam edecek.

Mevlâna, hüviyet meselesinden bahisle “Kötü, iyi olmaz!” diye bir hikmet söylüyor. Nasıl ki Hakk’ın zakkum olarak yarattığı öz, ceviz haline gelmezse, hüviyeti kötü olan da iyi olmaz. Peki, kötüleri bilmek, Hakk’ın pusulası olan velîler ve ârifler için zor ve müşkül bir şey midir? Hayır! Ancak bu noktada ârifler için daima bir sıkıntı vardır. Derler ki, “Senin ne mal olduğunu biliyorum. Ah bir de bunu açıklamaya, âşikâr etmeye müsaade olsa”… Bunu nasıl bildikleri, zar zar inleme meselesiyle ilgilidir. Yüksek ruhlar, bir mecliste bet halli biriyle karşılaştıklarında vecd, şevk ve coşkunluk halleri kısmen arıza yapar. Böyle bir mecliste mânâlar âlemine kanat çırpacakları esnada kanatlarına bir ağırlık musallat olur. Bundan sıkıntı duyarlar. Hatta değişik okumalarımdan hareketle şunu söyleyebilirim: Bu insanlar sohbet meclisinde bir bet halli ile karşılaşırlarsa, onun neşrettiği vecd karşıtlığını, sırtlarında bir yük gibi hissediyorlar. Tuhaf olanı da o zatın kim olduğunu bilmeleridir. Çünkü Mevlâna çok açık söylüyor: “Yüzleri bilmen mümkündür!”


Bu ifade, aslında geleneğimizde ilm-i kıyafet dediğimiz, yüze bakarak kimlik okuma meselesinin köklerinin nerede olduğunu da gösteriyor. Bazıları bu konuda eserler de vermiştir. Mesela Akşemseddin’in oğlu Hamdullah Hamdî, bir Kıyâfetnâme yazmıştır. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın da bir Kıyâfetnâme’si vardır. Benim tahminime göre bu zatlar, bir beyitle bir adamı çiziyorlar ama aradaki tarif beyitlerini bilinçli olarak atlıyorlar; onları alıp da karşımızdaki insanı ölçmeyelim diye...

Bu durum, aslında bir şey hakkında not tutmak gibi bir haldir. İnsan not alır, sonra onu genişleterek yazıya döker. Ama bunlar özel işaret içeren şahsî notlardır, bir başkası anlamaz. O yüzden kıyafetnamelere bakarak insan ölçmek isabetli bir şey değildir. Yine benim çıkarımıma göre bu tip eserleri gönlü uyanıklar için yazıyorlar. Gaflet perdesini yırtmış, âlemle olan ilişkisini kesmek üzere olan ruhlar için yazıyorlar. Çünkü onlar, o notlara baktıklarında kiminle karşı karşıya olduklarını rahatlıkla bileceklerdir.

Muhataplık, bir ölçme meselesidir. İnsan muhatabının kim olduğunu merak eder. Dolayısıyla bet hallileri ayıklamak için böyle bir bilgi gerekir. Yüze bakmak ve kimliğini okumak… Bazı insanlar bunu nazarla yaparlar. O nazarın gönderdiği ışın, nurdur. Nur da Hakk’tandır. Bu nur, röntgen ışını gibidir. Muhatabın yüzüne yansıdığı zaman muhatabın yüzündeki maske düşer ve o yüz hangi hüviyetteyse ârife öyle görünür. Umumiyetle de rüyadaki gibi sembolik olarak görünür. Mesela çakal gibi, kurt gibi… Onlar aldıkları ruh eğitiminin gereği olarak bu sembollerin ne anlama geldiğini çok açık olarak bilirler.

Demek ki bu âlemde zar zar inleyen, her cemiyetin en duyarlısı olan bu zatlar, bilmekle dolu ama söylemekle yasaklı bir haldedirler. Her bildirileni söyleyemiyorlar. Zira öyle bir boyut var ki, susmak konuşmaktan erdemli, susmak konuşmaktan faydalı… Susmak yol aldırıcı, konuşmak ayak bağlayıcı… Bir düşünün ki, Hallâc-ı Mansur konuşmasaydı başına gelen feci âkıbetten kurtulacaktı. O yüzden bu zar zar inleme meselesi açıkça şu hakikati anlatıyor: Bu zatların ağlayıp feryat etmeleri, konuşamadıklarının beyanıdır. Bu öyle bir konuşmadır ki hiçbir konuşma ile eşdeğer değildir. Bu inilti ve bu feryat, farkında olan için tersinden büyük bir anlatımdır.

Bu anlatım tarzı, hem feryadının içinde ne varsa muhatabına aktaran, hem de kendisini sîgaya, sorguya çekenlerden kurtaran bir tarzdır. Ağlamak ve inlemek ne cins olursa olsun sâridir ve insanları etkisi altına alır. Bizi o duyguya inandırır. İçsel bir ağlayışın samimiyetinden kimse şüphe etmez. Samimiyet perdesinden gelen bütün anlatımlar kelimesizdir ve o ölçüde de etkilidir. Kelimeye bağlanmış ve kelimeye bürünmüş duygular, aslında anlatım zayıflığının göstergesidir.

Demek ki ney, feryat ediyor; derunî, yanık bir ses çıkarıyor, fakat o sesin maverasında, ötesinde âlemlerin seyri var, ruhun macerası var. Ayrılık feryatları var, kavuşma ümitleri var. Vaatlere sevinme, uyarılara üzülme var.

Halin değişkenliği

Dikkat edilirse Mevlâna, kötü ve iyi kelimelerine “hal” sıfatı ekler. Hal, kişinin içerisinde bulunduğu ruhsal durumu ifade eder. Şu anki ruhî durumumuz ne ise, halimiz odur. Gamlı olmak, mesrur ve sevinçli olmak birer haldir. Ancak bu gamın az sonra sevince dönüşmesi, sevincin gama dönüşmesi her zaman beklenen bir şeydir. Demek ki hal, değişkendir. O yüzden bu meseleye farklı bir boyuttan daha bakmak gerekiyor. Beyitte önce bet halliler, sonra hoş halliler telaffuz ediliyor: “Cüftü bedhâlan u hoşhâlan şodem”. Bunu, ruhun istikamet öncesi hali ile istikamet sonrası hali gibi de değerlendirebiliriz. Bunun anlamı şudur: Ruhun hali, kendi istikametinden uzak olduğu zaman bet haldir. Kişiye düşen, bu hali hoş hale çevirmektir.

Bet hal “cehil” durumu, hoş hal ise “ehil” durumudur. Bet hal içerisinde olan bir ruh niye mutsuzdur, niye cahildir? Şunun için cahildir: Hakk’a gidecek yolu bilmiyor. Cehalet, kişiyi Hakk’a götürecek bilgi noksanlığı gibi düşünülebilir. İlim, Hakk’ı bildiren şeydir. Yunus Emre der ki, “İlim, ilim bilmektir;/ İlim, kendin bilmektir./ Sen kendini bilmezsen,/ Bu nice okumaktır?”.

Kendini bilen de şüphesiz Rabbini bilecektir. Biz bilgiyi ya yatay okuruz ya da dikey. Yatay okuyanlar bet halli olmaya devam ederler. Bunlar kitabı, meseleyi, kavramı yüklenirler, fakat onların neye delalet ettiğinden habersizdirler. Dolayısıyla bu bir cehalet durumudur. Çünkü Hakk ile irtibata geçmeyen bilgi, insanı cahil kılar. Cehalet de zaten Hakk ile irtibata geçememektir.

Mesnevî’yi okurken kelimelere sürekli farklı anlamlar yüklendiğine dikkat etmek lazım. Ondaki nice kelime, ruh ve idrak tüneline ışık vererek bize nice manaları keşfettirir. Şu kesindir ki, bir irfan adamı umuma konuşur. Umuma konuşurken de özde kendisiyle konuşur. Biz umuma konuştuğunun peşine düşersek sosyal yargılara ulaşırız. Bunu da içerir çünkü. Özelinden takip edersek, bu kez de psikolojik verilere ulaşırız.

Bir arabayı aksi istikametlerde çekmek isteyen iki at düşünün, ney sesini duyduklarında, yani mürşidin çağrısını duyduklarında nefisle ruhun durumu bu atlara benzer. 

Mevlâna’da iletiler, mesajlar hep böyle ikilidir. Çoğu zaman atladığımız, göremediğimiz hikmetler de vardır. Bunları çözmek her zaman mümkün olmaz. Bazen kapıyı bir yoklarsınız, içeride bir şey olduğunu bilirsiniz, ama kapı sağlam olduğundan giremezsiniz. Mesnevî’de bu şekilde nüfuz edemediğimiz nice mana kümeleri olduğunu biliyorum. Himmetle gelen ufak tefek mana kırıntıları bile bizi coşturmaya yetiyor. Oysa Mesnevî’de dağ gibi ulu anlamlar, sıradağlar gibi uzanır gider. Ancak bunlar, Ashab-ı Kehf gibi uyumaya bırakılmışlardır. Ne yapalım ki mağara karanlık ve göremiyoruz.

Ruhun tabiatındaki iyilik ve kötülük, insan-ı kâmilin eliyle birbirine eş olur. Yani ney, bet hal ile hoş hali birbirine eş yapmak gibi bir işleve de sahip. Birbirlerine eş olduklarında kesretten vahdete geçilmiş olur. Ayrı hanelerde mutsuz olan tekler, vahdet hanesine gelirler ve birbirlerine eş olurlar. Dolayısıyla insan ruhu, iki ayrı odada birbirine muhtaç halde bekleyen iki eş gibidir. Fıtrat, bunların bir araya getirilmesini ister. Nasıl ki âlemde bedenimize bir eş arıyorsak, ruhumuza da aramamız gerekiyor. Bunu yapmazsak ruhlarımız bedbin olmaya devam edecektir.

“Uzaklarda bir yerlerde…”

Bet hal bizim âleme ilişkin duyularımızdır, bize bet hali onlar verir. Bunlar nefse ilişkindirler. Bunların karşısında, yani hoş halde de ruha ilişkin olan şeyler vardır. Bet halde nefis gizlidir, hoş halde ruh. Biri bizi kendine doğru çeker ve der ki, “Selamet buradadır!”. Diğeri de aynı şekilde kendine çekecektir. Bir arabayı aksi istikametlerde çekmek isteyen iki at düşünün, ney sesini duyduklarında, yani mürşidin çağrısını duyduklarında nefisle ruhun durumu bu atlara benzer. Nefis, bu çağrıdan tedirgin olur. Çünkü o seste ona, “Çek git!” diyen, “Üstümden in!” diyen bir tavır vardır. Aynı çağrı karşısında ruh ise der ki, “Hiçbir sese benzemeyen bir ses geldi. Bu sesin içerisinde daha önce duyduğum bir ses var!”. Bu sesi daha önce nerede duymuştu? Elest meclisinde…

Şundan emin olabiliriz: Cenab-ı Allah bizimle bir kez konuştu ve ruh kulaklarımız bu sesi duydu. Fakat bu öyle bir ses idi ki, ondaki melodiyi, ondaki rengi, ondaki beyanı aramak için birtakım araçlar icat ettik. Ortaya sanat dediğimiz bir şey çıktı. O melodiyi aramak için musikiyi icat ettik. Yüzlerce makam bulduk, her makam ondan olduğu halde asıl makamı bulamadık. O seste öyle bir renk vardı ki, her rengi birbirine karıştırdık, resimler yaptık, tablolar çizdik fakat henüz o asıl rengi yakalayamadık. O seste öyle bir beyan ve belagat vardı ki, üst dil olan şiiri icat edip o beyanın peşine düştük fakat vahaya varamadık. Çöldeyiz ve ayaklarımıza deve dikenleri batıyor. Ama o sesi bir kez duyduk. Bu yüzden oradan gelen en ufak bir esintiye kulak kesiliyoruz. O iklimden aracı olarak gelenin söylediği bir şey ruhumuzu birdenbire etkisi altına alıp coşturuyor. O aracının söylediği şeyler, paslanmış ruh aynamızı cilalamaya başlıyor ve üzerindeki tozları atıyor. Gönül aynası yavaş yavaş tecelliyi gösterecek hale geliyor. Ancak bu öyle kolay bir iş değil. Bir ömür aynayı parlatsanız da görüntü düşmeyebilir. Ümmî Sinan’ın dediği gibi, “Bir pınarın başına bir testiyi koysalar/ Kırk yıl anda durursa kendi dolası değil”.

İnsan geç kavrar. Hakikat alenî ve açık bile olsa bu nimetin kendisi için önemini geç kavrar. İnsandaki gurur ve kibir, hakikatler bağışlayan zat ile kendi arasına koyu bir perde çeker. Böylelikle insan, hakikati kendine nispet ederek egosunun emrine girer. Ancak asıl özneden kopmuş olsa bile başlangıçta ışığını güneşten aldığı için sanal bir ay gibi hakikat semasını bir müddet ışıtır. İşte bu süreçte nefis bir firavun kesilir! Ruhu sır ve mana ile beslenen birinin nefsi de aynı ölçüde güçlenir. Bu tespit, velîlerin ne kadar güçlü bir nefse rağmen yol aldıklarını göstermesi açısından manidardır.

Demek ki insan-ı kâmil, nefsi çok güçlü olan bir kişidir. Biz zannediyoruz ki bunların dünyaya ilişkin hisleri uyuşuktur, nefisleri zayıftır. Oysa bunlardaki nefis aslan gibidir. İşte bu zatlar, bir anlamda aslan avlayanlardır. Bunların alt ettiği nefis, öyle her babayiğidin alt edebileceği bir nefis değildir. Eğer bunlardan birinin nefsi ibret-i âlem için bir süreliğine bize yüklenseydi, nasıl bir afet ile karşı karşıya olduğumuzu görürdük. Bir ruh ne kadar mukavim ve yüksek nitelikte ise, nefsi de o derecede güçlüdür. Tabiri caizse biz, sırtımızda beş kilo yükün altında inliyoruz ama bu zatlar kırk batman yük götürüyorlar da gıkları çıkmıyor. O yüzden bu insanları bir de bu açıdan değerlendirmek gerekiyor.