Ruhun en ağır yükü

Netice itibariyle kibirli kişi, hem Cenab-ı Hakk’ın, hem de diğer insanların gözünde küçülür, tevazu ile büyür. Bu minvalde, “Bir avuç toprak, biraz da suyum ben/ Neyimle övüneyim, işte buyum ben” diyen Yunus Emre ne de güzel söylemiştir!

“BİR küçük meyve için dalı incitme gönül/ Başın olsa da yüksek, gözün enginde gerek/ Kibirle yürüyerek yolu incitme gönül…” (Yunus Emre)

Kibir, kişinin kendisini diğer tüm insanlardan üstün ve bunun neticesi olarak başkalarını aşağılayan veya değersizleştiren birtakım düşünce ve tavırlar içerisine girerek diğerlerini hor ve hakir görme hâlidir. Hakikatte ise büyüklüğün kime ait olduğunu bilmeyen ve yaratılıştaki acizliğini hissetmeyen insan, şeytanın vesvesesi ile kibir tuzağına kolaylıkla düşebilir.

İşin aslına baktığımızda ise kibir, muhatabından özel ilgi ve ayrıcalıklı muamele derdine düşmüş insanın hazin hâlidir. Hâlbuki üstün olduğunu düşündüğümüz her mücadelede kişi, kendi cehennemini yaratır. Kibrin tuzağına düşmüş kişi, itibarını ve dışarıya verdiği imajı hayat memat meselesi yapar ve diğerlerine verdiği tahribatı çoğunlukla umursamaz.

Bazen kibirli insanların çevresinde, onlara hayranlık duyan ve bu kibirli tavırları sürekli parlatmak derdine düşmüş kişileri de görebiliriz. Bu kişilerin ruh hâllerine baktığımızda ise kibirli kişinin gölgesinde kendisine bir yer ve değer aradıklarını görebiliriz.

Kişiyi kibirli olmaya sevk eden birçok neden vardır. Bunlardan bazıları mal, mülk, makam, mevki, ilim, çoluk çocuk ve güzellik gibi nimet ve emanetleri kendinden bilip, bu çirkinliği bir elbise eyleyerek ruhuna giydirmesidir. İnsanın bu hâle düşmesinin yegâne nedeni ise sahip olduklarının emanetçisi olduğunun idrakinde olmaması veya bu gerçeği unutmasıdır. Rabbimizin ikram ettiklerini kendi gayretinin neticesi görüp kendisine mâl etmesidir. Tüm varsılını kendi çabasının bir sonucu olarak görüp değerlendirmesi hâlidir.

Kibir, içerisinde haset barındıran, insanlığın ezelî hastalığıdır. Cenab-ı Hakk, yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’inde, ilk kibirlenenin şeytan olduğunu bizlere bildirmektedir. Dolayısıyla kibir için “iblis hastalığı” da diyebiliriz. Cenab-ı Hakk’ın iblise “Âdem’e secde et” demesi üzerine, iblis bu emre, “Ben ateşten yaratıldım, o ise topraktan” diyerek karşı çıkmıştır. Kendini üstün görerek Hazreti Âdem’e secde etmeyi kabul etmemiştir. Onun bu tavrı Cenab-ı Hakk ile arasının açılmasına sebep olduğu gibi, Cehennem’e giden yolun taşlarını da döşemiştir. Böylece kibir, şeytanda insanları sürekli günaha yaklaştıran bir tavır olarak kalmıştır. Âdem (as) ise topraktan yaratılması nedeniyle tevazuun sembolüdür. Gönlü verimli bir toprak gibi yumuşacık olan insanlar, adeta ne ekerseniz ekin, verimli mahsul verecek kıvamdadır.

Âdem (as) zellesi nedeni ile yasak buğdayı yemiş ve dünyaya gönderilmiş olmasına rağmen, af dileyip Cenab-ı Hakk’a tazarru yolunu seçmiş ve yücelmiştir. İnsana yakışan, Âdem Babamız gibi hatalarımızı kabul edip af dileyebilecek bir seviyeye ulaşmaktır. Demek oluyor ki, özür dilemesini ve teşekkür etmesini bilmeyen kişilerin bu tavrı da kibirdendir.

Kişinin en büyük mücadelesi, kendisi yani nefsiyle yaptığı savaştır. Islah edilip bir terbiyeden geçmeyen nefis, kendisini ilâhlık vasıflarıyla ortaya çıkarmak için beklemektedir. Her fırsatta kendisinde “Küçük dağları ben yarattım” tavrını hak görmektedir. Bunun böyle olmadığını biri ona hatırlattığında ise, gür çıkan o sesin cılızlaştığını, “Ama” diye başlayan cümleler kurarak mazeretler üretmeye ya da muhatabını manipüle etmeye çalıştığını görürüz.

Psikoloji bilimine göre kibir, kişinin çok derinlerinde yatan değersizlik ve yetersizlik hislerinin başka bir kılıfa bürünüp büyüklenmeci bir tavır olarak ortaya çıkmasıdır. Yani kişideki aşağılık kompleksini kibri ile yenmeye çalışarak dışarıya üstünlük kompleksi olarak tezahür etmesidir. Atalarımız bu durumu, “Şapkası küçük gelen, başım büyük zanneder” sözüyle özetlemiştir. Diğerlerini küçük görerek, aşağılayarak veya değersizleştirerek kendisini Kafdağı’nda gören insanın hazin yanılgısıdır. Kafdağı’na çıkmış kişinin bir gün biri tarafından oradan düşürülüşü de dramatik olacaktır. Zaman zaman bu düşüşün travmatik acılarından olsa gerek, insanlardan uzaklaşmayı yani yalnızlığı tercih edecek ve bu durum ona mutsuzluk olarak dönecektir.       

Kişinin kendisini Üstün Yaratıcı’dan müstağni görme hâlini olgunlaşmamış ham meyveye de benzetebiliriz. Ham meyvenin görüntüsü, şekli ve kokusu bize onun hakkında bir fikir verse bile, gayr-i ihtiyari ağzımıza attığımızda damağımızda bıraktığı kekremsi tat bizi rahatsız edecektir. İşte bu ham meyve gibi kibir de muhatabının kalbinde buruk bir tat bırakır. Bu durumda olgun meyveyi ise tevazu sahibi insanlara benzetebiliriz. Allah’ın emir ve yasaklarına uyan, onun nuruyla tıpkı güneşte olgunlaşan meyvelere dönüşen bu kişilerin kalplerde bıraktıkları leziz tatlar ise tarifsizdir.

Kibir, insanın ruhuna çöreklenip uyuyan bir yılan gibidir. Onu ruhun kuytu dehlizlerinde adeta pusuya yatmış hâlde bulabiliriz. İnsanoğlu iyi imkânlara kavuştukça, bu dehlizlerde söz konusu bu yılanla karşılaşma olasılığı da artacaktır. Koşullar değiştikçe bu yılanın uyanma ihtimalinin de arttığını bilen ecdat, padişahlar Cuma selâmlığından geçirirken “Mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var” diyerek adeta bu hakikati ikaz babında her seferinde hatırlatmıştır.

Kibri, bazı durumlarda aşırı tevazu gibi görünen hâllerin arkasına saklanmış hâlde de görebiliriz. Bazen ibadet, hayır ve hasenatın, bazen mağdur insanların aşırı gururunun arkasında da karşılaşabiliriz. Uğradığımız ağır haksızlıklar neticesinde nefsimizi yani benliğimizi koruma derdine düşüp kendimizi kibrin girdabında bulabiliriz. Bu durumu berrak ve durgun akan derenin karışması sonucu bulanması yani dibindeki tortunun gün yüzüne çıkmasına benzetecek olursak, tıpkı tansiyonunu sürekli kontrol altında tutmak zorunda olan bir hasta gibi, eylem ve söylemlerimizi denetim altında tutmalıyız. Kontrol altında tutulamayan tansiyonun vücuda vereceği tahribat gibi kibir de ruhumuzu tahrip edecek ve telâfisi zor hasarlar bırakacaktır. İnsan genellikle kendisindeki olumsuz davranışları fark edemeyecek bir yanılgı içerisindedir. Başkalarının gözündeki çöpü görecek kadar mahir biri, kendi bakışını körelten gözündeki mertekten çoğunlukla bîhaberdir. Bu nedenle büyüklenme hastalığına yakalanan kimselerin kendisine ayna tutacak kâmil dostlara ihtiyacı vardır. Bu aynaların, illüzyonistlerin aynaları gibi bazı şeyleri olduğundan fazla büyütüp küçülten ve yamuk yumuk gösteren cinsten değil, olanı olduğu gibi tüm gerçekliğiyle gösteren türden olmasına dikkat etmeliyiz. Böyle zatları bulamıyorsak konunun uzmanı hekimlere gitmekte fayda vardır.

Kişi basiret ve feraset sahibi ise, dış dünyaya çevirdiği bakışları kendi içine de yöneltebiliyorsa, bu kötü ahlâkın çoğunlukla tespitini yapabilir. Olaylar karşısındaki duygularımızı ve o duygular neticesinde oluşan düşüncelerimizi takip ettiğimizde kendi gerçeğimize ulaşabiliriz. Kendisini sağlıklı analiz ederek eksiklik ve yeterliliklerinin farkında olan insan, bu marazi hastalıkla mücadelede her zaman daha başarılı olacaktır. Ayrıca etrafımızda gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz olumsuz hasletlerin hangilerinin bizde de var olabileceğiyle ilgili bir içe bakış geliştirerek özeleştiri yapabiliyorsak, bu yolda çok mesafe kat edebiliriz.

Kimse yaratılış itibariyle bir diğerinden daha üstün ve özel değil. Bazı konularda daha üstün olduğumuz taraflar olabilir fakat herkes birbirinden farklı yetenek ve imkânlarla donatılmış müstesna varlıklar. Kibrin aksine tevazu sahibi kişi, aciz ve fâni olduğunun idrakindedir. Her şeyin gelip geçici olup emanetçi olduğunun bilincindedir. En önemlisi de kibir gibi süfli bir his için Allah’ın sevgisinden mahrum kalmayı göze almaz. Netice itibariyle kibirli kişi, hem Cenab-ı Hakk’ın, hem de diğer insanların gözünde küçülür, tevazu ile büyür. Bu minvalde, “Bir avuç toprak, biraz da suyum ben/ Neyimle övüneyim, işte buyum ben” diyen Yunus Emre ne de güzel söylemiştir!