Ruhların savaşı

Sadece fertleri etkiliyor gibi görünse bile rûhumuzun etki altına alınarak kararlarımızın yönlendirildiği bu savaşta kaybetmemek için toplumsal kurumlarımızı korumamız hayatî önem taşımaktadır. Üstelik ilk kimliğimizi edindiğimiz aileler olmasa, değil kişilik geliştirmek, neslimizi bile devam ettiremeyiz.

“ÇIK dışarı!” Beynimde bu ve buna benzer sesler oluşmaya başlamıştım. Durmak kazandırmıyordu. Durduğuma memnun değildim. Öyleyse neden duruyordum? Nereye gidebilirdi, kim bulunabilirdi? Ya da en önemlisi, neyi arıyordum?

Derin sessizlik ve birbiriyle bakışan ama artık beni teğet geçen duvarlar arasında kendimle konuşmaya başlamıştım. İçimde bir ses… Hayır, hayır dışarıdan gelen bir sesti. Evet, bu ikinci ihtimâl beni daha çok rahatlatmıştı.

Birkaç gün sesin nereden geldiğini aramaya koyuldum. Uyanıyor, yemek yiyor, birkaç ayrıntısı mühim olmayan günlük işler derken uyumak istediğim anda ortaya çıkan bu ses...

Rûhumu saran telâş, artık beni uyutmuyordu. Dinlenemiyor, düşünemiyor, yaşayamıyordum. Hayatım kuyuda sallanan bir pamuk ipliğine asılmış da sanki o gün ipim kopmuşçasına en dibe düşmüştüm. Ses bu kez daha çok yankılanmaya başladı: “Çık dışarı!”

“Savaşımız, rûhânî bir savaş, en büyük buhranımız hayatlarımız!”… Bir film repliğinde duymuş olduğum bu sözden sonra yaşadığım şey anlam kazanmaya başladı. Olmak istediğim kişi ile olduğum kişi arasında sıkışmış ve iki karakteri de içimde ben yetiştirmiştim. Karakterlerimin birbirleriyle olan mücadelesinin yorgunluğunu yaşıyor, zihnimdeki fikir çatışmalarının seslerini duyuyordum. Bu buhrana teslim olduktan sonra zihnimi yoran ve ruhumu daraltan sesler yatışmıştı.

İnsanın “Rûhum” dediği şeyi kendinden çoğu zaman ayrı tasavvur ettiğine şâhit olmuşuzdur. Peki, gerçekten rûh, bedenimizden ayrı bir şey midir ve insanın “Rûhum” diye nitelendirdiği şey, aslında olmak istediği ikinci karakteri olabilir mi?

Beden ve ruhu aslında dinî kaynaklardan öğrendiğimiz kadar bilmemize rağmen, çeşitli yorumlar ve kavrama şekilleriyle tanımlarız. En basiti, dalgın bir kişi gördüğümüz anda bedeninin burada olduğunu fakat rûhunun düşündüğü şeyi yaşadığını tahayyül ederiz. Oysa o kişi karşımızdadır ve aynı konumda oturmaktadır. Bu fikir bizi yaşamak istediğimiz ve yaşadığımız hayat arasında sıkıştırmaya başladığında, “Rûhum daralıyor” demeye de başlamışız demektir. Bir anıyı düşünerek ya da yaşamak istediğimiz bir ânı hayâl ederek ruhumuzu başka bir mekâna taşıyabiliyorsak, biz kimiz?

Bu durumun zirvesini 21’inci yüzyıl teknolojisi ve bozulan aile yapıları ile çok daha derinden hissetmemiz mümkün. Örneğin sosyal medyada gördüğümüz kişilere çoğu insanın imrenerek baktığı bir gerçek. Ayrıca hayat tecrübesini izlemekle kalmayıp kendimizi o tecrübeyi yaşarken bulduğumuz anda, bunun bizi düşündürmesi gerekmez mi?

Evet, çok soru sordum ve cevapsız bıraktım, farkındayım. Üstelik bildiğimiz şeyleri tekrar dile getirdim belki de. Ama yine de önce ruhumuzu, sonra bedenimizi ele geçiren bu fikirlere dikkati çekmek istiyorum.

Öncelikle popüler kültürün gelmiş olduğu noktada bunu yaşayan insanların hayatlarından tespitler yaparak başlayalım. Göz önünde olan, kısmen ünlü ve gençlerce çok havalı bulunan bu kişiler için görünmez bir kural var: Bireysel yaşamak fikrine tutkunluk ve aile kurmaktan kaçınmak...

Tüketimin artmasını isteyenler için ayrı evlerde yaşamak, her bireyin eşya almak zorunda kalması ve ortak alanların daraltılması elbette kârlı olacağı için, beyinlerimize işlenen bu fikir, fertten toplum yapısının nasıl bozulduğunu ispatlar niteliktedir.

Yaşam ilk günden beri sürekli değişiyor fakat bu değişimde önemini yitirmemesi gereken bir şey varsa, o da aile olmak. Sadece fertleri etkiliyor gibi görünse bile rûhumuzun etki altına alınarak kararlarımızın yönlendirildiği bu savaşta kaybetmemek için toplumsal kurumlarımızı korumamız hayatî önem taşımaktadır. Üstelik ilk kimliğimizi edindiğimiz aileler olmasa, değil kişilik geliştirmek, neslimizi bile devam ettiremeyiz. Hâsılıkelâm, ruhumuzu daraltan ve çemberinden çıkmamız gereken de işte bu yönlendirmelerdir!