
SÖZCÜKLERİ çoktu fakat kuracak cümlesi yoktu. Kirpiğine tutunmuş bir katre yaş, onu da düşürmeye mecâli yoktu…
Gözlerini hiç kırpmadan belli bir noktaya bakıyor. Zihnini kaplayan sis bulutu ne geçmişten haberdar ediyor, ne de geleceğine dair bir ipucu veriyordu. Âna saplanmıştı adeta; her yer toz duman, gördüğü yüzler belirsiz, işittiği sesler ise sahipsizdi. İçini kemiren, gaipten yükselen ses kalabalığından boş boş etrafına bakıyordu. Ne olup bittiğinin farkında olmayan bir meczup gibiydi aslında. Kim bilir hangi vurgundu gözlerinin buğusundan yansıyan, onu hareketsiz ve bilinçsiz ruh halinin içine alan?
“Neydi yüreğini burkan, ruhunu aciz bedeninde sıkıştıran, onu sadece bulunduğu mekândan değil, zamandan da koparan ve diline kırk kilit vurup anlatmak istediği şey?” diye düşünürken, “Duydun mu yüreğimdeki zemheriyi, çaresizliğimi hissettin mi?” dercesine gözleri gözlerimle buluşmuştu. Bir bakışın bu kadar farklı bir şekilde kalbime dokunabileceği aklımın ucundan dahi geçmemişti. Tâ ki o kara hummalı gözlerinin gözlerime değdiği âna kadar…
Kimi konuşulanları anlar, kimi konuşur fakat anlatamazmış. Hatırlayıp anlatamasa da yüreğine ilişen acıyı, bakışlarındaki buğu ve içindeki o derin sancıyı ele veriyordu. Sanki dünya, bütün yükünü o bakışlara teslim etmiş gibiydi.
Nasır tutmuş parmakları arasında titreyen sigarasından çektiği her derin nefes, acıyı hissetmekle kalmayıp içinde dinmeyen ateşi yeniden tutuşturanmış oysa. Hani derler ya, “acının dili yoktur”. Bedende vuku bulan sızının adresi gösterilir de ruha sirayet eden sızının adresi kayıpmış meğer. Kelâma ve kulağa ihtiyaç duymayan bir lisanı varmış adresi yitik sancıların.
O güne kadar hiçbir bakış böyle içime işlememişti. Sanki başka bir âlem, başka bir iklimdeydik. Her şey susmuştu; o gözleriyle anlatıyordu, ben yüreğimle dinliyordum. “Konuşmadan anlaşmak” dedikleri şey bu muydu? Aramızda oluşan bu duygu akışı yüreğimin tam orta yerinde bir değirmen taşı gibi dönüyor, benim de geçmişimi hatırlatarak eze eze öğütüyordu. Zaman zaman iç çekerek yüreğinde yanan ateşi körüklüyor, o ateşin kıvılcımlarını ruhuma sıçratıyordu. Yüreğindeki yangın beni de yakmasın diye kendimi korumaya alsam da isi dumanı üzerime sinmişti bile. Yanından ayrılırken yürüdüğüm yollar ilmek ilmek boğazımda düğümleniyor, her köşe başı yeni bir düğüm atıyordu. Saçımdan tırnağıma kadar hüzün tüm bedenimi ele geçirmişti.
Dindirebilir miydim bu gök gürültüsünün feryadını? Silebilir miydim ıslanmayan yanakları? Acı pay edilebilir miydim? Yoksa herkes kendi yükünün mü hamalı idi? Yaralar kişiye mi özeldi?
***
Acıyı en iyi anlayanlar, benzer acılar yaşayan kimselerdir. Kederi tecrübe etmeyen ise empati yoluyla hissedendir. Bu duygusal hareket insanlar arasında muhabbete ve çeşitli bağlantıların kurulmasına vesile olur. Bir kimsenin, toplum yahut herhangi bir canlının ıstırabını dindirmek, yükünü hafifletmek veya yarasının izini tamamen yok edemesek de sarıp sarmalayarak kan kaybetmesine engel olmak, ruhumuzun şeklini oluşturan insanî değerlerle mümkündür. Özümüze o muazzam şekli veren, elemi-kederi bir nebze olsun hafifleten olgu ise merhamet ve şefkat duygusudur. İşte bu duygular harekete geçtiğinde kalp, aklı eyleme sevk eder. Sesi çıkmayana ses, gücü yetmeyene güç olma noktasında tetikler. Duyumsayarak var olduğumuz yaşamda keder yalnız değildir. Sevgi, şefkat ve merhametle devinir ve dengelenir.
“Yaşam” denen bu meşakkatli yolculuk, her birimiz için farklı bir labirenttir. Dünyaya gözlerimizi açtığımız andan itibaren seyrettiğimiz bu dolambaçlı yolda iyiyi de, güzeli de, acıyı da, sevinci de yaşarız. Bu duyguların hiçbiri sonsuza dek sürmez. İnsan ruhunda mevsim misâli kışı da, baharı da ağırlar. Tinsel atmosferimizin oluşturduğu bu havada yaşadığımız her bir his, benliğimizi gerçekleştirme gücü kazandırır bizlere.
Bazı acılar resimle, müzikle, şiirle, romanla bireylerin ve cemiyetlerin dillendiremedikleri ıstırabı, tüm derinliği ile yazgılarını geçmişten geleceğe yansıtarak, o toplumun bir anlamda feryadı, mesajı, şikâyeti, tercümanı olmuştur. Toplumsal dramlar kimi zaman ressamların fırça darbeleri ile dışa vurulur, bu tarz eserlere ilgi duyan kişilerin iç dünyasında yankı bulur. Tuvallere yansıyan savaşlar dönemin zor koşullarını anlatırken, verilen mücadeleyi iliklerimize kadar hissettirirler. Yaşanan dramı gözler önüne sererler. Dolayısıyla bütün sanat eserleri bir olmaktan ziyade biz olma ve hayata mânâ katma çabasının ürünüdürler.
Bazı derin acılar ise (ayrılık, ölüm, gurbet gibi) sanata ve sanatçıya ilham olmuşlardır. Kimi acılar türkülere, ağıtlara ses ve name olur. Âşığın, abdalın, şairin, ozanın gönül ateşinde pişirdiği hisler, insanın derinden bir telini titretir ve yankılanır yüreğinde. Dile indirgeyemediği tüm duygular belki gözde, belki özde bir çatlak bulup akar. Hasretliği, ölümü, sevdayı kalbe yük olan tüm duyguların, hayâllerin ve isteklerin ince ve zarif hâlini en duru ifade ediş biçimini türkülerde buluruz: “Gurbet eli bizim için yapmışlar/ Çatısını üç mum çatmışlar/ Ölüm ile ayrılığı tartmışlar/ Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık’’ (Karacaoğlan), “Sarı saçlarına deli gönlümü/ Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban/ Ayrılıktan zor belleme ölümü/ Görmeyince sezilmiyor Mihriban!” (Abdurrahim Karakoç) veya “Gurbet elde bir hâl geldi başıma/ Ağlama gözlerim Mevlâ Kerim’dir/ Derman arar iken derde düş oldum/ Ağlama gözlerim Mevla Kerim’dir” (Pir Sultan Abdal) der gibi…
Kederi deneyimlemiş kişilerin duygu ve düşünceleri zaman zaman edebiyatta karşılık bulur. Edebiyat, duygu ve düşünceyi en etkili şekilde ifade etmenin yoludur. Yazarın psikolojik, sosyolojik ve toplumsal duyarlılığı sanatla özdeşleşir. Bu yolla bireylerin ve toplumun yaralarını sarma noktasında duygularına tercüman olur. Acı öyle büyük bir ağaçtır ki tıpkı meyveler gibi insan, onun dallarında olgunlaşır, gövdesinde şekil bulur, kökleri ile ruhunu besler. Büyük acılar kişileri ve toplumu tekâmül ettirir. Yaşanan sıkıntılar inanç ve olumlu düşünce dinamiği ile beslenerek, edinilen kazanımlar ve tecrübeler geleceğimizin seyrini belirler.
Keder ve elemi galebe getirmeden insanı güçlü kılan o ulvî duyguyla, “sabırla” dünü, bugünü ve yarını zayi etmeden, isyanın kıyısına düşmeden, teslimiyetin şemsiyesi altında sebat etmektir insana düşen. Yaşanan olumsuzluklar karşısında ümitsizliğe düşüp kendimizi akıl ve ruh harbine kaptırdığımızda, iktisap eden şey ne akıl, ne ruh, ne de biz oluruz. “Dünya” denen bu misafirhanede birer konuk olduğumuz gerçeğiyle yüzleştiğimizde ve dili, gönlü, duayı keder kuyularına ip eylediğimizde kabuktan öze doğru bir yolculuk gerçekleştirilecektir. Bu dünyanın bir sınav alanı olduğunu unutmamız gerekmektedir. Sabır, sırat gibi zorlu fakat kişiyi selâmete götürecek o çetrefilli geçidin diğer adıdır.
Hikmet Onat (1882-1977) Siperde Mektup Okuyan Askerler
Sami Yetik (1878-1945) Millî Mücadele