Ruh sağlığının önemi ve Osmanlı’da kullanılan tedavi yöntemleri

Osmanlı hekimlerinin, ruhsal sorunları olan hastaların şifâ bulmaları için uyguladıkları tedavilerden bir tanesi de müzik ile tedavidir. Müzik ile tedavi yöntemini en fazla uygulayan medeniyetler, Osmanlı ve Selçuklu’dur. Sultan İkinci Bayezid’in, Edirne’de, 1488 yılında yaptırdığı dârüşşifâ da hastalara su sesi ve müzik ile tedavi yapılmasını emrettiği bilinmektedir.

RUH sağlığı, bireyin kendisi ve çevresi ile uyum içinde olmasıdır. Ruh sağlığının bozulması ise, “biliş, duygu ve eylemlerde meydana gelen tutarsızlık, uyumsuzluk ve aşırılık durumu” olarak ifade edilir.

Burada bahsedilen tutarsızlık, uyumsuzluk ve aşırılığın bir hastalık olarak kabul edilebilmesi için durumun sürekli olması, günlük yaşamın işleyişini ve kişilerarası ilişkileri gözle görülür bir şekilde bozması gerekir. Kişinin çevresindeki insanlar ile sürekli tartışması gibi...

Örneğin aşırılık durumu, kişinin sevgisini ve öfkesini gösterirken duygularını maksimum yaşamasıdır. Ya da tutarsızlık, örneğin bir kişiden bahsederken onu göklere çıkartıp biraz sonra yerin dibine sokması gibi bir durumdur.

Ruhumuz da tıpkı bedenimiz gibi hastalanır ve iyileşir. Bedenin hastalanması nasıl normal bir durum ise, ruhun hastalanması da normaldir. Ruh ve beden bir bütündür ve denge içerisinde çalışır. Denge bozulmaya başlayınca, ruhsal ve fiziksel hastalıklar baş gösterir.

“Sağlıklı olmak” deyince insanın aklına ilk gelen şey beden sağlığıdır. “Ruh sağlığı” veya “ruhsal bozukluk” denildiğinde ise insanın aklına “delilik” veya “akıl hastalığı” tanımı geldiği için insanlar ruh sağlığı uzmanlarına başvurmaktan çekinmektedirler. Tansiyon hastalığı olan bir kimse hastalığını gizlemezken, kaygı, depresyon, bipolar veya bordeline hastalar, hastalıklarını gizliyorlar. Hasta olmayı kendi suçları veya bir eksiklikmiş gibi düşünüyorlar. Toplumdan dışlanacakları ve iş bulamayacakları düşüncesi ile bu hastalıklarını toplumdan gizlemek zorunda olduklarını söylüyorlar.

Kalbinde sorun olan bir kimse çekinmeden doktora gidip yardım isteyebiliyor. Bu durum toplumda normal bir durum olarak karşılanırken, psikolojik olarak sıkıntı yaşayan bir kişinin bunu dile getirmesi, yardım talep etmesi o kadar kolay olmuyor. Çünkü öncelikle kendisi bunun bir hastalık olduğunu kabul etmekte zorlanıyor. Aklına ilk gelen şey, “Ben deli değilim” veya “Yaşadıklarımı birine anlatırsam bana deli derler” düşüncesi. Psikiyatrist veya psikoloğa gitmek sizi deli yapmaz. Bilakis bunları ertelemek, bastırmak veya kendince çözüm yolları aramak, sizi içinden çıkılmaz bir girdaba sürükler. Her işin bir uzmanı olduğu gibi ruh sağlığı konusunda da uzmana güvenmek gerekir. Kendiliğinden geçeceği düşüncesi yanlıştır. Ertelenen, yok sayılan, bastırılan sorunlar ileride karşımıza çığ gibi büyümüş olarak çıkacaklardır.

Osmanlı’da psikolojik sağlığa yönelik uygulamalar

Osmanlı döneminde “bîmâristân, bîmârhâne, şifâhâne veya dârüşşifâ” denilen hastaneler yapılmıştır. Psikolojik sağlık ve bedensel sağlık arasındaki ilişkiyi iyi bilen atalarımız, farklı yöntem ve teknikler ile hastaların sağlıklarına kavuşmaları için büyük çaba harcamışlar ve çalışmalarını titizlik ile sürdürmüşlerdir. Binaların yapımına verdikleri önemi, bu hastanelerde çalışacak olan hekimleri seçerken de göstermişler ve burada çalışacak hekimlere de belirli kurallar getirmişlerdir. Haseki Sultan’a ait 1551 tarihli vakfiyede dârüşşifânın idâresi ve hekimlerin hastalara yaklaşımı konusunda şu kriterler konulmuştur: “Doktorlar hastalara karşı serin kalpli, ahlâklı, güzel huylu, endişeden uzak, samîmi, şefkatli, hastaya güzel davranan insanlar olmalı.”

Bu kurallar günümüzde de geçerli olmakla birlikte, hastaya doğru yaklaşım da bu şekilde olmalıdır. Çünkü kalpleri kırık, gönülleri yorgun olan hastalara şifâ yolculuğunda yoldaş olabilecek kişilerin “naif” davranmaları önemlidir.

Günümüzde insanların göz ardı ettiği bir şey var: İnsan “ruhsal olarak” hastalanınca, artık onu hasta kabul edenler, “bir şeyden anlamaz, deli, aklını kaçırmış” gibi sıfatları lâyık görerek bu durumdaki kişilerin de kendileri gibi nefes alıp veren birer insan olduğunu unutmak…  

Hastanede stajımı yaparken, hastalardan bir tanesi yanıma gelip sigara istedi. Ben de kendisine kibar bir şekilde sigara içmediğimi söyledim. Yanımda bulunan ve benim gibi stajyer olan arkadaş, bana dönüp, “Deli işte, niye muhatap alıp cevap veriyorsun ki?” demişti. Ben de kendisine, “O da senin gibi bir insan! Tek farkı, onun içeride, senin dışarıda olman!” şeklinde cevap vermiştim. Ruh sağlığı alanında çalışacak kişilerin, Osmanlı zamanındaki kriterlere sahip olduğu gibi, hastalara karşı serin kalpli, ahlâklı, güzel huylu, endişeden uzak, samîmi, şefkatli ve hastaya güzel davranan insanlar olmaları hem meslekî açıdan, hem de hastaya faydalı olması bakımından önemlidir. Bu meslekte başarılı olmanın sırrı, kişinin önce kendisini, sonra diğer insanları sevmesi ve saygı göstermesidir. Sevgi ve saygı olmadan yapılan hiçbir iş fayda getirmez, insanın sırtına sadece yük olur.

Osmanlı döneminde hastalara verilen değerin bir diğer örneği de şöyledir: Beyazıt Külliyesi’nde, akıl hastalarına mahsus bölümde “kırk” akıl hastasına “yüz elli” hasta bakıcı hizmet vermiştir. (Şeker, 1987)  

Osmanlı dönemindeki psikolojik sağlık uygulamalarında mimari, doğa, aroma terapi, sağlıklı beslenme ve müzikten faydalanılmıştır. Evliya Çelebi, Edirne’de bulunan dârüşşifânın mimarî özelliklerinden şöyle bahsetmiştir: “Sekiz kemer altında birer kış odası vardır. Her odada yer alan ikişer pencerenin biri odanın dışında olan ağaçlıklı, gülistan ve sünbülistanlı olan baharistan bağına bakarken, diğeri büyük kubbenin ortasındaki büyük havuzun fıskiye ve şadırvanına bakar.”

Bu dârüşşifâdaki odalarda, her türlü hastalığa yakalanmış insanlar, sınıf gözetmeksizin (zengin, yoksul, yaşlı ve gençler) tedavi edilmekteydi. Ayrıca hastaların tabiatına göre tedaviler uygulanmaktaydı; kış günlerinde ateş yakılıp kuş tüyü yataklar, yorganlar ve ipekli yastıklarda hastalara hizmet sunuluyordu. Bahar mevsiminde ise yasemin, gül-i nesrin, şebboy, karanfil, reyhan, lâle, menekşe, erguvan, şakayık, nergis, sümbül ve safran gibi çeşitli çiçekler verilirdi.

Akıl hastalarına ve diğer hastalara Keykavus mutfağından, hastanın derdine göre, keklik, sülün, güvercin, üveyik, kaz, ördek ve bülbül gibi kuşları avcılar getirir, bu kuşlar hastanın istek ve arzusuna göre pişirilip hastaya ikram edilirdi. (Evliya Çelebi, 2006)   

Osmanlı hekimlerinin, ruhsal sorunları olan hastaların şifâ bulmaları için uyguladıkları tedavilerden bir tanesi de müzik ile tedavidir. Müzik ile tedavi yöntemini en fazla uygulayan medeniyetler, Osmanlı ve Selçuklu’dur. Sultan İkinci Bayezid’in, Edirne’de, 1488 yılında yaptırdığı dârüşşifâ da hastalara su sesi ve müzik ile tedavi yapılmasını emrettiği bilinmektedir.

Evliya Çelebi, zihni açma, hâfıza ve hatırlamayı güçlendirmede İsfehan; aşırı hareketli ve heyecanlı hastaları sakinleştirmede Rehavî; sıkıntılı, karamsar, durgun ve neşesiz hastalara da Kûçî mâkâmlarının iyi geldiğini Seyahatnâme’sinde yazmıştır.  

Sağlıklı günler dilerim…