
RUH sağlığı, bireyin
kendisi ve çevresi ile uyum içinde olmasıdır. Ruh sağlığının bozulması ise, “biliş,
duygu ve eylemlerde meydana gelen tutarsızlık, uyumsuzluk ve aşırılık durumu”
olarak ifade edilir.
Burada
bahsedilen tutarsızlık, uyumsuzluk ve aşırılığın bir hastalık olarak kabul edilebilmesi
için durumun sürekli olması, günlük yaşamın işleyişini ve kişilerarası
ilişkileri gözle görülür bir şekilde bozması gerekir. Kişinin çevresindeki
insanlar ile sürekli tartışması gibi...
Örneğin
aşırılık durumu, kişinin sevgisini ve öfkesini gösterirken duygularını maksimum
yaşamasıdır. Ya da tutarsızlık, örneğin bir kişiden bahsederken onu göklere
çıkartıp biraz sonra yerin dibine sokması gibi bir durumdur.
Ruhumuz
da tıpkı bedenimiz gibi hastalanır ve iyileşir. Bedenin hastalanması nasıl
normal bir durum ise, ruhun hastalanması da normaldir. Ruh ve beden bir bütündür
ve denge içerisinde çalışır. Denge bozulmaya başlayınca, ruhsal ve fiziksel
hastalıklar baş gösterir.
“Sağlıklı
olmak” deyince insanın aklına ilk gelen şey beden sağlığıdır. “Ruh sağlığı”
veya “ruhsal bozukluk” denildiğinde ise insanın aklına “delilik” veya “akıl
hastalığı” tanımı geldiği için insanlar ruh sağlığı uzmanlarına başvurmaktan
çekinmektedirler. Tansiyon hastalığı olan bir kimse hastalığını gizlemezken,
kaygı, depresyon, bipolar veya bordeline hastalar, hastalıklarını gizliyorlar.
Hasta olmayı kendi suçları veya bir eksiklikmiş gibi düşünüyorlar. Toplumdan
dışlanacakları ve iş bulamayacakları düşüncesi ile bu hastalıklarını toplumdan
gizlemek zorunda olduklarını söylüyorlar.
Kalbinde
sorun olan bir kimse çekinmeden doktora gidip yardım isteyebiliyor. Bu durum toplumda
normal bir durum olarak karşılanırken, psikolojik olarak sıkıntı yaşayan bir
kişinin bunu dile getirmesi, yardım talep etmesi o kadar kolay olmuyor. Çünkü
öncelikle kendisi bunun bir hastalık olduğunu kabul etmekte zorlanıyor. Aklına
ilk gelen şey, “Ben deli değilim” veya “Yaşadıklarımı birine anlatırsam bana
deli derler” düşüncesi. Psikiyatrist veya psikoloğa gitmek sizi deli yapmaz.
Bilakis bunları ertelemek, bastırmak veya kendince çözüm yolları aramak, sizi
içinden çıkılmaz bir girdaba sürükler. Her işin bir uzmanı olduğu gibi ruh
sağlığı konusunda da uzmana güvenmek gerekir. Kendiliğinden geçeceği düşüncesi
yanlıştır. Ertelenen, yok sayılan, bastırılan sorunlar ileride karşımıza çığ
gibi büyümüş olarak çıkacaklardır.
Osmanlı’da
psikolojik sağlığa yönelik uygulamalar
Osmanlı
döneminde “bîmâristân, bîmârhâne, şifâhâne veya dârüşşifâ” denilen hastaneler
yapılmıştır. Psikolojik sağlık ve bedensel sağlık arasındaki ilişkiyi iyi bilen
atalarımız, farklı yöntem ve teknikler ile hastaların sağlıklarına kavuşmaları
için büyük çaba harcamışlar ve çalışmalarını titizlik ile sürdürmüşlerdir.
Binaların yapımına verdikleri önemi, bu hastanelerde çalışacak olan hekimleri seçerken
de göstermişler ve burada çalışacak hekimlere de belirli kurallar
getirmişlerdir. Haseki Sultan’a ait 1551 tarihli vakfiyede dârüşşifânın idâresi
ve hekimlerin hastalara yaklaşımı konusunda şu kriterler konulmuştur:
“Doktorlar hastalara karşı serin kalpli, ahlâklı, güzel huylu, endişeden uzak,
samîmi, şefkatli, hastaya güzel davranan insanlar olmalı.”
Bu
kurallar günümüzde de geçerli olmakla birlikte, hastaya doğru yaklaşım da bu
şekilde olmalıdır. Çünkü kalpleri kırık, gönülleri yorgun olan hastalara şifâ
yolculuğunda yoldaş olabilecek kişilerin “naif” davranmaları önemlidir.
Günümüzde
insanların göz ardı ettiği bir şey var: İnsan “ruhsal olarak” hastalanınca,
artık onu hasta kabul edenler, “bir şeyden anlamaz, deli, aklını kaçırmış” gibi
sıfatları lâyık görerek bu durumdaki kişilerin de kendileri gibi nefes alıp
veren birer insan olduğunu unutmak…
Hastanede
stajımı yaparken, hastalardan bir tanesi yanıma gelip sigara istedi. Ben de
kendisine kibar bir şekilde sigara içmediğimi söyledim. Yanımda bulunan ve
benim gibi stajyer olan arkadaş, bana dönüp, “Deli işte, niye muhatap alıp
cevap veriyorsun ki?” demişti. Ben de kendisine, “O da senin gibi bir insan! Tek
farkı, onun içeride, senin dışarıda olman!” şeklinde cevap vermiştim. Ruh
sağlığı alanında çalışacak kişilerin, Osmanlı zamanındaki kriterlere sahip
olduğu gibi, hastalara karşı serin kalpli, ahlâklı, güzel huylu, endişeden
uzak, samîmi, şefkatli ve hastaya güzel davranan insanlar olmaları hem meslekî
açıdan, hem de hastaya faydalı olması bakımından önemlidir. Bu meslekte
başarılı olmanın sırrı, kişinin önce kendisini, sonra diğer insanları sevmesi
ve saygı göstermesidir. Sevgi ve saygı olmadan yapılan hiçbir iş fayda
getirmez, insanın sırtına sadece yük olur.
Osmanlı
döneminde hastalara verilen değerin bir diğer örneği de şöyledir: Beyazıt Külliyesi’nde,
akıl hastalarına mahsus bölümde “kırk” akıl hastasına “yüz elli” hasta bakıcı
hizmet vermiştir. (Şeker, 1987)
Osmanlı
dönemindeki psikolojik sağlık uygulamalarında mimari, doğa, aroma terapi,
sağlıklı beslenme ve müzikten faydalanılmıştır. Evliya Çelebi, Edirne’de
bulunan dârüşşifânın mimarî özelliklerinden şöyle bahsetmiştir:
“Sekiz kemer altında birer kış odası vardır. Her odada yer alan ikişer
pencerenin biri odanın dışında olan ağaçlıklı, gülistan ve sünbülistanlı olan
baharistan bağına bakarken, diğeri büyük kubbenin ortasındaki büyük havuzun
fıskiye ve şadırvanına bakar.”
Bu
dârüşşifâdaki odalarda, her türlü hastalığa yakalanmış insanlar, sınıf
gözetmeksizin (zengin, yoksul, yaşlı ve gençler) tedavi edilmekteydi. Ayrıca hastaların
tabiatına göre tedaviler uygulanmaktaydı; kış
günlerinde ateş yakılıp kuş tüyü yataklar, yorganlar ve ipekli yastıklarda
hastalara hizmet
sunuluyordu. Bahar mevsiminde ise yasemin, gül-i
nesrin, şebboy, karanfil, reyhan, lâle, menekşe, erguvan, şakayık, nergis,
sümbül ve safran gibi çeşitli çiçekler verilirdi.
Akıl hastalarına ve diğer hastalara Keykavus
mutfağından, hastanın derdine göre, keklik, sülün, güvercin, üveyik, kaz, ördek ve bülbül
gibi kuşları avcılar getirir, bu kuşlar hastanın istek ve arzusuna göre
pişirilip hastaya ikram edilirdi. (Evliya Çelebi, 2006)
Osmanlı
hekimlerinin, ruhsal sorunları olan hastaların şifâ bulmaları için uyguladıkları
tedavilerden bir tanesi de müzik ile tedavidir. Müzik ile tedavi yöntemini en
fazla uygulayan medeniyetler, Osmanlı ve Selçuklu’dur. Sultan İkinci Bayezid’in,
Edirne’de, 1488 yılında yaptırdığı dârüşşifâ da hastalara su sesi ve müzik ile
tedavi yapılmasını emrettiği bilinmektedir.
Evliya
Çelebi, zihni açma, hâfıza ve hatırlamayı güçlendirmede İsfehan; aşırı
hareketli ve heyecanlı hastaları sakinleştirmede Rehavî; sıkıntılı, karamsar,
durgun ve neşesiz hastalara da Kûçî mâkâmlarının iyi geldiğini Seyahatnâme’sinde
yazmıştır.
Sağlıklı
günler dilerim…