
ARİSTO kültürel ahlâkî dejenerasyona karşı der ki, “En bedbaht millet, kaleleri ayakta iken kültürü ve ahlâkı harabe olan millettir”. Efendimiz (sav) ise, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” diye buyurur. Peki biz, O’nun ümmeti, ne hâldeyiz? Hiç kendimizi sorguluyor muyuz?
Terbiye ve edep fukarası olarak arsızlık ve utanmazlıkta üstümüze yok ne yazık ki. Sağımıza ve solumuza bakarsak görürüz. Ülke olarak gelişip büyürken, dünya devletleri arasına adımızı yazdırırken, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın dünya liderleri arasına adını yazdırması ile gurur duyarken, toplum olarak biz nereye koşuyoruz?
“Ülkemizin en büyük sorunu nedir?” sorusuna vereceğim cevap, “Yozlaşma” olur. Yaşadığımız hemen hemen her olumsuzluğun, acının, kötülüğün, yanlışın, çirkinliğin, manevî dünyamızı karartan işlerin nedenini, kaynağını ve sonucunu açıklamak için kullanılabilecek can alıcı kavram, evet, “yozlaşma”. Elbette kimileri ne yazık ki yozlaşmanın adını “çağdaşlaşma” koydu. Tıpkı LGBT propagandası gibi… Acı ama gerçek bu. Bir insanın, toplumun ya da kurumun, genel olarak bir şeyin sahip olduğu yani doğasında, yapısında var olan iyi özellikleri, “onu o yapan” iyi nitelikleri kaybetmesi, yitirmesi ve böylece bozulmasının adı, ne yazık ki ülkemizde “çağdaşlaşmak”. Bir başka anlamda da “medeniyet” kavramı bu şekilde yorumlanıyor kimi kitleler tarafından.
Her alanda görülecektir ki, yozlaşma aslında çürümedir. Bugün çürüyen bir nesille karşı karşıyayız. Çünkü bir şey çürüdüğünde, zaten bozulmuş, özelliklerini yitirmiş olur.
Çürüme, yozlaşmanın son ve en kötü aşaması olsa gerektir. Bir insana, topluma ya da olguya yönelik olarak “yozlaşmış” ya da “yoz” nitelemesini kullanmakla o şeye ilişkin bir bozulmadan, o şeyin iyi özelliklerini kaybetmesinden söz ediyoruz demektir. Bu yüzden yozlaşma, bir dokunun parçalanması ve işlevsiz duruma gelmesidir. Yozlaşmayla birlikte bir niteliksizlik durumu ortaya çıkmaktadır. Yozlaşma bu nedenle özünden uzaklaşma, daha önce var olan özelliklerinden kopma, özelliksiz ve deyim yerindeyse, “ne idüğü belirsiz” bir duruma gelmektir. Yozlaşma bir tür kimlik erozyonudur.
“Yoz” ya da “yozlaşma” kavramı halk arasında da çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Örneğin “yoz toprak”; el değmemiş, işlenmemiş ve verimsiz toprak anlamında kullanılır. Ya da doğaya başıboş bırakılmış ve bu yüzden evcillikte edindiği özellikleri yitirmiş hayvan için “yoz hayvan” denir. Hatta bu niteleme, “kısır hayvan” için de kullanılır. Yağmur vermeyen buluta “yoz bulut” diyenler vardır. “Yoz tarla”, ekime elverişli olmayan toprak demektir. Çünkü bir tarlanın sahip olduğu temel özellik, ekime elverişli olması ve ürün vermesidir. Yozlaşınca, bozulunca bunlar olamaz.
Yozlaşma için “soyunun, türünün (iyi) özelliklerini yitirmiş, soyundan, türünden, özünden uzaklaşmış, köksüzleşmiş” tanımı da yapılır. Yozlaşma, yapının bozulmasıdır özetle ve genellikle “sonradan” olan bir şeydir. Bugün bunu yaşıyoruz. Bozulmuş, iyi niteliklerini kaybetmiş, niteliksizleşmiş, köksüzleşmiş, kötüleşmiş, kabalaşmış, insanlıktan çıkmış insanı ve toplumu anlatmak gerek.
Toplumsal çürüme
Kentsel yozlaşma, değerlerin yozlaşması, ahlâkî yozlaşma, eğitimde yozlaşma, dilde yozlaşma, akademik yozlaşma, meslekî yozlaşma, siyâsî yozlaşma, ilişkilerin yozlaşması, sevginin yozlaşması, komşulukların, arkadaşlıkların, dostlukların, akrabalıkların yozlaşması, gelenek ve göreneklerin yozlaşması, adaletin yozlaşması, yozlaşmış sanat-edebiyat, toplumsal yozlaşma ve en önemlisi de “insanın yozlaşması” gibi nitelemeler hep aynı noktaya işaret eder.
Yozlaşma hem bir neden, hem de bir sonuçtur. Nedendir; çünkü bir şey bozuksa, çürümüşse, yozlaşmışsa diğer şeylere olumsuz yansır. Yozlaşmış bir toplumda doğan her çocuk olumsuz nitelikler edinir ve iyi bir insan olamaz. Dolayısıyla yozlaşma, çok önemli bir olumsuzluk nedeni ve kaynağıdır.
Dediğimiz gibi, aynı zamanda bir sonuçtur; eğitim, kültür, bilim yapısı, toplumsal-insanî değerler, tarihimiz, bizi biz yapan gelenek göreneklerimiz, manevî dünyamız korunmaz ve geliştirilmezse, bunlara gereken yatırım yapılmazsa yozlaşma başlar ve artar. Yozlaşma, bir sürü etkenin neden olduğu bir süreç ve sonuçtur. Yozlaşmanın toplumsal düzeydeki en önemli nedenleri; insanı temel almayan sosyo-ekonomik sistemler, evrensel insani yani etik değerlerden uzaklaşma, uygarlık kazanımlarına sırtını dönme, çağından uzaklaşma, çıkar çatışmaları, savaşlar, düşmanlıklar, akıl ve bilimden uzaklaşmak gibi olgulardır. Bireysel düzeyde ise hırslar, çıkarlar, bencilikler, sınırsız arzular, eğitimsiz-kültürsüz kalmak, düşünememek, sorgulamamak, farkında olmamak, sürü üyesi olmak gibi nedenler sıralanabilir.
Yozlaşmış bir insan, insanî özelliklerini, insanî özünü kaybetmiş, insanî değerlerden uzaklaşmış, bozulmuş, çürümüş insan demektir. Şimdi yaşadıklarımıza, dünyamıza ve ülkemize dönüp baktığımızda, her gün, her an gördüğümüz, duyduğumuz, yaşadığımız şiddet, cinayetler, savaşlar, kabalıklar, vahşetler, canavarlıklar, sevgisizlikler, ötekileştirmeler, gerilikler ve hırslar tam da bir yozlaşmayı ifade etmiyor mu? Bir bozulmayı, insanlıktan çıkmayı, insanî özden uzaklaşmayı, niteliği yitirmeyi, köksüzleşmeyi, yozlaşmayı anlatmıyor mu tüm bu kötülükler ve gerilikler?
İnsan gibi yaşamakta zorlanıyoruz, çünkü yozlaştık. İyi özelliklerimizi kaybettik, bozulduk. Toplumsal bir yozlaşmanın içindeyiz. Peki, ne yapabiliriz?
Farkındalık ve karşı hamle
Yozlaştığımızın farkında olmalıyız öncelikle. Sonra düzeltmenin yollarını bulmak gerek. Derdimiz yozlaşma ile mücadele olmalı. Nitelikli eğitimle, kültürle, bilimle, insanî değerlerle, etikle, akılla, sevgiyle, düşünmeyle, sorgulamayla, okumayla bezeli bireysel ve toplumsal yaşamlar oluşturmalıyız yozlaşmayı önlemek için. Yoksa bu işin sonu toptan kötüye gidiş, acı ve yok oluştur.
En acı son, elbette insanın yozlaşması yani bozulması, çürümesi, insanlığından çıkmasıdır. Başa da taşımıştık, ünlü düşünür ve devlet adamı Aristo’nun söylediği gibi, “En bedbaht millet, kaleleri ayakta iken kültürü ve ahlakı harabe olan millettir”.
Niçin bu konuyu ele alıyoruz? Zira büyüyen, gelişen ve süper güç olma yolunda adımlar atan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin önünü kesebilecek en büyük tehlikedir yozlaşma. Ve bu, bir emperyalizm oyunudur. İçimize atılan bomba çeşitlerinden biridir. LGBT bombasını görmedik mi meselâ? Televizyonlarda bu milletin gelenek ve göreneklerine, millî ve manevî kültürüne resmen tecavüz ettirilen dizi bombardımanı dünyanın hiçbir medenî ülkesinde yoktur. Ama uyutulan ülkelerde vardır. Bu nedenle uyanmakta geç kalınmamalı.
Bu millet uyuyamaz!
Biz Müslüman Türkleriz. Allah İslâm’ı ve Müslümanları bin yıldır bizlere emanet etti. Boş mu, sahipsiz mi bırakır zannedersiniz? Çünkü Türk Devleti dediğini yapar, beklerken evham yapmayalım. Ne zannettiniz? Bu devletin üzerine oyun kuranların her birinin sonunda emellerine ulaşacağını mı? Bu devletin Başkomutanı Recep Tayyip Erdoğan’ın uzun yıllardır üzerine oynanan oyunlar karşısında neden yıkılmadığını nasıl yorumluyorsunuz? Allah’ın eli, İslâm’ı ve Müslümanları emanet ettiği Türk Devleti’nin ve onu yönetenin üzerindedir. Devletimiz artık “imparator devlet” refleksiyle hareket ediyor. Nasıl oldu bu? Kimin eli değdi? Mazlumların duasını Yüce Allah boş çevirir mi? İktidarda biz varız ama işleri yürütenler envaiçeşit Aksaçlılar.
Yüzde 98’i Müslüman bu halkın ama hepimiz aynı eğitimde yetiştik, aynı olgu, algı ve istikametle eğitildik. Bu “şey”in birinci özelliği şuydu: “Avrupa zengindir, güçlüdür, medenî, efendidir. Avrupa yapar, biz Türkler yapamayız. Türkiye Batı’nın yolundan şaşmasın, üretemeyiz…” Hep bu algı operasyonlarıyla kandırıldı bu millet. Afrika’yı sömürerek güçlü varlığını sürdüren Batı’nın, ABD’nin tekeline itildik hep. Peki, ne oldu? Uzun yıllar ABD ve Batı’nın elinde oyuncak olarak emir alan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde bağımsızlığını adeta tekrar ilân etti. Hayâl denilen bütün projeleri yüzde yüz yerli ve millî kimliğiyle hayata geçirdi. Savunma sanayiinden yerli otomobile, doğalgaz üretiminden petrol keşfine kadar Türkiye, nereden nereye geldi!
İnsanın elini vicdanına koyması gerek. Avrupa’nın hızla yaşlanan nüfusu karşısında genç Türkiye var. O nedenle, yukarıda belirttiğim gibi, genç nesil üzerinde oynanan yozlaştırma oyunu çok ama çok önemli. Şu an Avrupa, “çoklu organ yetmezliği” dediğimiz şeyi yaşıyor; bıraksak yıkılacak (ki yıkılırken etrafındakilerin üzerine devrilebilir). Onlara, “Güçlendirme başlığı altında güvenliğiniz için bize ihtiyacınız var” dersek, o eski bina bizim üzerimize çöker. Avrupa ve ABD yıkılıyor, inanın. 50 devletten oluşan ABD kendi iç savaşını önlemenin derdinde. AB ülkeleri perişan hâldeler, bilmek için gidip yaşamak gerek.
Türkiye’nin iç huzur ve barışını TÜSİAD ve MÜSİAD gibilerinin ekonomi tesirinden, paranın gücünden kurtarmalıyız. Paranın dostu, dini imanı olmaz. Türkiye millî ve manevî değerlere ağırlık ve öncelik vermeli. Olmayan insanla çok olan alet edevat çalışmaz, ama konfor vaadiyle Avrupa gibi davranıyoruz. Hâlbuki örneğin Rusya’nın devleti güçlüdür, halkı değil. Çin’in devleti güçlüdür, halkı değil. İran devleti zengindir, halkı değil. Araplarsa zengindir, devletleri zayıftır. Biz ise Türk’üz. Cesuruz. Devleti ve milletiyle güçlüyüz. Askeri, polisi, istihbaratı ile güçlüyüz. Ve Allah’ın eli hep üzerimizde olmuştur. Ki bugün mazlum milletlerin gür sesi olmamız bundandır. Tarih boyunca da böyle olmadı mı? Bunların cakası Fatih’e kadar İpekyolu-Ümit Burnu sömürgeciliğidir. Fakat artık bitti. Boş oldukları ortaya çıktı.
Son söz
Mecelle’de belirtilen hususa göre, bence def’-i mazarrat aşamasını geçtik, celb-i manafi aşamasındayız. Yani zararlı olanı gidermek, fayda elde etmekten daha öncelikli. Analiz, sentez, tahlil, tetkik ihtiyacımız, bugün hiç olmadığından daha yüksek seviyede. Bugün AB, NATO, ABD, Rusya, Çin, Hindistan, Japonya, Kuzey Kore, Pakistan, İran, İngiltere, Brezilya, Orta ve Güney Afrika, Endonezya ve civarı büyük değişikliklere gebe. Bugüne kadar genel geçer etki-baskı, yaptırım, hatta savaş şekilleri ile bir taraf diğer tarafa üstünlük sağlıyordu. Bugünse bu yöntemi kullanan bütün güçler, tabiri caizse “çoklu organ yetmezliği” misali kendi kendilerine harakiri içerisindeler. Mukadderat, kaçınılmaz sonu bekleme durumunu yaşıyorlar. Bu tarihte çok oldu; Yüzyıl Savaşlarını unutmamak lâzım. Haçlı Seferleri tamam da, Birinci ve İkinci Dünya Harplerini de unutmamak lâzım.
Bütün bunlar ışığında -hülâsa- şudur kanaatim: Evvelâ her halükârda “Zafer İslâm’ındır”.“Türk Cihan Hâkimiyeti” gerçekleşecektir. ABD kendi iç savaşını bastırmaya çalışıyor, önlemeye değil; Hıristiyanlara karşı haç işaretini alnına kazımakla sözde Haçlı Seferi başlatıyor Trump’ın Dışişleri Bakanı. Batı çöküyor. Bunun karşısında İslâm (Türkiye); Çin, Rusya, Brezilya, Güney Afrika İttifakı hayırlı uğurlu olsun. Altı metrekarelik bir odada Osmanlı İmparatorluğu’nu görebilen Osman Gazi’nin vizyonu gerçekleşmiştir ve bugün Türkiye o vizyonun silüetleri üzerinden yürümektedir. Milletimizin bugünkü efradı bunu başaracaktır.
Bir ibretlik hatıra ile bitirelim: Efendimiz hasta yatağında komutan olarak Hazreti Usame’yi çağırtıyor, Kendisi ise mescide giderek namazı Hazreti Ebubekir’in arkasında kılıyor. Daha sonra Hazreti Usame ile buluşuyor ve Suriye tarafına gidecek ordu için ona talimatlarda bulunuyor. Efendimizin (sav) son arzusu, Suriye’nin fethi. Allah (cc), Efendimize (sav) Şam ve İstanbul’u söyletmiş o mübarek son vakitlerinde. Sonuçsa net: Şam ve İstanbul, İslâm’ın. Biz de safımızı belli edelim.
Türkiye bunu iyi yapıyor. Dönem ve savaş bahislerine yönelik tarih okumalarına göre bugün, o günlerle ortakçasına yaşanıyor. Netice de aynı olacak inşallah. Zafer İslâm’ındır ve “Türk cihan hâkimiyeti” mefkûresi kıyamete kadar kaimdir. Temkinli olmakla birlikte, sahadaki ve masadaki fotoğraf bize bunu anlatıyor. YPG’nin silah bırakıp Suriye ordusuna katılması, Türkiye’nin tesirinin ve tersten işlem yapabilen Türk “plan ve prensipler manzumesi”nin gücünü gösteriyor. Türkiye yalnızca topraklarındaki terörü temizlemekle kalmıyor; Suriye, Irak ve hatta İran ve Ermenistan’da tanzim edici etkileri olacak büyük bir harekete imza atıyor.
İsrail, ABD, Rusya, İran ve hatta AB’ye rağmen böylesi bir anlaşma kurmak, Türkiye’nin gücünden ileri gelir. Bu yüzden güçlü Türkiye’nin genç nesline millî ve manevî olarak çok ama çok dikkat etmesi şarttır.