Rönesans’ı amuda kaldırmak, kültürümüzü ayağa kaldırır mı?

Doğanın fıtratı, hukukun fıtratı, sanatın fıtratı ve insanın fıtratı ile denklenen birebir fonksiyonların buluştuğu noktalar, politika belirleme noktalarımız olmalıdır. Yedi yıllık bolluk dönemimiz bitmiş, yedi yıllık kıtlık döneminin içinde yaşıyor olabiliriz; ancak bu, önümüzde yeni bir bolluk döneminin olacağı plânını da doğurmalıdır.

“RÖNESANS” denince, dünyanın en önemli gelişmelerinden biri olarak, bir coğrafyanın kültür ve sanat atağı akla gelir. Bu gelişme, tarihte bir çağ kırılması yaşatmıştır. Tıpkı İstanbul’un Fethi gibi…

İstanbul’un Fethi, sadece şehrin İslâm ile tanışması değil, Doğu’nun bütün unsurlarıyla batı yönüne akması ve Batı’nınsa doğu yönüne meyli yerine Doğu’nun taşındığı nehirlere baraj olması ile tarif edilebilir. Burada Batı için “nehirlerin aktığı deniz” değil de “nehre kurulan baraj” söylemi getirmemizin bir sebebi var.

Fethin kumandanı Fatih Sultan Mehmed Han’ın gözündeki perspektif ufukta denizle kavuşan Doğu nehirlerine işaret ederken, ondaki bu görüşü sezen baraj mimarları, nehirlere set çekme bağlamında ellerinden gelen hücumu sarf ettiler. Sonunda başardılar da. Fatih’in bekâya göçü, Doğu nehirlerinin denizle buluşmasını engellediği gibi, söz konusu perspektifin yaşatılmaması üzerine kurulu stratejinin de tutması ile karşı bir atağı başlattı.

Burada farklı bir bakış getirerek “baraj” konusu üzerine söylem geliştirmenin önemli olacağını düşünüyorum…

Baraj, insanoğlunun yeryüzünde etkin kıldığı en önde kültür eylemlerinden biridir. Zira doğanın hareketine “karşı” bir işlem yürütülür barajla. Barajla sadece su tutulmaz, suyun aktığı yollar bu yapıttan etkilendiği gibi, suyun bizzat kendisi de bu yapıttan etkilenir. Aktıkça temizlenecek ve tatlanacak su yeni yollar bulup yeni toprakla buluşarak sürekli ürünler sağlarken, durağanlaştırılan su ise güneş ve hattâ insan ürünü maddelerle işlenecek, tutulduğu yerin iklimine etkiyerek iklimin doğallığını bozacaktır. Susuz kalan toprak ve ürün verimsizliği ise cabası…

Baraj, bir fayda elde etme ürünüdür. Bu noktada kültür de, kendisini meydana getiren toplum için olumlu sonuçlar arz etmesi düşünülen bir yoldur. Ancak kültürün insan neticesi, farklı kültürler karşı karşıya geldiğinde olumsuz sonuçlar vermektedir. Bu anlamda doğala ayak uydurarak insanı hazırlamak, Yûsuf Nebî kıssası ile Server-i Enbiyâ Efendimiz’in Medîne’ye eriştiğindeki dönemde gerçekleştirdiği icraatla en güzel temsilini bulur.

Nasıl insanın bir fıtratı varsa, doğanın da bir fıtratı vardır. Zira o da yaratılmıştır. Mısır Melikinin gördüğü rüyadan yedi yıl bolluk ve yedi yıl kıtlık yorumunu çıkartan Yûsuf Peygamber, Melik’e sunduğu tavsiyede doğanın gidişatına aykırı davranmayı vazetmez. Ona uymayı ve yedi yıllık bolluk sırasında yetecek kadarını tüketip kıtlık zamanına karşı tedbir almayı öğütler. Bu anlamda kendisine bir seralama yöntemi de vahyedilebilirdi belki. Ancak ürün fıtratı ile ürün üzerine bozulacak insan fıtratının bozulması istenmemişti belli ki, “Biz öğrettik” denildiği üzere, doğaya karşı yeni bir kültür alternatifi değil de doğayla uzlaşan bir çözüm yöntemiyle Melik’in karşısına çıktı.

Hazreti Yûsuf’un (as) doğayla yaptığı müzakere, Medîne’ye hicret eden Habîbullah (sav) ile “insan ile müzakere” şekline bürünür. Baraj kurmak, kuyu tutmak, alışveriş yapmamak, duvar örmek, mahalle ayırmak şeklinde işlemeyen Medîne Sözleşmesi, hukukun fıtratının da işlemesine müsaade ediyordur. Şehir yeni bir demografiye uğratılmak üzere fıtrata aykırı bir yöntemle, meselâ çatışmayla, savaşla, hapisle, boykotla, duvarlarla fıtrat parçalanmasına uğrasaydı, bugün İslâm’ın barış ve esenlik dini oluşundan asla bahsedemeyecektik. Hattâ kendi kendini tezada düşüren bir kurguyla, Mekke’de yaşadığı boykotu/zulmü yaşayanların başkalarına uyguladığı bir boykottan/zulümden söz edilecekti. Daima Allah’ın hukukunun konuşması gerektiğini dillendiren Hâricî kafa, hukukun bir fıtratının olduğunu asla fark edemediği için kıyım ve savaş yöntemini seçti. Bu kafa maalesef hâlâ yaşıyor!

Sanat, asla baraj gibi bir kültür ürünü olmamıştır. Zira insanın bizzat etkin olarak şekillendirdiği bir alan değildir. Bu anlamda bünyesinde asla bozulmayacak bir maya taşır: İlâhî irade/kudret/anlam…

Sanatı genel çerçevede edebiyat, müzik, tiyatro ekseninde değerlendirmek, İlâhî iradeyi/kudreti/anlamı eksik yorumlamaktan kaynaklanır. Bu anlamda Batı’nın da, Doğu’nun da, içinde bulunduğumuz toplumun da bir İlâhî irade/kudret/anlam okuması vardır. Örneğin biz, bir çiçeğe bakıp “O ne Büyük Sanatkâr!” diyerek Rabbin yaratışına iltifat etmeyi severiz. Rabbin yaratışı yani yüklenen fıtrat, el değmemiş, kültürün üzerine işlemediği âyet, iltifat gören, hattâ Sahibine hamdedilen tek büyük sanattır, sanat eseridir.

Söz konusu çiçek, geçmişinden geleceğine bir süreç taşır. Bu süreci edebiyatın hikâye, şiir, tiyatro ve sinema gibi dallarıyla, müzikle ve resmin yine türlü dallarıyla anlatmak da sanattır. Ancak buradaki sanat, form ve modu değişmiş bir sanattır. Zira bu sanat, çiçekteki matematiği, kimyayı, fiziki ve felsefeyi anlatır, fakat bunu anlatırken farklı bir formun matematiğini, kimyasını, fizikini ve felsefesini taşır. Örneğin matematiği notada, kimyası nefeste, fiziki parmakları hareket ettirmek ve belli açılara sahip deliklerin kapatıldığı silindiri ortaya çıkarmakta, felsefesi detone olmayarak insana derdini anlatmayı amaçlayan bestededir.

İstanbul’un Fethi’nden sonra ortaya konulacak vizyonu öngören duvar ustaları, sahip olageldikleri fıtratı bozmak uzmanlığı üzerine barajlar kurmuşlardı. Akıp yeni yollar açacak, açtığı yolların etrafındaki toprakları sulayacak, o topraklarda sürekli ürünler elde edilecek suyun denize kavuşmasını istemedikleri için kurdular barajlarını. O barajlarda biriktirdikleri su, zamanla üzerlerine doğduğunu iddia ettikleri güneş ve laboratuvarlarında meydana getirdikleri kültür mayalarının içine karıştırılması ile formundan koptu. Artık suyun fıtratı bozulmuştu. Tabiî o suyun suladığı toprak ve o toprakta elde edilen ürün de…

Artık Rönesans’a gelmişti sıra. Bizim gördüğümüz ürün heykel, resim ve müzikken, onların anlattıkları bir matematik, kimya, fizik ve felsefe vardı. İmajda yorulan gözler, onluk sistemde alışılan rakamları birlik sistemdeki yerine oturtamamıştı. Moda ayak uyduramamak, sonrasında moda hayranlık duyma şekline bürünmüştü. Bu yüzden modaya ayak uydurmak zorunda kalınmıştı. Onlar belirleyici, bizse belirlenen olmuştuk.

Rönesans’ı anlamıştık. Ancak amuda kalkmış vaziyette… Gördüğümüz gerçekti ama doğru değildi. Zira bakışımız yanlıştı. Dijitalize olmuş dünyanın yeni sistemine uyum sağlamakta zorlanmamızın, kültür ve sanat ekseninde geriden gitmemiz sebebiyle bilimde eksik kalışımızın kaynağı buraya şifrelenmişti.

Kültür ve sanat politikası belirlemek mevzuunda bu noktadaki fikrim, bu iki varlığın muhafaza edilmesi değil, nehir edilip denizlere kavuşturulması üzerine kurulu strateji ile bir fethe yani açılım sürecine tâbi tutulması üzerinedir. Bu anlamda Necip Fazıl Kısakürek de bize ilginç bir ipucu verir. Onun bizzat seslendirdiği şiirlerin altındaki fon müzikleri, Batı’yı bize öğreten bir şahsiyet olarak niçin bizzat Batı klasiklerinden seçilmiştir?

Doğanın fıtratı, hukukun fıtratı, sanatın fıtratı ve insanın fıtratı ile denklenen birebir fonksiyonların buluştuğu noktalar, politika belirleme noktalarımız olmalıdır. Yedi yıllık bolluk dönemimiz bitmiş, yedi yıllık kıtlık döneminin içinde yaşıyor olabiliriz; ancak bu, önümüzde yeni bir bolluk döneminin olacağı plânını da doğurmalıdır. Bu anlamda Rönesans’ımızı fark etmeli, Batı’nın “Baraj kur!” mesajıyla taşıdığı üniter barajlarımızı yıkmalıyız.