“RÖNESANS” denince,
dünyanın en önemli gelişmelerinden biri olarak, bir coğrafyanın kültür ve sanat
atağı akla gelir. Bu gelişme, tarihte bir çağ kırılması yaşatmıştır. Tıpkı
İstanbul’un Fethi gibi…
İstanbul’un
Fethi, sadece şehrin İslâm ile tanışması değil, Doğu’nun bütün unsurlarıyla
batı yönüne akması ve Batı’nınsa doğu yönüne meyli yerine Doğu’nun taşındığı
nehirlere baraj olması ile tarif edilebilir. Burada Batı için “nehirlerin
aktığı deniz” değil de “nehre kurulan baraj” söylemi getirmemizin bir sebebi
var.
Fethin
kumandanı Fatih Sultan Mehmed Han’ın gözündeki perspektif ufukta denizle
kavuşan Doğu nehirlerine işaret ederken, ondaki bu görüşü sezen baraj
mimarları, nehirlere set çekme bağlamında ellerinden gelen hücumu sarf ettiler.
Sonunda başardılar da. Fatih’in bekâya göçü, Doğu nehirlerinin denizle
buluşmasını engellediği gibi, söz konusu perspektifin yaşatılmaması üzerine
kurulu stratejinin de tutması ile karşı bir atağı başlattı.
Burada
farklı bir bakış getirerek “baraj” konusu üzerine söylem geliştirmenin önemli
olacağını düşünüyorum…
Baraj,
insanoğlunun yeryüzünde etkin kıldığı en önde kültür eylemlerinden biridir. Zira
doğanın hareketine “karşı” bir işlem yürütülür barajla. Barajla sadece su
tutulmaz, suyun aktığı yollar bu yapıttan etkilendiği gibi, suyun bizzat
kendisi de bu yapıttan etkilenir. Aktıkça temizlenecek ve tatlanacak su yeni
yollar bulup yeni toprakla buluşarak sürekli ürünler sağlarken,
durağanlaştırılan su ise güneş ve hattâ insan ürünü maddelerle işlenecek,
tutulduğu yerin iklimine etkiyerek iklimin doğallığını bozacaktır. Susuz kalan
toprak ve ürün verimsizliği ise cabası…
Baraj,
bir fayda elde etme ürünüdür. Bu noktada kültür de, kendisini meydana getiren
toplum için olumlu sonuçlar arz etmesi düşünülen bir yoldur. Ancak kültürün
insan neticesi, farklı kültürler karşı karşıya geldiğinde olumsuz sonuçlar
vermektedir. Bu anlamda doğala ayak uydurarak insanı hazırlamak, Yûsuf Nebî
kıssası ile Server-i Enbiyâ Efendimiz’in Medîne’ye eriştiğindeki dönemde
gerçekleştirdiği icraatla en güzel temsilini bulur.
Nasıl
insanın bir fıtratı varsa, doğanın da bir fıtratı vardır. Zira o da
yaratılmıştır. Mısır Melikinin gördüğü rüyadan yedi yıl bolluk ve yedi yıl
kıtlık yorumunu çıkartan Yûsuf Peygamber, Melik’e sunduğu tavsiyede doğanın
gidişatına aykırı davranmayı vazetmez. Ona uymayı ve yedi yıllık bolluk
sırasında yetecek kadarını tüketip kıtlık zamanına karşı tedbir almayı öğütler.
Bu anlamda kendisine bir seralama yöntemi de vahyedilebilirdi belki. Ancak ürün
fıtratı ile ürün üzerine bozulacak insan fıtratının bozulması istenmemişti
belli ki, “Biz öğrettik” denildiği üzere, doğaya karşı yeni bir kültür
alternatifi değil de doğayla uzlaşan bir çözüm yöntemiyle Melik’in karşısına
çıktı.
Hazreti
Yûsuf’un (as) doğayla yaptığı müzakere, Medîne’ye hicret eden Habîbullah (sav)
ile “insan ile müzakere” şekline bürünür. Baraj kurmak, kuyu tutmak, alışveriş
yapmamak, duvar örmek, mahalle ayırmak şeklinde işlemeyen Medîne Sözleşmesi,
hukukun fıtratının da işlemesine müsaade ediyordur. Şehir yeni bir demografiye
uğratılmak üzere fıtrata aykırı bir yöntemle, meselâ çatışmayla, savaşla, hapisle,
boykotla, duvarlarla fıtrat parçalanmasına uğrasaydı, bugün İslâm’ın barış ve
esenlik dini oluşundan asla bahsedemeyecektik. Hattâ kendi kendini tezada
düşüren bir kurguyla, Mekke’de yaşadığı boykotu/zulmü yaşayanların başkalarına
uyguladığı bir boykottan/zulümden söz edilecekti. Daima Allah’ın hukukunun
konuşması gerektiğini dillendiren Hâricî kafa, hukukun bir fıtratının olduğunu
asla fark edemediği için kıyım ve savaş yöntemini seçti. Bu kafa maalesef hâlâ
yaşıyor!
Sanat,
asla baraj gibi bir kültür ürünü olmamıştır. Zira insanın bizzat etkin olarak
şekillendirdiği bir alan değildir. Bu anlamda bünyesinde asla bozulmayacak bir
maya taşır: İlâhî irade/kudret/anlam…
Sanatı
genel çerçevede edebiyat, müzik, tiyatro ekseninde değerlendirmek, İlâhî
iradeyi/kudreti/anlamı eksik yorumlamaktan kaynaklanır. Bu anlamda Batı’nın da,
Doğu’nun da, içinde bulunduğumuz toplumun da bir İlâhî irade/kudret/anlam
okuması vardır. Örneğin biz, bir çiçeğe bakıp “O ne Büyük Sanatkâr!” diyerek
Rabbin yaratışına iltifat etmeyi severiz. Rabbin yaratışı yani yüklenen fıtrat,
el değmemiş, kültürün üzerine işlemediği âyet, iltifat gören, hattâ Sahibine
hamdedilen tek büyük sanattır, sanat eseridir.
Söz
konusu çiçek, geçmişinden geleceğine bir süreç taşır. Bu süreci edebiyatın
hikâye, şiir, tiyatro ve sinema gibi dallarıyla, müzikle ve resmin yine türlü
dallarıyla anlatmak da sanattır. Ancak buradaki sanat, form ve modu değişmiş
bir sanattır. Zira bu sanat, çiçekteki matematiği, kimyayı, fiziki ve felsefeyi
anlatır, fakat bunu anlatırken farklı bir formun matematiğini, kimyasını,
fizikini ve felsefesini taşır. Örneğin matematiği notada, kimyası nefeste,
fiziki parmakları hareket ettirmek ve belli açılara sahip deliklerin kapatıldığı
silindiri ortaya çıkarmakta, felsefesi detone olmayarak insana derdini
anlatmayı amaçlayan bestededir.
İstanbul’un
Fethi’nden sonra ortaya konulacak vizyonu öngören duvar ustaları, sahip
olageldikleri fıtratı bozmak uzmanlığı üzerine barajlar kurmuşlardı. Akıp yeni
yollar açacak, açtığı yolların etrafındaki toprakları sulayacak, o topraklarda
sürekli ürünler elde edilecek suyun denize kavuşmasını istemedikleri için
kurdular barajlarını. O barajlarda biriktirdikleri su, zamanla üzerlerine
doğduğunu iddia ettikleri güneş ve laboratuvarlarında meydana getirdikleri
kültür mayalarının içine karıştırılması ile formundan koptu. Artık suyun
fıtratı bozulmuştu. Tabiî o suyun suladığı toprak ve o toprakta elde edilen
ürün de…
Artık
Rönesans’a gelmişti sıra. Bizim gördüğümüz ürün heykel, resim ve müzikken,
onların anlattıkları bir matematik, kimya, fizik ve felsefe vardı. İmajda
yorulan gözler, onluk sistemde alışılan rakamları birlik sistemdeki yerine
oturtamamıştı. Moda ayak uyduramamak, sonrasında moda hayranlık duyma şekline
bürünmüştü. Bu yüzden modaya ayak uydurmak zorunda kalınmıştı. Onlar
belirleyici, bizse belirlenen olmuştuk.
Rönesans’ı
anlamıştık. Ancak amuda kalkmış vaziyette… Gördüğümüz gerçekti ama doğru
değildi. Zira bakışımız yanlıştı. Dijitalize olmuş dünyanın yeni sistemine uyum
sağlamakta zorlanmamızın, kültür ve sanat ekseninde geriden gitmemiz sebebiyle
bilimde eksik kalışımızın kaynağı buraya şifrelenmişti.
Kültür
ve sanat politikası belirlemek mevzuunda bu noktadaki fikrim, bu iki varlığın
muhafaza edilmesi değil, nehir edilip denizlere kavuşturulması üzerine kurulu
strateji ile bir fethe yani açılım sürecine tâbi tutulması üzerinedir. Bu
anlamda Necip Fazıl Kısakürek de bize ilginç bir ipucu verir. Onun bizzat
seslendirdiği şiirlerin altındaki fon müzikleri, Batı’yı bize öğreten bir
şahsiyet olarak niçin bizzat Batı klasiklerinden seçilmiştir?
Doğanın fıtratı, hukukun fıtratı, sanatın fıtratı ve insanın fıtratı ile denklenen birebir fonksiyonların buluştuğu noktalar, politika belirleme noktalarımız olmalıdır. Yedi yıllık bolluk dönemimiz bitmiş, yedi yıllık kıtlık döneminin içinde yaşıyor olabiliriz; ancak bu, önümüzde yeni bir bolluk döneminin olacağı plânını da doğurmalıdır. Bu anlamda Rönesans’ımızı fark etmeli, Batı’nın “Baraj kur!” mesajıyla taşıdığı üniter barajlarımızı yıkmalıyız.