ÖZELLİKLE son zamanlarda adı
sıkça duyulan ve anlamının Türk kamuoyunda değişik sevgi ve kaygıları aynı anda
uyandırdığı bir kavram var: “Turan”...
Turan,
Farsça bir kelime olup “Tur’un çocukları” olan “Turlar” yani “Türkler” anlamına
gelmektedir. Kadim Farslar, İran’ın
kuzeydoğusundaki bölgeleri “Merz-i Turan” yani “Türklerin ülkesi” diye
isimlendirirlerdi.
Turan kavramı, Türklerin İran’a hâkim olduğu dönemlerde
muhtemelen İran ve Turan toprakları birleştiği için hiç kullanılmamıştır. Bu
kavrama Osmanlıların güçlü ve kudretli dönemlerinde de rastlanmaz. Ancak
Osmanlı Devleti’nin güç ve kudretini kaybetmeye başladığı 18’inci yüzyılın
ikinci yarısında -daldığı tarih denizinden balık gibi başını çıkarıp- kendini
gösterir. Rusların Orta Asya Türk hanlıkları ve Osmanlı Devleti’ni eş zamanlı
tehdit etmeye başlaması üzerine Sultan Birinci Abdülhamid döneminde, 1786
yılında Buhara emirine gönderilen bir mektupta iki devletin temeldeki birliği
olan Turan’a vurgu yapılarak Ruslara karşı birlikte hareket edilmesi teklif
edilir.
“Turan” kelimesinin asıl canlanması, Avrupa’daki Oryantalist
çalışmaların sonucunda Ural-Altay ve Fin-Macar halklarından oluşan Turan ırkının
yaşadığı anayurdu tanımlamak için kullanılmıştır. Bu tanımdan kalkarak
Macaristan’da 19’uncu yüzyılın ilk yarısında Turanî halkların birliğini savunan
bir ideoloji olarak “Turancılık” fikri doğar. Macaristan’daki Turancılık
ideolojisinin çıkış nedeni, daha çok Macar siyâsî kimliğini tehdit eden Pan-Cermenizm
ve Pan-Slavizme karşı bir tepkidir. Bu tepkiye bağlı olarak Macaristan’da 1910’da
kurulan Turan Cemiyeti, varlığını 1944 yılına kadar sürdürmüştür.
Turan ideolojisi çerçevesinde 19’uncu yüzyılın ikinci
yarısından itibaren Macar bilim adamlarının yaptığı Türkoloji çalışmalarında Türkler
ile akrabalık tezinin işlendiği görülür.
Turancılık fikri, Osmanlı Devleti’nde 19’uncu yüzyılın ikinci
yarısında gelişmeye başlayan Türkçülük hareketinin bir sonucu olarak bütün
Türklerin birleşmesi şeklinde bir seyir izler. Osmanlı Devleti’nde 19’uncu
yüzyılın ikinci yarısında görülmeye başlanan Türkçülük/Turancılık fikir akımı,
Pan-Slavizme tepki olarak Rus işgalinde yaşayan Türk aydınları arasında
doğmuştur. Bu fikir akımı özellikle Hüseyinzâde Ali (Turan) ve Akçuraoğlu Yusuf’un
başını çektiği ziyalılar tarafından Osmanlı-Türk kamuoyunda tanıtılıp
yayılmıştır. Turan fikrini tarihî bir temele oturtarak onu bir ülkü hâline
getiren asıl şahıs, Ziya Gökalp’tir. Onun “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne
Türkistan;/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan” dizeleriyle temellendirdiği
Turan ülküsü, Balkan yenilgisiyle ağır bir kırılma yaşayan millî gururun tamirine
yaradığı gibi, Osmanlı Türklerini Birinci Cihan Savaşı’na hazırlayan ruhsal
dinamiklerden biri olarak da iş yapmıştır.
Ancak Gökalp’in Turan anlayışı, siyâsî Turan’ı uzak bir
geleceğe bırakan idealist bir Turan’dır. Ona göre Turan, Türklerin oturduğu ve
Türkçenin konuşulduğu bütün ülkelerin toplamı olan mefkûrevî bir vatandır.
Turan’ı kısaca Türkler arasında teşkil edilecek olan kültürel
birlik, ona bağlı bir kavram olarak ortaya atılan Kızılelma’yı da kültürel
birlik aşamasını takip eden siyâsî birlik olarak tanımlayabiliriz. Macaristan’da
gelişen Turancılık salt Türk halklarıyla ilişkili iken, Osmanlı Devleti’ndeki Turancılık
ise devletin unsurları gereği Müslümanları da bu sancak altına taşır.
Osmanlı
Devleti’nin Almanya’nın yanında Birinci Dünya Savaşı’na girmesi üzerine,
Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında Türkçü aydınların romantik bir üslûpla
kaleme aldıkları Turan konulu birçok tarihî ve edebî eser, Türk aydın ve gençlerini
derinden etkileyen bir millî ruh iklimi oluşturmuştur. Fikrî ortam, şartlar
gereği Turancılık ve Türkçülük kıvamına erişmesi İttihat ve Terakkî liderlerine
de ilham vermiş ve de İttihat ve Terakkî liderleri bu savaşa girerken hem
Türkçülüğü, hem de İslâmcılığı ideolojik bir silah hâline getirerek bir savaş
stratejisi olarak kullanmışlardır. Bu stratejiyi kendi ideallerinin
gerçekleşeceği bir vesile olarak gören Türkçü aydınlar, İttihat ve Terakkî’nin
tutumuna sonuna kadar tam destek vermişlerdir.
Ancak
savaşın seyrinin beklentilerle örtüşmemesi üzerine Türkçü/Turancı düşüncede
aydınların fikirlerinde tedricen bir daralma ve yeniden gözden geçirme tavrı
görülür. Başlarda Pan-Türkizmi savunan Akçuraoğlu Yusuf, Pan-Türkizmden geri
adım atarak Rusya Türkleri için kültürel özerkliği yeterli bulan bir düşünceye
doğru savrulur ve olaylardan ibret aldığını söyleyerek muğlak bir kavram olan “demokratik
Türkçülükte” karar kılar.
Birinci
Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti tarafından kaybedilmesi, kaybedilmekle
kalmayıp Osmanlı Devleti’nin yıkılması üzerine Türkçülük/Turancılık
düşüncesinin ideoloğu olan Ziya Gökalp’in düşüncelerinde de bir hayâl kırıklığı
ve ona bağlı olarak bir daralma görülür. Gökalp, Rusya’da Bolşeviklerin
iktidara gelmesiyle Çarlık Rusya’sındaki Türklerin bağımsızlıklarını
kazanmalarını Turan’ı gerçekleştirmeleri için bir fırsat olarak değerlendirir.
Ancak
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından dolayı Türkler içinde Turan’ın kültürel
birliğin birbirine yakın olan Oğuz Türklerince kurulabileceğini belirtir. Gökalp’te
savaşın getirdiği mağlûbiyet duygusu, doğal olarak idealini diri tutan Turan
fikrine de yansır ve o büyük dimağda coşan Turan denizi, med vaktini tamamlayarak
cezir dönemine geçer.
Bu
hâlet-i ruhiyyenin sonucu olarak Gökalp, günün sonunda bütün Türkler arasında
kurulabilecek Turancılığın ancak hayâl sahasında gerçekleşecek bir ülkü olduğu
anlayışına varır.
Gökalp’in
ölümünden sonra Turancılık daha çok Türkçülük şeklinde daralarak Atatürk döneminde
yaşamaya ve zaman zaman da Turancı bir karakterle birleşerek yürümeye devam
eder. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve İtalya’nın yenilgisi, Almanya’da Nazizm
ve İtalya’da da faşizmin sonunu getirdiği için, Türkiye’de bir damar hâlinde
yaşayan Türkçülük ve Turancılık düşüncesi, Alman ve İtalyan ırkçılıklarına
eşdeğer görülerek bastırılmış ve özellikle 1944 yılında İnönü dönemindeki
meşhur Türkçülük-Turancılık uydurma dâvâsıyla dönemin aydınları tabutluklara
tıkılarak bu düşünce boğulmaya ve mensupları da “sakıncalı” sayılarak mahkûm
edilmeye çalışılmıştır.
İsmet
İnönü, 19 Mayıs 1944 tarihli nutkunda, “Turancılar,
Türk milletini bütün komşularıyla onarılmaz bir surette düşman yapmak için birebir
tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine
Türk milletini teslim etmemek için elbette Cumhuriyet’in bütün tedbirlerini
kullanacağız” biçiminde bir konuşma yapmış, bu konuşmayı bir talimat gibi
algılayan savcılar, İstanbul ve Ankara’da dönemin önde gelen Türkçü aydınlarını
tutuklamaya başlamışlardır.
Başta Alparslan Türkeş olmak üzere, Hüseyin Nihal Atsız, Reha
Oğuz Türkkan, Zeki Velidi Togan, Nejdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Cebbar Şenel,
Hasan Ferit Cansever, Nurullah Barıman, Mustafa Zeki Sofuoğlu, Fazıl
Hisarcıklı, Hüseyin Namık Orkun, Saim Bayrak, İsmet Rasim Tümtürk, Cihat
Savaşfer, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Yusuf Kadıgil, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi
Özbek, Orhan Şaik Gökyay, Cemal Oğuz Öcal, Said Bilgiç, Mehmet Külahlıoğlu ve
Osman Yüksel Serdengeçti gibi milliyetçi-Türkçü aydınlar, İstanbul Emniyet
Müdürlüğü’nün adına “tabutluk” denen hücrelerinde işkenceye uğrarlar.
7 Eylül 1944 günü, İstanbul 1 no’lu Sıkıyönetim Mahkemesinde
hükûmete karşı gizli örgüt kurmak, düzen düşmanlığı yapmak, hükûmeti düşürmeye
çalışmak ve ırkçılık, Turancılık yapmakla suçlanıp idamla yargılanırlar. Ve
ancak 65 oturum sonra temyize başvurulması üzerine Askerî Yargıtay dâvâyı
esastan bozar ve sanıklar berat ederler.
12 Eylül 1980 yılına kadar 1950-1970 kuşaklarını da içine
alarak “Türk-İslâm ülküsü ve Türk milliyetçiliği” adları içinde yürüyen
Turancılık fikri, 12 Eylül Askerî Darbesi’nden sonra özellikle yetiştirilen
apolitik nesiller tarafından neredeyse tarih öncesi bir fikir ve düşünce
muamelesi görür. Tâ ki SSCB’nin 1989 yılında çökmesine kadar…
(Devam edecek…)