Restore hayatlar

Restore sonrası bir mekân, kendisiyle hemhâl olmuş, kimlik ve aidiyet bulmuş ziyaretçilerine artık nasıl görünecektir? Tuhaf duygular yaratan, tarihsel aidiyeti akamete uğratan bir karşılaşma neticesinde “zamane”nin tarihten kopuşu ne olacaktır? Modern şehir, restorasyonu bir kimlik idamesinden çok, bir tüketim ikâmesine dönüştürüyor.

NE zaman restore edilmiş tarihî bir mekânın önünden geçsem, ritim ve ahengi sadmelenmiş bir geçmişe düşerim. Öyle ki, kendisiyle hafızamı mukim kılan ve ruhumu maziyle buluşturan o eserin, zamanda yurtsuz bir göçebeye döndüğünü hissederim bir anda.

Sahibi veya müellifi susmuş bir esere müdahale, mekânın kendisinden çok, onunla mülâki olanları karmaşık duygulara sevk ediyor.

Nitekim yenilenmiş mekânın yüzünde yarınları görme arzusuyla direnen bir yaşlı bedenin heyecanına ortak olmak da mümkün. Aslında bu çabada yaralarını ve kayıplarını yolda bulup buluşturduklarıyla kapatmaya çalışan, kendini ikâme ederek geleceğe göz kırpan bir umudu görürüz. Böylelikle insan, zamanın akıntısında sararıp solan, yorgun düşen encamına can verebilmek için mekânı zamanda hapsetmeye çalışır. Ancak zamanın mekânda açtığı yaraları tedavi etmek, restoreyle pansuman yapmak, derinlerde saklanmış derde derman değil.

Ruhun ıstırabını arttıran şey, aslında mekânın eskimesi ve yıpranması değil, belki daha ziyade giderek tek tipleşen ve dilsizleşen bir dünyada yalnızlaşması. Yalnızlık, mekânın kimlik bulduğu tarihin giderek sükût etmesi, anlaşılamadığı ve duyulmadığı için sesini kesmesidir. Orada artık insanın kulağına çalan, taş duvarlar ve ahşap kapılardan deruna ve ötelere bağlayan bir seda değil, ziyadesiyle dijital, mekanik ve ritmik zincirlerle mekânı tüketen bir sayhadır sadece.

Restorasyon, elimizde kalan son mekânın, bugüne uzanmış son ânın ve kimliğimizi yarına taşıyacak son umudun iniltisi aslında. O derinlerden gelen inleme, çoğu zaman ise “şimdi”den duyulan umutsuzluğu simgeliyor. Sahabiye Medresesi’nin arka duvarını kapatan ve duvarların üstünü düzleyen yama taşlardan süzülerek geçen rüzgâr, bir yabancıyı buyur eden ev sahibinin ürkekliğinde geriliyor şimdi.

Neden restore ederiz ki anlamı ve yaşanmışlığı taşa toprağa gömeceksek eğer? Yıkıp yerine yenisini ve daha ihtişamlısını yapmak varken neden restoreye yöneliriz ki? Belki de insanın mekânla ilişkisinde yer bulan varoluşsal bir güdü bizi buna ikna eder hep. Görünen geçmişi görünmeyen geleceğe uzatma iştiyakı, mekânla taşınan hayatın mirasını restoreye zorluyor. Zira geleceğe ilişkin belirsizliği ve kaygıları bertaraf etmenin bir yolu da buradan geçiyor.

Aslında her insanın bizzat kendi tarihine düştüğü şerhler, hep bir restorasyon ihtiyacı içinde yaşadığımızı gösterir. Yaşadıklarımızın ruhumuzda, duygu ve düşünce dünyamızda bıraktığı etkiler, bazen kendimiz için restoratif bir muhasebeyi tetikler. Yeknesaklığın boğucu ve tek tipleştirici, dünyeviliğin sınırlayıcı etkilerine karşı her daim varoluşun mahiyeti ve anlamıyla yenilenme ihtiyacı içindedir insan.

Belki de mekânı koruma ve sürdürme arzusunda, zamanın içine gizlenmiş derin bir varoluşsal hasret yatıyor. Mekânda mündemiç kimliği canlı tutmak için hafızaya yeni bir omuz vermektir restorasyon.

Restorasyonla gerçekleşen her müdahale, eserin düşmesini engelliyor, aslına uygun protezlerle bir süre daha bünyeyi ayakta tutuyor. Lâkin ona payanda olan her yeni unsur, paradoksal bir şekilde mekânın otantik direncini kırıyor. Yüzüne çekilen her makyaj, zamanın biriktirdiği asalete atılan bir çentikle yorgunluğu içine akıtıyor. Belki daha önemlisi, bazen eserin sahibinin bile tanıyamayacağı, görseydi reddedeceği bir hâle dönüşüyor. Tahripkâr restoreyle eser, sanatçısından yalnızca zamansal değil, sanat bakımından da kopuyor. Sanatçı, eseri üzerinden bir kere daha ölüyor böylece. 

Restore sonrası bir mekân, kendisiyle hemhâl olmuş, kimlik ve aidiyet bulmuş ziyaretçilerine artık nasıl görünecektir? Tuhaf duygular yaratan, tarihsel aidiyeti akamete uğratan bir karşılaşma neticesinde “zamane”nin tarihten kopuşu ne olacaktır? Modern şehir, restorasyonu bir kimlik idamesinden çok, bir tüketim ikâmesine dönüştürüyor. Şehirler giderek küresel tüketim ekonomisine uygun bir şekilde bir intihâl ve benzerlik yarışına girerken, tarihsel mekânlar da gezgin aylakların seyirlik mekânlarına dönüşüyorlar.

Ve aslında büyürken şehirler, ruhumda yitip giden kaleler var.