Renklerimi verin bana!

Bir el uzandı güneşin sıcaklığında; gökyüzünün mavisini, güneşin sarısını ve çimenin yeşilini önüne serdi. Küçük Minel’in hayatına daha önce hiç görmediği renkler girdi ve pembe rüyalar gecelerini süsler oldu. Gök yüzünün mavisine, en çok kan kırmızının üzerindeki beyaz yıldız ve hilâl yakışıyordu…

RENGÂRENK düşleri olmalı çocukların. Güneşten sarıyı ve turuncuyu, gökyüzünden umudu devşirmeliler. Mavi, hayâllerini çalmamalı. Aksine umudun ve özgürlüğün adı olmalı. Sonsuz ufuklara yelken açmalılar gökyüzüne her baktıklarında.

Beyaza bürünmeli çocuklar kar taneleriyle. Beyaz, yüreklerini değil, yalnızca ellerini üşütmeli ve tertemiz sayfalar açmalı çocukların hayâllerine teşne.

Kırmızı bir kurdele konmalı örgü saçlara kelebek misâli. Sevgiyi hatırlatmalı kırmızı, güller arasında hülyalara dalmalı küçük kalpler…

Ama Minel’in dünyası hiç öyle değildi. Kapkara gökyüzünü kızıl alevler yalarken yeryüzünü barut kokusu sarmıştı. Kuşlar çoktan başka diyarlara göç etmiş ve yerini o uğursuz savaş uçakları almıştı. Karıncalara ne olduğunu ise bir türlü çözemedi minik yüreği. Paslı ve çirkin tanklar kol geziyordu eskiden onların olduğu topraklarda.

Kelebekler ve arılar, giderken bütün renkleri de yanlarında götürmüşlerdi sanki. Minel’e kala kala kapkara bir dünya kalmıştı. Bir de bu üç renk; mavi, kırmızı ve beyaz. Ayrılmaz bu üçlü, Minel’in kâbusu olmuştu. Babasını elinden alan, annesini çaresiz bırakan, kardeşini perişan eden üç renk…

Kendileri için bu üç renk, sözde özgürlüğü, adaleti ve eşitliği simgelerken masum çocukların dünyasında zorbalık ve vahşetin sembolü olmuştu. Vatanlarını işgal edip babalarını öldürdükleri bu çocukların hayatlarından çaldılar diğer bütün renkleri. Ve bununla kendi çocuklarının dünyasını şenlendirmekte hiçbir beis görmediler. Çünkü tüm renkler onların olmalıydı diğer bütün güzelliklere lâyık oldukları gibi.

Hayâllerini süslemesi gereken renkler kâbusu olmuştu Minel’in. Gecenin karanlığında bazen elli dişli bir canavar çıkıveriyordu karşısına. Arkasından onu felâkete sürükleyen şerit şerit yollar oluyordu renkler. Yolun sonu mavi, kırmızı ve beyaz bir labirentte bitiyordu. Hayâlleri, umutları ve düşleri bu lânet labirentte kayboluyordu. Bu renk ve şekiller karabasana dönüşüp oturuyordu minik yüreğinin üstüne. Ruhu sıkışıp kan ter içinde uyanıyordu her gece.

Gündüzleri sanki yoklarmış gibi yaşıyorlardı. Koskoca dünyaya sığamamışlardı. Dar etmişlerdi vatanlarını onlara; ne kadar küçülseler yok olamıyorlardı. İskelet evler, köhne barınaklar onları saklamakta fazlasıyla beceriksizdi. Yiyecekleri tükenmiş, onların da dayanacak gücü kalmamıştı artık. Hiç kimse kendi yarasını bile saramıyor ve başkasının derdine derman olamıyordu. Bu kâbus renkler daha da yakındı artık, kaçacak, nefes alacak yerleri kalmamıştı. Son bir umutla eller semaya, gözler ufka çevrildi. Kimi, neyi bekliyordu büyükler?

Minel bunu bilmiyordu ama aynı güvenle o da beklemeye koyuldu. Birden bir telaş başlamış, sinekler gibi sağa sola kaçışan korkaklar belirmişti etrafta. Ve o akıl almaz patlamalar… Bu sefer düşmana korku, dosta güven veren sesler sarmıştı her yanı.

Kaos, toz duman ve kalleşlerin korku dolu çığlıkları... Küçük Minel daha ne olup bittiğini anlamadan, nefret ettiği o üç renk beliriverdi burnunun dibinde. Gözlerinden irin akan elli dişli bir canavarın pençesindeydi artık. O masum, cılız ve küçük bedeni kendine siper etmişti kanlı eller. Kendi canını kurtarmak için bu çaresiz çocuğu kalkan olarak kullanmak istiyordu. Minel’in yüreği yerinden çıkacak gibi oldu. Boncuk boncuk terler akıtırken, doğduğundan beri özgürce çıkmayan sesi içinde yankılandı. Bakışlarını çaresizce annesine çevirdiğinde, annesinin umutla başka bir yöne baktığını gördü. İşte oradaydı sevgi ve merhamet yüklü gözler!

Minel’e sevgiyle bakan o bir çift göz, boğazını avuçlayan pençelerin sahibine dikildi bu kez. İşte o zaman pis parmaklar gevşedi korkuyla ve kurtuluverdi minicik boğazı. O titrek adımlarla annesine doğru koşarken, mutlu bakışların eşlik ettiği duru bir ses ulaştı kulaklarına: “Korkma kızım artık, onlar geldi!”

Yıllardır gök yüzünde sallanan ve hayatları karartan o üç renk, artık solmuş, yerlere düşmüştü. Al bayrağın üzerinde parlayan yıldız ise kurtuluş olmuştu.

Bir el uzandı güneşin sıcaklığında; gökyüzünün mavisini, güneşin sarısını ve çimenin yeşilini önüne serdi. Küçük Minel’in hayatına daha önce hiç görmediği renkler girdi ve pembe rüyalar gecelerini süsler oldu. Gök yüzünün mavisine, en çok kan kırmızının üzerindeki beyaz yıldız ve hilâl yakışıyordu…