
SEVDA mekânının başına geldiniz. Renkleri, renklerin tonlarını, yüreğinin ısısını ve sesinizin tınısını onlara göre ayarlamak istiyorsunuz. Bir baktınız ki, sevgi mekânının pencereleri açık; hemen kapattınız. Bununla da yetinmeyip acilen siyah kadife perdeleri çektiniz. Sevdanın mekânı karanlık artık…
Siz bunu arzulamazsınız sanırım. Kendi yüreğinizi sadece kendi kurallarınıza göre renklendirmek için bir çaba içindesiniz ve bunun için çok da kararlısınız. Bu yüzden olsa gerek, ışık kaynağınızı yanınızda getirmişsiniz. Buna rağmen beyaz ışık huzmesi oluşturabilmek için bakışlarınızı perdeye odaklayıp ince bir ışık demetinin mekâna girişini sağladınız. Şimdi sevginin otağında ayakta dimdik ve çok da canlısınız. Kocaman bir mekân burası… Koşabilirsiniz ama nedense çok ağır yürümeyi tercih ediyorsunuz. Her nedense çok da yürümediniz. Sanki adımlarınızı saydınız; “Yedi” dediniz. Aniden durup çantanızdan kristal bir ışık prizması çıkardınız. Sanırım sevdanın mekânında beyaz ışığın kırılınca nasıl bir renk kafesi oluşturacağını merak etmiş olmalısınız.
Prizmayı sol elinize alıp beyaz ışık kaynağının tam önüne tuttunuz. Şimdi gönül duvarınızda oluşan ışık tayfına bakıyorsunuz. Beyaz ışığın prizmadan geçişi, yüreğinin yüreğime geçişine benziyor mu? Ya da sözlerde kırılan gözlerine?
Gönül duvarında yedi renk görüyorsunuz. Bunlar, göremediğiniz ara renkler hariç, yüreğe her farklılıkta çalınan yedi farklı renktir aslında. Ama nedense siz bunları çok iyi bilmenize rağmen yüreğinizde bu renkleri yeniden görmeyi tercih ettiniz. Bu renkler, gözlerinizle bakınca da her yerde gördüğünüz renklerdi ama şimdi daha dikkatli bir şekilde o renkleri hiç görmemiş gibi süzüyorsunuz. Neden?
Artık gökkuşağının yedi rengiyle yüreğinizin çeperlerini bizzat renklendirdiğinizi düşünüyor olmalısınız. Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, lacivert, mavi ve mor desenler… Yan yana titreşiyorlar sevdanın dudaklardan dökülünce yüreği titreştirdiği gibi. Ve yüreğiniz, kırmızı ve mor arasında gözlerinizde salınıp duracak yaşadığımız sürede.
Şimdi aynanın karşısına geçtiniz. Gözlerinize bakıyorsunuz “Onlarda yedi renk var da göremiyor muyum?” diye. “Yoksa gözlerin görebildiği renk mi bu kadar?” diye düşünüyorsunuz. “Ya bu sıralanış hep böyle mi?” diye kendinize soruyorsunuz. Yine bir fark arıyorsunuz; bir fark… Hep farklı olduğunuzu düşünüyorsunuz ya, bunun için prizmayı önceki açısından farklı bir açıda beyaz ışığa tutuyorsunuz. Yine yedi rengi gördünüz ama bu defa sıralama öncekinin tam tersi. Mor en başta, kırmızı en sonda… Bir an düşünüyorsunuz “Demek ki renkler değişmiyor ama sıralama değişebiliyor” diye. Yaklaşım ve bakış açısının ne kadar önemli olduğunu düşünüyorsunuz belki de. “Farklı bir bakış ile farklı davranışlar nasıl olabilir?” diyorsunuz. “Ya prizmayı daha farklı tutarsam ne olur?” deyip tutuyorsunuz. Oldum olası tek bakış açısını sevmediğinizi savunuyorsunuz ama bir yürekte deney yapmaktan da çekinmiyorsunuz. Bundan olsa gerek, her hâlinizle farklı etkiler oluşturuyorsunuz.
Gönül otağında oturamıyor, durmadan adımlıyor ve her farklı adımınızda prizmayı farklı açılarla ışık kaynağına tutuyorsunuz. Her bir defasında oluşan ışık tayflarını hayretle inceliyorsunuz. Oluşan desenlerin bazen geniş, bazen de çok dar olduğunu görüyorsunuz şaşkınlıkla. Yaklaşımların da insanları ne kadar daraltıp ne kadar rahatlattıklarını düşünüyorsunuz. Genişleyince mutlu, daralınca sıkıntılı anlarınızı hatırlıyorsunuz. Durmadan yürüdüğünüz için farkında olmadan gönül kapısına yanaşmışsınız. Ayağınızın birini kapının vefa sürgüsüne dayamışsınız. Omzunuzla da kapıyı ittirme çabasındasınız. Ama boşa enerji harcadığınızın farkında bile değilsiniz. Çünkü bu gönül sizi içine aldıktan sonra kapı ve pencerelerini kapatmıştı zaten. Artık siz de ben gibi dışarı çıkma şansınızı kaybettiniz. Gönlünüzün kafesinde bir tutsaksınız artık.
Şunu da bilmelisiniz ki; sizin açık gibi gördükleriniz, aslında kendi gönlünüzdeki açık olan kapı ve pencerelerden başka bir şey değil. Oluşan yedi renge bakarak bir hayâl dünyası oluşturacaksınız kim bilir. Belki de uzun uzun düşündükten sonra gökkuşağında sadece yedi rengin olmadığını hatırlayacaksınız. Sevdanın renginin de yediden farklı olabileceğini ancak o vakit düşüneceksiniz.
İsterdim ki, kurallarınıza tutsak olmayasınız. Ama siz sevdiğinizi söylediğiniz mekânda gözlem yapmayı tercih ettiniz. Hâlbuki gözlemleriniz yüreğinizdeki çok renkliliği size gösteremedi. Niçin kendinize kural koydunuz, niçin? Bilmez misiniz ki sevda kurallarla olmaz. Sevdanın otağında deney de yapılmaz. Şimdi asla göremeyeceğiniz farklı renk desenleri için üzülmeyecek misiniz? Yoksa yedi ile yetinecek misiniz? Sizi yediye mahkûm eden haftanın yedi gün olması mı, yoksa tekâmülün yedi günde son bulması mı?
Anlıyorum ki, geniş bir tablo çizip içini yüreğinizde yapacağınız gözlemlerin sonuçlarına göre doldurmayı plânlamışsınız. Keşke sana müzik dersinde, bir müzik gamında yedi nota olduğu da öğretilmeseydi. Belki de hangi notanın hangi renge karşılık olduğunu da biliyorsundur şimdi. Haftanın yedi gününe karşılık getirdiğin bir nota ve bir renk de vardır belki. Felsefe dersini okurken mutlaka duymuşsundur: “Kokular, renkler ve sesler birbirini duyar.”
Farkında olmadan bu tarz kurallarla kendinizi mahpus ettiniz. Renklerin, rakamların ve seslerin etkisinde kaldınız ve de bunların simetrilerine çok takıldınız. Kurallı desenler oluşturmaya çalıştınız ve sevdanın renklerini orada okumaya niyetlendiniz. Ama her defa desenlerin değiştiğini görmeniz zihninizde karışıklığa yol açtı. Hâlbuki ışık prizması kendi elinizdeydi.
Bütün dalgalanmaları yaratanın sadece ve sadece “Onun” dili olduğuna kaygılarınızı bir kenara bırakarak inanıp Ona gönülden teslim olmalısınız artık. O dili çözdüğünüz oranda o dalgalanmalar mutluluk, çözemediğiniz oranda sıkıntı yaşatır size. O dil öyle bir etkidir ki, farklı olan birçok kavramı yan yana getirir. Belki sizin de farklı renkleri yan yana görmek istemeniz bundandır. Ama seçim yeriniz sizce de yanlış değil mi? Yanlışı anlamak kazanç mı, kayıp mı, onun kararı da sizde saklı kalsın artık.