Reklâmlar (3): Dilerim uykularımız kaçar!

Hayat boşluk kabul etmiyor maalesef. Kıymeti bilinmeyen, sorumluluğunu yitirdiğimiz her alan, Batı/l için şahane bir fırsata dönüşüyor. Boş bırakılan her alanı kendi dinamikleriyle doldurma çabalarından iki kere kazançlı çıkan yine onlar oluyorlar. Hem erdemler üzerinden kendilerini “insancıl” ve “duyarlı” takdim etme fırsatını yakalıyor, hem kendi çözülme ve bozulmalarını sari bir hastalık olarak bizlere bulaştırmayı başarıp kültür asimilasyonu ve zihin işgali gerçekleştiriyorlar.

GEÇEN hafta, yazımın sonunda iki soruya dikkat çekmiştim. İlki şöyleydi: “Ülkemizde söz konusu markanın derdinin ürün satmak olmadığını, çocuklarımızın, ergen ve genç kızlarımızın hedef alındığını, hatta para kazanmak şöyle dursun, üste para harcamaya teşne olunduğunu görmemek için kör olmak lâzım; peki, neden?”

İkincisi soru ise, “Hani reklâm ‘kapital’ temin aracıdır ya, kazanmayı hedefliyorken bu kadar harcama yapılmasının ardında ne saklı ola?” şeklindeydi.

Pazarlama sektörüne ait, “Bir hizmet ücretsizse, ürün sizsiniz!” (If a service is free, you are the product) veya “Ürüne para ödemiyorsan, ürün sensin!” (If you don’t pay for the product, you are the product) mottosuna rağmen ücretsiz tüm ürün ve hizmetten istifade etme eğilimini kârdan saymanın kefareti ne yazık ki hemen ödenmiyor.

Şimdi buraya, nasıl bir kefaret ödediğimize yahut ödeyeceğimize dair bir pencere açalım: Batı/lın İslâm coğrafyalarını asimile ederek kimlik zafiyeti oluşturmak, zihnen işgal ederek kendi ürünlerini vazgeçilmez hâle getirmek (giyim, gıda, hijyen, kişisel bakım gibi), siyâsî yöntemlerle halkların hakları bağlamında demokrasi ve adalet taşıdığı iddiası taşıyan kurumlarıyla öz kaynaklarını sömürmek için servis ettiği uzun soluklu projeler yıllar sonra tesirlerini gösteriyor.

Sabrı jeopolitik düzlemde uygulayan Batı/lın bu güya “insancıl” projeleri kendileri dışındaki tüm ülkelere servis ediliyor ve uyum sağlamayan yönetimler ile halklar ilkin kaos ortamına sürüklenerek yıldırılmaya çalışılıyor. Dönüştürülmeye ve sömürülmeye güç yetiremediklerinde mezhep çatışması, aşiret düşmanlığı, kabile rekabeti üzerinden iç savaşlar körükleniyor. Sonra da asayişi sağlamak, halkların haklarını korumak adı altında, paralı askerleri ile kendi coğrafyalarından kilometrelerce uzak coğrafyalara (ki genellikle öz kaynağı kuvvetli, kültürel dinamikleri güçlü İslâm coğrafyalarına) “barış ve demokrasi” vaadi ile çöreklenmeyi vazife addederek işgaller ve işkenceler “çözüm üretmek” olarak takdim ediliyor.

Bitti mi? Hayır! Tüm bu uzun soluklu ve sabırlı proje uygulamaları da netice vermezse son iki yüzyıldır pratik ettikleri suikastlar devreye giriyor. Bakıyorlar ki, yönetimlerin istikrarında bir vazgeçiş yok, işte son merhale olarak “darbe” geliyor. Yönetim el değiştiriyor ve yine AB’si, BM’si, NATO’su “barış” çığlıkları atarak, söz konusu ülkelere yerleşiveriyorlar. Bu merhaleyi tecrübe etmiş Irak, Suriye, Mısır, Afganistan, Filistin, Bosna gibi ülkelerin tarihi bize çok şey söylemesine rağmen, bizse alışkanlıklarımızı değiştirmemekte, Batı/lın ürünleriyle zehirlenmeye devam etmekte ısrarda beis görmediğimiz gibi, rahatımızı bozmaya da yanaşmıyoruz. 

Ne acıdır ki, Batı/lın bu uygulamalarına sırası ile şahit olmuş bir ülkeyiz ve son merhalenin 12 Eylül 1980 Darbesi ile neticelendiğini seyretmişliğimiz var. Fakat “insan nisyan ile malul” imiş ya, zaman zaman yakın tarihe ve olup bitene yeniden bakmak gerekiyor.

Evet, şimdi pencereyi kapatalım ve seyrettiğimiz manzaranın etkisi ile üç ayrı ürün üzerinden ilköğretim yaşındaki milyonlarca çocuğumuzu (Domestos), ergenlik dönemi genç kızlarımızı (Dove) ve genç kadınları (Elidor) hedef kitle olarak belirleyen Unilever markalarının üste para takdim edecek kadar fedakâr (!) projelerinden söz eden reklâmlarını okumaya devam edelim…

***

Unilever’in Domestos (çamaşır suyu) ile 14 bin okula, milyonlarca çocuğumuza ve 72 şehrimize ulaştığını biliyoruz artık. Ve hâlâ durmadan “Durdurulamaz” mottosu ile meydan okuya okuya yüz binlerce çocuğumuza ulaşmak için bağış yapmaya devam ettiğini de…

Son rakamlardan bîhaberiz, ancak farklı bir ürün ile kaç ergenlik dönemine girmiş kız çocuklarına ulaştıklarına bir bakalım şimdi de…

Bu ürün, aynı adlı markanın kişisel bakım ürünleri arasında yer alıyor ve adı “Dove”…

Reklâmı ise aynen şöyle: “Sosyal medyadaki güzellik baskısı gençlerin özgüvenine zarar veriyor. Dove, ‘Özgüven Projesi’ (!) ile Türkiye’de 400 binden fazla genci Özgüven Eğitimleri ile buluşturduk. Daha çok gence ulaşmamız için şimdi sen de bize katıl. Güzelliğe bakışımızı değiştirelim.”

Ne kadar duyarlı bir reklâm metni, değil mi? Evet, öyle… Biz, kendimiz, kendi öz kültürümüz ve kendimize ait özgüven değerlerimizle böylesi bir proje gerçekleştirseydik çok daha duyarlı ve çok daha başarılı olabilirdik. Kendi yaramızı kendi merhemimizle sarar, zarardan, riskten, bizden olmayana dönüşmesinden yavrularımızı koruyabilirdik.

Meselâ bu reklâmda rol alan ergen genç kızımızın dudaklarına ruj sürmesiyle başlamazdık işe. Gözlerine eyeliner çekmesine gerek bile kalmazdı. “Sen de dene” demeye getirmezdik bu sorumluluğu üstlenirken.

Fakat yapamıyoruz. Aidiyet sorumluluğumuzu çoktan terk ettik, Batı/lın asimile projelerinin ana hedefi olan asimilasyona epeydir yenik düştük. Bizim çocuklarımızı, ergenlerimizi ve genç kadınlarımızı sahiplenmelerinden menfaat devşirmeye yeltenir olduk. Önce farklı kanallarından pompaladıkları güzellik baskısını projeye dönüştürmenin insanca bir sorumluluk değil, insaniyetten uzak bir sömürü olduğunu okuyamaz hâle geldik.

Ve bizler, ne yazık ki yukarıda belirttiğim gibi ezber bozmaktan, rahatımızı kaçırmaktan imtina eden, yapılanı eleştirmek için can atan, hazır sunulanı su gibi içen bir hâle getirildiğimizden böyle girişimleri masrafa sayarız. Bütçe ister, onay ister, bürokratik prosedürlerden nefes alamayız.

Hayat boşluk kabul etmiyor maalesef. Kıymeti bilinmeyen, sorumluluğunu yitirdiğimiz her alan, Batı/l için şahane bir fırsata dönüşüyor. Boş bırakılan her alanı kendi dinamikleriyle doldurma çabalarından iki kere kazançlı çıkan yine onlar oluyorlar. Hem erdemler üzerinden kendilerini “insancıl” ve “duyarlı” takdim etme fırsatını yakalıyor, hem kendi çözülme ve bozulmalarını sari bir hastalık olarak bizlere bulaştırmayı başarıp kültür asimilasyonu ve zihin işgali gerçekleştiriyorlar.

İlk iki bölümle Domestos reklâmıyla ürünün risklerine değindik ve ulaşılan çocuk sayısını kayda geçtik ve 4 buçuk milyon (Kasım ayı reklâmı) olduğunu öğrendik. Bugünse 400 binden fazla ergen kızımıza özgüven eğitimi ile ulaştıklarını görüyoruz. Ellerinde var 5 milyonluk gencecik, su gibi saf zihinler!

Bitti mi? Hayır! Ama daha bakacağımız bir ürün daha var ve rakam bununla sınırlı değil!

Dilerim yavrularımız üzerinden oynanan ve bir toplumun “çözülmesi”, kültürel “çürüme”nin tetiklenmesi için onları kobay gibi kullanan ve çare üretiyor görünümü altında ebeveyn çatışmalarını körükleyen bu ve benzeri projelere sessiz kalan, tedbir geliştirmeyen tüm kalpler burulur.

Özellikle reklâmı seyretmenizi ve küçücük bir kızın düşürüldüğü konumu/durumu izlemenizi dilerim. Aşağılanma hissi oluşturan, kompleksli bir portre çizen bu görsellerin zihninizde ve kalbinizde nasıl bir etki oluşturduğunu yoklamanızı ve hissettiklerinizin tadına karar vermenizi isterim.

Kendi çocuklarına sahip çıkamayan Devlet’e ve ebeveynlere işlerini öğretmek ve eksiklerini tamamlamak vazifesine gönüllü olmalarındaki amacı sezmemiz gerekiyor. Aksi durumda kendi yavrularımızı kendi ellerimizle Batı/lın bâtıl argümanları ile dönüştürülmesine rızamız var demektir.

Eğer öyleyse, razıysak yavrularımızın masumiyetleri üzerinden idealarını gerçekleştiren Haçlı zihniyetinin eylemlerine, dilerim bu kadar yavrunun hayatını değiştirip dönüştürmelerine müsaade ettiğimiz için ilgili kurumların, kişilerin ve mü’min hanımların ve beylerin uykuları kaçar. Ve dilerim bu satırlara erişenler birleşerek, birbirinden haberdar olarak çare üretmek için gayrete düşerler.  (Devam edecek inşallah…)