
KUMANDA, sözlük anlamı “komuta”
olan ve elektronik aletleri belli bir uzaklıktan yönetmeye yarayan alettir.
Çeşit
çeşit yayının yapıldığı ve zevkimize göre seçtiğimiz, avucumuzun içine güzelce
yerleşen, “evimizin reisi” diyebileceğimiz ve her an kaybolma tehlikesi ile
evde hummalı bir arayışı getirerek ortalığı altüst edebilen -tabiri caizse-
kıymetli ve kutsal cihazdır. Hatta böyle bir kayıp durumunda sinirlendiren,
bağırmalara sebep olup etrafta kim varsa suçlamaya maruz bırakan yüce nesnedir.
İşte
bu kadar önemli olan bu nesne sayesinde, televizyonda zaplamayla gerçek veya hayâlî
birçok yayıma bakıyoruz. Bizi bazen eğliyor, bazen eğlendiriyor, bazen de
benliğimizden bizi alıkoymak için görevini en güzel şekilde ifa ediyor. Kumandanın
maksadı, senin emrinle, emirlerin altına seve isteye kolayca varmanı amaçlıyor.
Amaçlıyor; çünkü o da bir amaca, bir ideaya hizmet ediyor.
Televizyon
gibi kitle iletişim araçlarının, hangi dalı olursa olsun, uzakta olanı yakından
görmeyi ve seyretmeyi, kendinle özdeştirmelerinin maksadı, aramanın ve bulmanın
şekil-şemal üzerinden yürüterek boşlukları doldurmaktır. Gelenekten gelen,
genel olanı değiştirip daha modern yani yenisinin sunulduğu ve kişinin de
seçerek aldığını düşünmesidir. Evet, bazı kavramlar bazı düşünceleri
simgeleyen/çağrıştıran objeleri beraberinde getirir. Örneğin “modernite”
denilince “reklâm, kadın ve tüketim”, ilk akla gelen kavramlar olabilir.
Modern
dönem ile postmodern dönemin reklâm içerikleri ürünün faydasını dile getirmeyi
hedeflerken, herhangi bir ürünün tanıtımı ve sunulmasında kadın üzerinden
duyguları hedef alması, “Tüketim eşittir kadın” imajını oluşturmayı başarmıştır.
İhtiyaçlara kadının gözü ile bakılması da... Bu ihtiyaçların kişiye özgü sunulması,
her bireyin “özel insan” mottosuyla yönlendirilmesi ve hodbinliğin inşâsıdır. Bireyin
toplumdan seçtikleriyle farkını ortaya koyması, toplumla alâkasının kesilip
birey cumhuriyetinin kurulması asıl hedeftir. Fransız Devrimi’nden sonra
Aydınlanma Çağı olarak görülen zaman diliminde aklın dine galip gelmesi için
şimdiki zaman için değil, gelecek için koşullanan insanoğlunun kendisi yani özel
insan olabilmek adına ne kadar çalışırsa/tüketirse o kadar ileriye gideceğinin formalitesindedir.
Bu eylemlerin içerisinde değerlerin öneminin olmaması, hatta bu değerlerin
insanı yavaşlatma gibi korkunç zaman kaybının varlığı söz konusudur. Bu ihtimâlin
doğrultusunda insanların aklını da yönetmenin gerekli olduğunu düşünmüşler ve böylece
kadın figürü biçilmiş kaftan niteliği taşıdığından kadının sahaya çıkması
gerektiğine hükmetmişlerdir. Bâtılın gayesi haz, hız ve kâr kazanmaktır.
Reklâmların
büyük bir bölümü kadınlara seslenmekte, kadın imgesinin giderek kuvvetlenmesi
dikkat çekmektedir. Dolayısıyla kadın imgesi kendi içinde ivme kazanmakta, bu
rol, kadının bir parçası gibi lanse edilip kabul görmektedir. Örneğin dizilerde
iyi ve güzel bir kadının daha anaç tavrı, çevresine duyarlı ve itaatkâr oluşu,
öte yandan kötü kadının tam tersi bağ kurmayan, aklına estiği gibi rahat
davranarak sadece kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi tesadüf
değildir. Sonuç olarak, kazananın genellikle kötü kadın olduğu, iyi kadının
öğüt ve sabır taşı hâlini bileyerek bir kurtarıcıyı bekler vaziyette kaldığı
durum, toplumun yargılarını kaşımaktadır. Çünkü Batı çalmayı, almayı
hedeflemektedir. Alınacak olan ne varsa, mevcudiyetinin tersi şeklinde cazip
olmalıdır. Örneğin reklâmlarda hijyen, ev eşyası, sağlık ürünleri gibi
nesnelerde kadının da çekiciliğini kullanarak cazibeyi arttırma yolu, erkekler
için olan ürünlerdeki otomobil reklâmlarında hız, güç ve kapasite, yine kadın
tanıtımları ile ilgiyi farklı yönden de kuşatmaktadır.
Güzellik
algısının değişmesi, kişisel bakımın medikal ürünlerle ancak evirileceğine dair
yoğun bir güç ile dayatılmaktadır. Burada kütle hâlinde duran imajın hak ve
özgürlük kavramlarıyla bütünleşiyor gibi görünüp sathî ve sığ kavramlarla
tekrar kendi imhası için çalıştığını söylemek çok da absürt olmayacaktır. Peki,
bu serüven ne şekilde başladı ve zihniyet nasıl oluştu?
19’uncu
yüzyılda başlayan kadın hakları hareketi, daha sonra kadınların ekonomik olarak
ve yaşam koşullarının iyileşebilmesi, yine kadının kendi dâvâsını yüklenip
toplumun refahı için modernitenin ve ardından gelen postmodern yapının kölesi
hâline gelmesi ile bu serüven başlamış oldu. Burada modernizm, düşüncenin insan
yaşamını ve toplumun ilerleyişini belli bir kültüre tâbi tutularak ütopik bir
vizyon ile ilerleme inancına dayanıyordu. Postmodern düşünce ise birçok
görecesi olmakla beraber gerçekliğin yerini imajın alması ve hakikat ile hatanın
aynı anlama gelmesiydi. Bu nedenle hiç kimse gerçeği tanımlama veya başkalarına
ahlâkî doğru ve yanlış fikrini dayatma yetkisine sahip değildi. “Geleneksel
otorite yanlış ve yozdur” ifadeleriyle akım vücut buldu. Bugün reklâmlarda olan
bir sloganla konunun daha iyi pekişeceğini düşünüyorum: “İmaj her şeydir!”
Bu
söz, kulaklarımızın doyacağı şekilde yerini almış vaziyettedir. Tabiî burada
olması gereken bir varlığın (varlıktan kasıt, ürün veya ürünü tanıtan her şey)
hakikî amacının dışına çıkılması söz konusudur. Her şeyin aslî konumunun farklı
bir imajla lanse edilmesinin ardında bir tür çatışma, değiştirme, değerden
soyutlaştırmayı seziyor, görüyoruz.
Batı/l
kültürünün ürünü olan bu modernizm akımlarının temeli, aslında dünyanın lânetli
bir yer oluşundan kaynaklanır. Yahudi erkeklerinin kadın olarak dünyaya
gelmedikleri için şükürlerinin yanı sıra, Hıristiyan âleminde de kadının
doğuştan günahkâr oluşu ve şeytanla iş birliği içerisinde olduğu düşüncesi söz
konusudur. Bu durumun kökenini ise Âdem ile Havva’nın insanın en saadetli
yaşayacağı âlemden yasaklı olan meyveyi Havva’nın yemesi ve sonra da Âdem’in
yemesine sebebiyet vermesi oluşturur. Lânetlenmiş dünyaya gelmelerine sebep
budur. Batı âlemi bu olay sonrasında, ona benzeyen kadın cinsinin günahkâr ve
ceza ile muamele görmesi gereken yegâne varlık olduğunu, kadının doğurduğu her
çocuğun bu yüzden ilk olarak vaftiz edilmek suretiyle temizlenerek hayata
başlaması gerektiğini düşünürler. Şeytanlığın, kötülüğün ayakta gezeni olarak
görülen kadının Batı kültürünün yegâne suç anası olması, erkeğin giderek yükselen
hâkimiyeti ve kadının her alanda erkeğe hizmet etmesi için yaratılmış bir
varlık olduğuna dayanan inanç, kadın için hazırlanmış en büyük dünya rolüdür.
Bilim, sanat ve teknolojide dünya kamuoyuna yön verecek yeterliliğe ulaşan Batı kültürü, sanatta, bu anlamda kadını ve kadın ile alâkalı hareketleri iki görüşle benimser: Kadın ya ruhban sınıfında ya da bu erdemlerden uzak teşhir sınıfı için bir metadır. Örneğin ya kutsal Meryem Ana gibi tasvir edilir ya da Rönesans’la başlayan resim, heykel gibi çalışmalara konu olan figüratif objedir. Bu anlamda Batı’nın sanat akımları, konuşmaktan ziyade görmeye odaklanmıştır. Çünkü yasaklı meyveden sonra kişi ilk olarak kendi çıplaklığını değil, karşı tarafın çıplaklığını görür. Yani kadının gözleyen ve gözlenen konumunda olması, varlığını konumlandıracak olan kararıdır. Bu karar, yine erkeğin onu hangi göz ile seyrettikten sonra alabileceği karardır. Burada kadının nesneye dönüşmesi söz konusudur. Nü fotoğraflar, nü pozlar ve nü hareketler, bedenin nesne olarak görülmesi, ardından da her nesnede olduğu gibi kullanılması söz konusudur. Cezalandırılan ve suçlanan kadının erkeğe boyun eğmesi gerektiği konusu böylelikle temellenmiş olur. Batı dünyası, kadının ve kadın imajının topluma şekil ve yön verecek olan toplumsal düzenin ana kaynağı olduğunu bildiğinden, çalışmalarına bu sahadan başlamıştır ve devam etmektedir.