Rejimin sigortası kim?

Muhtıra, askerî değil, hukukî bir terimdir ve hukuk dili ile açıklanmıştır ve hukuk dili ile kullanılır. Yani muhtıranın en şiddetlisi yargı erki ile verilir. Yani ha Anıtkabir’e çıkarak şikâyette bulunmuşsunuz, ha Sincan’dan Kızılay’a tank yürütmüşsünüz!

BİR zamanlar siyâsî düzlemde gerçekleşen her olay, bir bilen sıfatıyla ordu mensuplarına danışılırdı “Efendim”ler düzülerek. Siyasete balans ayarı çeken lâflar etsin de dıdısının dıdısı olması fark etmezdi birileri için. Sonra çok şey değişti, siyasete milletin iradesi el koydu.

Yalnız millete, iradesinin ne denli kuvvetli olduğu gösterilmeliydi. Şubat’ın soğuk dönemlerinde yayınlanan “toplumun güvendiği kurumlar” listesinde her zaman birinci sıraya yerleştirilen TSK, bir anda bu unvanını kaybetti. Zira operasyonlar, darbe senaryoları ve gaf dolu beyanlar derken büyük zararlar veriliyordu kimliğine.

FETÖ’nün sahibi olduğu ve de yönlendirdiği medya ise aynı süreçte müthiş bir kimlik algısı oluşturuyordu. FETÖ’nün o günlerde doğrudan yönlendirdiği AK Parti’nin birtakım mensupları ise, kendilerine yapılan telkinlere aldırış etmeden TSK’ya karşı genişletilen güvensiz kimlik algısını perçinlemeye gayret ediyorlardı.

Keser dönünce sap döndü ve gün gelip hesap da döndü; FETÖ, Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde bozulan oyununu temiz çıkarmak ümidiyle bütün kamuoyundan şunu dilenir oldu: “Türkiye’ye şöyle güzel hizmetler etmiş, dine böyle iyi hizmetler etmiş kişilere örgüt demeyin, dedirtmeyin!”

Anlaşılan, o günlerde TSK ile başlatılan kimlik formatlama süreci, şahsî hesaplarına klonlanan devletleşme kurgusuna hizmet etmesi açısından şekillendirilmişti. Boşaltılan TSK da bu düzlemde doldurulmalıydı. Zira bir diğer güvenlik birimi olan polisten bu noktada çekince yoktu. TSK mensubu olup da komutanlarının “Yap!” dediğini yapan askerlerin evlerine “sahur” operasyonları düzenleyenler polis değil miydi? Peki, polisin harekete geçmesi için hangi erkin ne yapması lâzımdı?

Mazlumlar, sonradan zalim olmasınlar

24 Kasım 2012 günü Ankara’da, İnsanî Değerler Derneği 2. Olağan Genel Kurulu’na konuk olarak katılan eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, konuşması sırasında hak ihlâllerinden bahsederken şöyle bir beyanda bulunmuştu:

“Hak ihlâllerini engellemek hepimizin görevi; idarenin de görevi bu, yasamanın da görevi bu. Ama en çok bu görev yargının olsa gerek, bizlerin olsa gerek.

Çünkü insanların sığınacağı son nokta bizim kapımız!

Biz insanlara karşı adil olmazsak, bu rejimin de, bu düzenin de sigortası -inanın- ortadan kalkar… Dün özgürlüklerin önündeki sınırlardan şikâyet edenler, bugün onun bekçisi olma durumuna lütfen düşmesinler…”

Polisin harekete geçişine dair hangi erkin yetkili olduğu hakkındaki sorumuza eski AYM Başkanı Kılıç’tan böylesi bir arşiv cevabı alırken kafamıza bir soru daha takılıyor. Ancak bu soruya karşılık gelen cevabı bu yazıyı okurken içinizden söyleyiniz ki bakalım bizim gidiş yolumuz doğru mu?

Sonuçtan olmazsa gidiş yolundan belki puan alabiliriz zira…

AK Parti’nin ülkemize benimsettiği kavramlaşan bir deyiş oldu “Yeni Türkiye”. Yani Yeni Türkiye, ulaşılan bir oluş değil, hedeflenen bir ufuk.

Türkiye’de Cumhuriyet’le birlikte yerleştirilen rejim ve düzenin oturtulması için 70 yıl gibi bir mesafeden bahsedecek olursak eğer, AK Parti’nin Yeni Türkiye adındaki bir sistem ve rejimi oturtması 18 yılı bırakın, son 5 yılda imkânsız!

Hak ihlâllerini engellemek idarenin yani yürütmenin ve yasamanın görevi, ama bunlardan çok yargının görevi. Bu gerçeği Sayın Kılıç’ın demecinden çıkartıyoruz. Zaten öyledir de… Yargı deyince adalet akla gelir. Hak ihlâlleri adalet üzerine şekillenen bir konu olduğuna göre, bunun önüne geçmek en çok da yargının görevidir. Küçümsediğim için söylemiyorum asla, bu ülkedeki siyâsî profillere bir göz atacak olursanız, karşınıza çıkan en yoğun zümre, yargı ile buluşan sıfatlara sahiplerin zümresi olacaktır.

Avukat, eski hâkim, eski savcı, eski bilmem ne heyet başkanı, hukuk profesörü, ceza hukuku doçenti, anayasa uzmanı filandır bunların unvanları…

Ve bu zümrenin arasında öyle bir parti vardır ki onlara göre hukukun üstünlüğünü ancak onlar korurlar ve halk hukuku asla bilemez, ancak onlardan öğrenebilir. Tabiî öğrenebilirse...

Belirttiğimiz bu partinin zihninden geçen, hani İslâm ümmetine her an tekrarlanan “Sen Kur’ân’ı, İslâm’ı, imanı bilmezsin; okuyamaz, anlayamazsın da. En iyisi bana sor, benden öğren. Benden öğrenmedikçe öğrenemezsin” mealindeki telkinler vardır ya, işte bu minvâldedir.

Ülkedeki hukukun üstünlüğü, sırf bu zihniyet yüzünden aslında “hukukçuların üstünlüğü” profiline dönüşmüştür.

Bir detaya girerek içinizden geçirdiğiniz cevabı söylemenizi isteyeceğim…

Olağan şartlarda, ülkemizdeki herhangi bir kurumda, meselâ bir bankada yahut kaymakamlıkta, tapu müdürlüğünde şahsınızı tanıtacak üç belge vardır: Kimlik, ehliyet ve pasaport.

Ancak iki tür kişi, bu üç belgeye de sahip olabilmesine rağmen başka bir belge gösterir: Hukukçu ve emniyetçi…

Meselâ bir avukat baro kimliğini, bir polisse görev kimliğini ille de gösterme eğilimindedir. Hâlbuki ikisi de en azından normal bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliğine sahiptir.

Muhtıra nedir?

Şimdi az önce sorduğum soruya dair cevabınızı istiyorum: AK Parti, bırakın 18 yılı, 5 yılda bir rejim ve sistem oturtamayacağına göre, yargının sigortası olduğu ve korunması gereken sistem ve rejim nedir?

Hayır, “Eski Türkiye” diye dışınızdan değil, içinizden verecektiniz cevabı!

Bu cevabı kabul edemem ama yan cebime koyun…

Bu arada, AK Parti’den istifa edip de sonrasında istifa edenlerin yerlerini dolduran yeni vekillerin çoğunun da hukukçu olması tuhaf bir tevafuk.

Gerçi AK Parti’de bir sürü hukukçu olduğu gibi ülke siyasetinde hukukçu varlığı asla bitmez!

Anıtkabir’e şikâyete gidenleri, çoklu baro hazırlıkları başlayınca yerlerinden olacakları, binlerce baro üyesi avukatın aidatından olup hazîne çeşmelerinin suyu kesilecekleri söylemiyorum bile…

Yoksa söyledim mi(!)?

Ah, Ayasofya konusu bile hukukçuların elinde, değil mi?

Bugün nasıl bir karar çıktığını göreceğiz.

Top taca atıla atıla bakalım kimin elinde kalacak?

Neyse…

Haşim Kılıç’ın, “Dün özgürlüklerin önündeki sınırlardan şikâyet edenler, bugün onun bekçisi olma durumuna lütfen düşmesinler” şeklindeki nasihatini yeniden hatırlayalım…

Bu söz, “muhtıra” kelimesini askerle özdeşleştiren bir toplum için herhangi bir yargı mensubu tarafından dillendirildiğinde aynı anlamda algılanmadı hiçbir zaman.

Ancak daima ve daima böyle algılanmalıydı.

Zira muhtıra, askerî değil, hukukî bir terimdir ve hukuk dili ile açıklanmıştır ve hukuk dili ile kullanılır.

Yani muhtıranın en şiddetlisi yargı erki ile verilir.

Yani ha Anıtkabir’e çıkarak şikâyette bulunmuşsunuz, ha Sincan’dan Kızılay’a tank yürütmüşsünüz!

Özgürlükler için mücadele etmiş ve birçok bedel öderken en son olarak 15 Temmuz’da da milletinin özgürlüğü için kendisini havada fedâ etmişken yalnızca Rabbi tarafından korunmuş bir lider olan Recep Tayyip Erdoğan’ı özgürlüklerin önündeki engel olarak itham etmek, en basit deyimiyle saygısızlık, orta şiddetteki ifadeyle iftira olabilir.

Kılıç’ı bir sembol olarak tanıyıp da AYM Başkanlığı döneminde çatıştığı Erdoğan’a karşı aldığı tavırla hatırlamaksa, ülke hukukçularının her dönem hangi boyutta yaşadıklarını bize daima gösterecektir.

Fakat bu manzaranın karanlığı ebede dek süremez!