
GENEL olarak okuma yazmanın insanın ufkunu genişlettiği, bilgi ve görgüsünü artırdığı kabul edilir. Okumayanlara göre okumuş olanların daha çok bildikleri, olup bitenleri daha iyi anladıkları umulur. Bu yüzden olmalı ki, daha çok okuyanlardan daha çok bilgi ve daha çok anlayış beklenir.
Buna karşılık okumamak cehalet ve ümmilik ile nitelendirilip aşağılanır. Orta hâlli bir okuryazarlıkta durum böyleyse, akademik unvan sahiplerinde bilginin ve anlayışın âlâsı aranır.
Profesör Cevat Akşit (D. 1938), akademisyen olmasına karşılık Fatih İskender Paşa Camisinde uzun yıllar Ramizü’l-Ehadis dersleri vermiştir. Ramiz’deki rivayetlerin Hazreti Muhammed’e aidiyeti her ne kadar şüpheyle karşılanmış ise de Akşit Hoca, her rivayeti doğru kabul ederek derslerini devam ettirmiştir. Bağlısı olduğu Mehmet Zahit Kotku’nun vefatından sonra onun yerine geçip İskender Paşa Cemaatinin şeyhi olmak için (Kotku’nun damadı) Esat Coşan ile giriştiği mücadeleyi kaybetmiştir.
Ancak durmamış, daha sonra derslerini çeşitli TV’lerde ve salonlarda konuşmalar yaparak sürdürmüştür.
Celâleddin-i Rumî, zahirî ilimleri “gîl ü gâl” yani “dedikodu” olarak görmüştür. Buna karşılık tasavvuf bağlılarında var olduğunu söylediği hâl ilminin (irfan) her şeyi kuşattığını savunmuştur. Özetle Akşit Hoca, hem zahirî ilimler, hem de hâl ilminin toplandığı arif bir kişi sayılmıştır. Dolayısıyla onda, orta hâlli bir okuryazardan çok, sıradan akademisyenleri aşan, daha çok ilmî bir vukûfiyet ve keskin bir görüş beklenirdi.
Ancak Akşit’in Anıtkabir hakkında söyledikleri pek çok insanı şaşırtmıştır. Akademik unvanın kişiyi bilinç ve bilgi sahibi etmediğini, şeyhlik yarışının da beklendiği gibi onda sezgisel bir anlayış/bir iktidar (ariflik) oluşturmadığı görülmüştür. Akşit Hoca, her zaman akademik unvanla, şeyhlik yarışıyla bir insanda olup bitenleri görememe, anlayamama, kavrayamama zaafının yok olmayacağını göstermiştir. Arifliğin iddiasının derde deva bir meziyet olmadığı tezini güçlendirmiştir. İlkokul seviyesindeki tarih bilgisi ile Kemal Paşa ve Anıtkabir isimleri etrafında oluşturduğu tarih felsefesi, geçim derdindeki insanları bile rahatlatacak mizahî bir zenginlikte olmuştur. Akademisyenlik ve ariflik kavramları etrafında oluşturulan hayâlî birikimlerin öyle derde deva olmadıklarını da göstermiştir.
Anıtkabir niçin yapılmıştır? Anıtkabir inşaatı için 1 Mart 1941’de, Başbakanlık’ta uluslararası mimarî proje yarışması için kurulan komisyon, yapılmak istenen anıtmezarın özelliklerini ve ondan beklenenleri şöyle açıklamıştır:
“Atatürk’ün asker, devlet başkanı, siyasetçi ve bilim adamı oluşunun yapıcı ve yaratıcı dehasının sembolü olacağını, anıtın ziyaret yeri olacağını ve ziyaretçilerin şeref holünde saygılarını sunacaklarını, yakından ve uzaktan görülmesini sağlayacak çizgilerinin olacağını, Atatürk’ün adı ve kişiliğinde Türk Devleti’ni sembolize edeceğini” belirtmiştir (Necdet Evliyagil, Atatürk ve Anıtkabir, Ankara 1988, s.88; Fatma Acun vd. Atatürk ve İnkılap Tarihi, Ankara 2010, s.297).
Anıtkabir yapılırken binlerce yıllık Türk tarihi içinde önceden yapılmış olan herhangi bir anıtmezar örnek alınmış mıdır? Ya da Anıtkabir’e benzeyen herhangi bir Türk mimarlık eseri var mıdır? Kompleksin mimarisinde İslâm ve Osmanlı mimarileri bilinçli olarak tercih edilmemiştir (Tunç Boran, Mekan ve Siyaset İlişkisi Bağlamında Anıtkabir -1938-1973-, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Tarihi Enstitüsü, Ankara 2011).
Anıtkabir için Türk mimarlık eseri anıtlar örnek alınmamıştır. Anadolu’nun antik köklerine atıfta bulunan projede mimarlar, Halikarnas Mozolesini örnek almışlardır (Afife Bafur, “Dönemi Bağlamında Emin Onat ve ve Mimarlığı”, Yüzyılda İki Mimar: Emin Onat ve Sedat Hakkı Eldem Sempozyumu, İstanbul Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Yayınları, s.280). Christoper Wilson, “anıt mezar kısmının çatısının projeden kaldırılmasıyla birlikte bu yapının Atina’daki Akropolis’in tepesinde yer alan bir Helen tapınağını andıran, sade ve soyut, kolonlu bir ana bina” hâline geldiğini yazmıştır.
Anıtkabir yapımı 1939-1952 arasındaki 14 yılda, 1944’de on milyon, 1950’de on dört milyon olmak üzere toplam 24 milyon liraya yapılmıştır. 6190 Sayılı Resmî Gazete’ye göre 1946’da Türkiye bütçesinin toplam harcaması 990 milyon lira idi. Millî Eğitim Bakanlığı bütçesi 97 milyon, Millî Savunma Bakanlığı bütçesi ise 149 milyon liradır. Görüldüğü gibi, dönemin şartları için yoksul Türk halkının minnet borcu için büyük bir meblağ ödenmiştir.
Elbette 1952’den sonra Anıtkabir’in aydınlatma, temizlik, bakım-onarım ve koruma tedbirleri için harcanan para bunun dışındadır. Buna rağmen Türk halkı minnet borcunu ödeyebilmiş midir? Hayır! Görünüşe göre Türk halkının minnet borcu her nasılsa bu yapılanlara rağmen temerrüde düşmüş, artık ödenme imkânı da kalmamıştır.
Böylece Anıtkabir’in mimarî özellikleri, Türk tarihinden kopuşu sembolleştirmiştir. Tuhaf olan ise, Anıtkabir inşaatından yaklaşık 25 yıl önce Türkiye’nin batı bölgesini işgale yeltenen Yunan kültür mirasının örnek alınmasıdır. Bu tuhaflık, Anadolu’nun antik köklerine yönelmek diye adlandırılmıştır. Oysa Anıtkabir’in yapılışını Akşit Hoca, Halikarnas Mozolesi ya da Akrapolis tepesindeki Helen tapınağının örnek alınmasını yok sayarak, Türk halkının Kemal Paşa’ya duyduğu minnet borcunun karşılığı olarak açıklamıştır:
“Evet, İslâm’da kabir yapmak yok. Sadece büyük zatlar, evet büyük zatlar için gelecek nesillere örnek olur diye zararı yok. Onun için Mustafa Kemal Paşa’ya Anıtkabir yapılmış, minnet borcumuz var. Gâvura boyun eğmek dinen zillettir, haramdır; Müslüman’a zillet. Çok büyük adamlara, gelecek nesillere örnek olsun, hatırlansın diye Mustafa Kemal’den bahsettim. Zillete düşmüşüz, gâvura esir olmuşuz; haram. Şeyhülislâmını, evliyasını, dinsizini (dinsiz var Atatürk’ün etrafında), ilericisini, gericisini buluşturmuş, yumruk yapmış milleti ve vurmuş, denize dökmüş Yunan’ı...”
Görüldüğü gibi, Kemal Paşa minneti yüklenen gelecek nesiller, Anıtkabir’in neden bir Türk anıt eserinin değil de Helen eserlerinin örnek alınarak yapılmış olduğu gibi sorular Akşit Hoca için hiçbir öneme sahip olmamıştır.
Buna karşılık, 5816 zulmünün kapsamına alınamayan yabancıların bu konu hakkında dedikleri daha ibretliktir. Türkiye’de akademik çevrelerin kendilerini bu ibrete kapadıkları görülmektedir. Üstelik bu yabancılar Ramizü’l-Ehadis okumamış, ariflikleri de olmayan kimselerdir ve Anıtkabir’in varlığını “Türk halkının minnet borcunun ödenmesi dışında” başka nedenlerle açıklamışlardır.
O yabancılardan biri olan İngiliz Christopher Wilson (D.1947), zaman zaman bazı protestoların Anıtkabir’de bitmesini, protestocuların şikâyetlerini doğrudan Kemal Paşa hayattaymış gibi Anıtkabir’de ona iletmesi olarak görüp, Anıtkabir ziyaret defterinde doğrudan Kemal Paşa’ya seslenen yazıların yazılmasını da aynı şekilde onun şikâyetleri görmesi ve duymasının kabul edilmesi olarak gördüklerini belirtmiştir.
Kemal Paşa’ya yazılan mektupların PTT tarafından Anıtkabir’e taşınması da bu fikri destekleyen işlerden biridir (Christopher Wilson, Anıtkabir’in Ötesi, Atatürk’ün Mezar Mimarisi, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2015, s.140-145).
Amerikalı antropolog Carol Lowery Delaney ise, Anıtkabir’e yapılan ziyaretleri Mekke ve Medine’ye yapılan ziyaretlerle karşılaştırmış ve Anıtkabir’i “seküler bir hac mekânı” diye tarif etmiştir. Arif akademisyen Cevat Akşit’in görüp anlayamadığını bu yabancılar nereden bulup ortaya çıkarmışlardır? Anıtkabir özel defterine yazılanlar, bu yabancıların tezlerini doğrulayacak bir içeriktedir. Özel defterlerin saklanarak gelecek nesillere aktarılması, Türkiye’ye hâkim olan resmî anlayışın taşınması olacaktır.
2012/3073 sayılı “Ulusal ve Resmî Bayramlar ile Mahallî Kurtuluş Günleri, Atatürk Günleri ve Tarihî Günlerde Yapılacak Tören ve Kutlamalar” yönetmeliğinde, Ankara’da Anıtkabir’e, illerde ise Atatürk anıtlarına çelenk konularak kutlamaların başlaması öngörülmüştür. Böylece Anıtkabir bir ziyaret, bağlılık ve saygı sunma yeri olmanın dışında bayram ve kutlamaların da merkezi ve odağı durumuna getirilmiştir. Buna göre Anıtkabir bir kutlama, anma, bağlılık, şikâyet ve de protesto faaliyetlerinin merkezi durumuna getirilmemektedir.
Görüldüğü gibi her çeşit kutlamanın odağına Anıtkabir’in alınması yalnızca Kemal Paşa’ya olan “minnet borcu” ile açıklanamayacağı gibi, dünyada böyle bir örnek de yoktur. Kemal Paşa’nın CHP Genel Başkanı olmanın ötesinde ülke kuruculuğu gibi bir misyonu sebebiyle bütün bu uygulamaların yapıldığı söylenebilir. Ancak dünyada benzer durumda olan liderlerle karşılaştırıldığında başka bir örneği yoktur. ABD’nin kurucusu sayılan George Washington örnek alınsa, ABD’de resmî törenlerde Washington adı ve onun mezarı yer almaz. Washington’un hemen her yerde büstü, heykeli yer almaz. Washington’un hayatı ABD’de “İnkılap Tarihi” adıyla ders olmamıştır. Yine Washington’u eleştirmek özel bir koruma kanunu ile suç sayılmamıştır. Türkiye’de Kemal Paşa adıyla yapılan bütün bu uygulamalar düşünce özgürlüğünün önünde büyük bir engel durumuna gelmiştir.
Türkiye’de bu uygulamaları Akşit Hoca’nın iddiasına göre büyük adamlara karşı duyulan “minnet borcu” ile açıklamak mümkün değildir. Bambaşka, nevi şahsına münhasır bir uygulamadır. Yıllarını Ramizü’l-Ehadis ile geçiren birinin sonunda Anıtkabir’in mânâ ve önemini anlatmaya kendini ödevli bilmesi, kendi kendini inkârdır.