“HUZUR ve sükûnet”
dedi zihnin derinliklerinden bir ses, “Huzur ve sükûnet geri gelecek bu
memlekete”. Sanki bir çocuğu elinden tutup getiriyordu bir yerden bir yere.
Siyasetçiden
esnafa, öğretmenden çiftçiye herkes böyle konuşuyor, böyle düşünüyor aslında. Toplum
olarak böyleyiz işte! Hep huzurlu ve sükûnet içinde olmayı düşler, gürültüsüz
patırtısız bir hayatı, deliksiz bir uykuyu isteriz. Hep parıltılı, ışıltılı ve
mutlu bir dünyaya ulaşmayı hedefleriz. Yegâne amacımız, mutluluk ve huzur
içinde rahat etmektir.
Bir
toplulukta biraz sert konuştuğunu düşünen biri, “Hep böyle sert konuşuyorsunuz,
biraz da bizi rahatlatacak şeyler söyleyiniz” deyince Ali Şeriati’ye, şöyle bir
cevap alıyor Şeriati’den: “Ben sizi rahatlatmaya değil, rahatsız etmeye geldim.
Ben esrar ve eroin miyim ki sizi rahatlatayım?”
Toplumun
genlerinde, insanın ruhunda hep huzur, sükûnet ve mutluluk arayışı vardır. Ancak
unutmamak gerekir ki, huzur ve mutluluk belli bir mücadeleden sonra, belli bir
bedelden sonra elde edilen bir kazanım olabilir. Armut öyle kendiliğinden pişip
insanın ağzına düşmüyor işte!
Baskın
ve belirleyici unsurun gelenek olduğu toplumlarda Müslümanlar olarak olaylarla
yakından ilgileniyor, ancak olguların daha önemli olduğunu, zamanın aslında
geçici olduğunu düşünmüyoruz hiç. Kalıcı olan âlemlerin ruhu değil, ruhların âlemidir.
Sorunlarla ya da zalimlerle mücadele etmek ve savaşmak yerine dinlenerek, tatil
yaparak yaşamayı istemek, hep huzur ve mutluluk içinde, hep sükûnet içinde
geçirilecek bir hayatı düşlemekten kaynaklanmaktadır aslında.
Kalıcı
olan ruh ve mânâ yerine hep yıkılmaya mahkûm olan yapılarla, hep ölmeye mahkûm
olan madde ile ilgileniyoruz. Bu durum sıradan, durağan, tekdüze, iç karartıcı ve
insanı mutsuz eden sonuçlar doğuruyor.
Sükûnet,
aslında sakinlikten gelmektedir; o da bizi statik ve hareketsiz, risksiz, mücadelesiz
ve düşünmekten uzaklaştıran bir hayata doğru usulca çekip götürür. Bizi hayatî
ve önemli meseleler üzerinde fikir yürütmekten alıkoyar. Dünyanın içine savrulduğu
küresel yangınlar ve de insanın içine düştüğü küresel sorunlar konusunda bir
duruş sergileyemiyoruz bu yüzden. Küresel zalimler karşısında bilinçli bir
mücadele geliştiremiyoruz bu yüzden. Mücadele ve savaşmak yerine hep sakin
kalıp sükûnet içinde geçirilecek bir hayat düşlediğimiz için muhkem bir cephe oluşturamıyoruz.
İslâm dünyasının, Müslümanların temel meseleleri konusunda etraflı ve yoğun bir
gündem oluşturamadığımız, bir çaba sarf edemediğimiz için kendi nesillerimizin
yetişeceği fikir ve hareket akımlarını da oluşturamıyoruz. Bugün, hangi konuda
olursa olsun, hâlâ duygusallıktan kopup geleneksel bakış açılarını aşarak
taşralı alışkanlıklarını aşamıyoruz. Bu nedenle de güçlü gündemler oluşturan
fikir akımları, etkili kültür ortamları oluşturamıyoruz.
Bugün
hâlâ, her alanda Batı’ya olan öykünmelerimiz, fikir, edebiyat, kültür, sanat ve
tüm hayat alanlarında yaşamakta olduğumuz hayranlık ve taklitçilik bu durumun
en açık göstergesidir. Yaşadığımız şey ise, celladına âşık olan mahkûmun
saflığı ya da cahilliğidir.
Eleştirel
yaklaşıma kapalı toplumlar, yeniliğe ve gelişime de kapalı olurlar. Bu anlamda
yeni düşünürlere hayat hakkı tanımazlar. Böyle olunca, toplumlar yeni gelişmelere
açılamaz, hep kendi geleneği içinde kapalı kalırlar. Oysa gelişim yeteneği bir
ırmak gibidir, onu hiçbir baraj hapsedemez. Bugün Müslümanlar olarak tüm eylem
ve söylemlerimizde hep resmî olanın dar kalıpları içinde kalıyoruz. Hakikate
uysa da, uymasa da mevcut olanını tercih ediyoruz. Küresel sistem bütün dünyada
emperyalizmi dayatıp insanı metalaştırırken, Müslüman aydınlar rahatlarını
bozup yüksek sesle haykırmalı ve toplumu rahatsız etmeli, toplumu uyandırmalıdırlar.
Müslümanlar
sadece rahatlık ve tatil yapmak anlayışıyla hareket edemezler. Bunun yerine
kendi fikir gündemlerini güçlü bir şekilde oluşturmak için gerekirse rahatsız
edilmesi gereken kesimleri gürültü çıkararak rahatsız etmelidirler. Bunun için
donanımlı aydın kadrolar yetiştirilmelidir.
İnsanın
bir eşya gibi ucuz hâle geldiği dünyada Müslümanlar, insanın onuru ve haysiyeti
için, insanın anlamı, gayesi ve hakikati için mücadele etmelidirler. Hayatta hiçbir
şey, insanın ucuz bir eşya konumuna düşürülmesi ve metalaştırılması kadar
rencide edici olamaz! Irkçı emperyalist güçler tarafından bütün insanlığa
baskıyla kabul ettirilmek istenen köleleştirme ve sömürgeleştirme durumu
önümüzde durmaktadır. O hâlde elbette, gerekiyorsa dünyada gürültü çıkaracak ve
tabiî ki toplumu rahatsız edeceğiz.
Hep
bencilce, sadece kendi rahatını, kendi mutluluğunu öne alan, güncel yanılgılara
teslim hâlde nefsin ve menfaatin tutsağı olarak hiçbir dâvâ ve medeniyet adına bir
mücadele yürütülemez. Bâtılın karşısında hakkın mücadelesi böyle verilemez.
Artık Müslümanların taşra duygusallığından kurtulup şehirli ve medenî bilinç ve
şuur verilerini ortaya koymaları gerekir. İnsanın varlığı gibi, geleceği ve
anlamı da bir tercih değildir; ahlâkî ve dinî temelleri, insanî kaygıları bulunmaktadır.
İnsan soyut bir varlık değildir, düşünce ve eylemle somut hâle gelir.
Düşünce
ve eylem, insanın en hayatî varlığıdır. İnsan bu kıymetli varlığını, bu tarihî
hakikatini bir kenara koyarak, kendi öz düşüncesini yok sayarak, kendi öz
nesnesini öldürerek tarihin öznesi olamaz. Günümüzde toplumların haksızlık ve
adaletsizliklerle mücadelesinin önündeki engel fiziksel değil, düşünsel ve zihinsel
engeldir.
Hep
sükûneti düşlemek yerine biraz da gürültü çıkarmalıyız şu yeryüzünde. Hep
tenhalara kaçıp sorumluluklarımızı bırakmak yerine biraz da kalabalıklara karışmak
gerekir. Hep kendi evlerimize kapanmak, kendi binalarımızda barınmak yerine
biraz da kâinata açılmalı, kâinat perspektifinden bakmalıyız hayata.
Öyle inanıyorum ki, bugün ihtiyacımız olan şey sadece rahatlamak, rahatlatmak değil, biraz da toplumu uyandırmak için rahatsız etmeyi denemektir. Rahatlamak çoğunlukla rehaveti beraberinde getirir. Onun yerine balıkları hep uyanık tutan köpekbalığı korkusunu yeğlerim.