ADI, “Rafiye” idi.
Ama köyün “Rafi’nge”siydi o. Yani
“Rafiye Yenge”si… Köyde herkes ona “Rafi’nge”
diye hitap ederdi. Rafi’nge aşağı, Rafi’nge yukarı… Kendinden büyüklere göre “Rafye
Gelin”, küçüklere göre “Rofy’abla” idi.
Kapısı
sık sık çalınan insandı o.
-Rafi’nge, sende böber badılcan tuhumu va mı?
-Va
va…
-Rafi’nge, sende
gavın garpız tuhumu va mı?
-Va
va…
-Rafi’nge, sende ıspanak
pırasa tuhumu va mı?
-Va
va…
Her baharda köyün tohum istasyonuydu onun evi sanki. Herkes ondan ister, o da kimseyi boş çevirmezdi. Her baharda onlarca kez tekrarlanan ritüeldi bu sahne. Bir sene, iki sene, üç sene değil, tam altmış sene!
İki
üç akşamda bir kapısı çalınır, bir başka komşu sorar: “Rafi’nge, yurt (yoğurt) mayası verimisiğn iki kaşık?” Cevap: “Vemez olimim, verim tabii, gir içeri hadi…”
Bazen,
elinin sıkılığı ile meşhur eşi (Hatib’in Arif) -şaka karışık- gelenlere
söylenirdi: “Siz garı diil misiğiz,
Rafi’ngeğizde bitmiyo da sizde neden bitiyo bu maya?”
Çalışmak için
yaratılmış
insandı Rafi’nge. Allah onu bu dünyaya çalışsın
diye göndermişti. Çalışsın, üretsin
ve dağıtsın… “Davıdıcaz guzum. Peygambellerimiz hep davıtmışla. Davıdıcaz kı öbür
dünyada vediklerimiz elimize gesin, Peygambellerimizinen gonşu olalım”
derdi bazen çocuklarına…
Çalışkan,
çok çalışkandı. Abartısız, hilafsız bir değil, iki değil, üç de değil, dört kişilik çalışırdı. Yeryüzünde yaşayan her yüz kişiden en çalışkan biri
seçilecekse, kendi grubundaki ilk aday o olurdu. Eskiden, ta eskiden,
1960’larda, 70’lerde, harman makinaları, biçerbağlarlar icat edilmeden, yirmi
beş gün süreyle orak elle biçilir, destelerden demet bağlanır, beşelleme
yapılır, demet çekilir, harmanın kaşına yuğun yuğulur, bir ay süresince her gün
harmana yetmiş seksen demet saçılır, iki çift öküzle sıcağın alnında dön Allah dön, dövenle harman dövülür, ikindi
sonrası da hafif rüzgâr çıkınca tınaz atılır, buğday da çuvallanırdı. Demetler
ise gemle bağlanırdı o zamanlar. Her sabah evin erkeği ile gelini, sabah namazı
sonrası -daha güneş doğmadan-, yumuşamış buğday saplarından çocuk bileği
kalınlığında gem yaparlardı. Her sabah, ben diyeyim elli, siz deyin altmış gem…
Yirmi yirmi beş gün orak biçmelerinde, her sabah tekrarlanan bir vakaydı bu.
Akşam
sofrasında kayınpederi Hatibâ (Hatip Ağa) sordu: “Bu sabah gaçar gem yaptınız bakim Arif, Rafiye?”
Tarhana
çorbasına kaşık sallayan, evin otuz yaşlarındaki erkeği “45” diye cevapladı. Rafi’nge söz aldı: “162!”
Olay
buydu, bu kadardı, buncaydı. Gerisini siz anlayın artık!
“Okuma
yazması olmayan mühendis benim annem”
Bir
başka gün sabah çorbasını içerlerken -ki 2000’lere kadar sabahları kahvaltı
değil, çorba ile başlayan makarna, pilav, kuskus vesaire gibi tarlada insanı tok
tutan güçlü yemekler yenirdi-, kayınvalidesi Sadiye Gelin sordu: “Bugün nerede ot gazacağnız bakiim?”
Mevsim
ilkbahardı, yazın ucu görünmüştü, Haziran yüzünü göstermişti. Mısır çiçek otu
kazmalarıydı. “Bugün Harman arkasında
misir otu gazacaz ana” dedi Rafi’nge. Kayınvalidesi de düşündü, altı
dönümdü Harman arkası; bir hesap yaptı, iki kişi yani oğlu gelini, günde ikişer
dönüm kazsalar… “Allah’tan bi şaşgınnık
omazsa üç günde bitirisiğiz inşallah” der demez oğlu, “Ben Adi’ye (Adapazarı’na) gidecam bugün” demesin mi? Rafi’nge yarı
şaşkın yarı öfkeli, “Ne vamış Ada’da
bugün?” diye sordu eşine. Gamsız, rahat ve çalışmayı sevmemesiyle ünlü
Hatib’in Arif, dünya yansa bir kalbur
samanı yanmaz edayla cevap verdi: “Gasım
Çavış’ın Emne ameliyat omuş. Gocası Ismayıl gardaşlimdir, bilisiğiz ya. Una
bakmağa gidecam.”
İçinde fırtınalar koptu Rafiye Gelin’in. Belli etmedi ama. Belli etmezdi zaten oldum olası. Lüzumsuz bir ziyaretti bu şimdi. İki gün sonra da gidebilirdi hasta ziyaretine kocası. Sofrayı kaldırdı. Doğru tarlaya. Nefes almadan çalıştı. O öfke ve kızgınlıkla akşama kadar, iki kişinin üç günde yapabileceği çapayı bir günde bitirdi. Sırtı kurumamıştı terden o gün. Akşam eve geldiğinde mintanı Tuz gölü haritası gibi olmuştu. Olsundu. Böyle biriydi Rafi’nge. Böyle çalışırdı. Böyle çalıştı işte elli sene. Dile kolay, tam yarım asır!
“Okuma yazması
olmayan mühendis benim annem” derdi mühendis oğlu Rafi’nge için. Zeki,
çok zeki kadındı. Çocukluğunda okul yoktu ne köylerinde, ne çevre köylerde.
Okuyamamıştı. Okuma yazması yoktu dolayısıyla. Okutulsa profesör olması işten
bile değildi. Zaten eşinin, çevresindekilerin kâğıt kalemle yaptığı toplama,
çıkartma, çarpma işlemlerini kafadan
-onlardan önce- yapar, söylerdi Rafi’nge. “Oğlum
bana, gızım bubasına çekti” derdi zaman zaman da. Nitekim -fizikken de
babaannesine çok benzeyen- oğlundan torunu, Boğaziçi Üniversitesini bitirmişti.
Unutmadan…
Oğluyla kafa yapıları çok uyuşurdu. Hemen her konuda çözüm ve tespitleri, analiz
ve kararları -birbirinden habersizken dahi- aynı olurdu. Zaten son on beş yıl
çok yakın olmuşlardı birbirine. Hak hukuk
onun için çok çok önemliydi. “Haram olur”
endişesiyle kimsenin hiçbir şeyini habersiz alıp yemezdi. İkram edilirse de
saygısızlık olmasın diye ucundan alırdı üç beş lokma. Çocuklarına da hep tembih
ederdi: “Ben sizi abdestsiz bir kere bile
emzirmedim. Kimsenin zerresine dokunmayacaksınız, zerre haram yemeyeceksiniz,
kimseye zerre zarar vermeyeceksiniz!”
Öyleydi
gerçekten. Bir ömür sabah namazının üstüne güneş doğurtmamıştı. Bir vakit
namazını kazaya bırakmamıştı. Bir gün bile oruç borcu yoktu Yaradan’ına…
Öte
yandan, acılı kadındı da Rafi’nge.
Daha bebekken “Anne, baba” demeye başlayan güzeller güzeli kızı Rahime’sini
yedi aylıkken kaybetmiş, acısını günlerce taşımış, üzüntüden verem olmanın
eşiğinden dönmüştü. Küçük oğlu Ahmet’ini daha on beş yaşındayken kan kanserinden
toprağa vermiş, yüreğindeki evlât acısını
bir ömür soğutamamıştı. Büyük oğlu, “köyünden onun istediği biriyle” evlenmek
yerine şehirden sevdiği kızla evlenmeyi tercih edince uzun yıllar konuşmamış,
adeta çeyrek asır oğulsuz yaşamıştı.
Elinde ve evindeki tek kızı da bir gün köyde, imeceyle komşuya sekiz on genç iş
yaparken, bir panik anında çalışan makinenin içine düşmüş, bir bacağının
dizinden aşağısını makinanın dişlileri arasında feda etmiş, ömür boyu proteze
mahkûm olmuştu.
Evet,
acıların geliniydi biraz da Rafi’nge.
Acılar yumağına dönüşmüştü dertli yüreği çoğu kez. Yine de sabreder, şükreder,
hamd ederdi Yaradan’a. Teselliyi iyilikte, merhamette, vermekte bulurdu o.
Bir
gün “kızına geleneksel kına” yapmak isteyen birisi şehirden gelip onu bulmuş,
kına gecesi misafirlerine ikram için dartılı
keşkek yapmak istemiş, Rafi’nge’den otuz adet köy tavuğu satın almıştı. Tam
parayı verdiği sırada, “Benim bu köyden
bir arkadaşım var, adı şu” deyince, Rafi’nge, “O benim oğlum. Ben oğlumun arkadaşından para mara alamam. Hediyem
olsun size. Allah gızınızı mesut bahtiyar etsin” demiş, bütün ısrarlara
karşın parayı almamıştı. Bu olay yaşandığında, on beş senedir oğluyla
konuşmuyordu Rafi’nge’miz.
Dargın
olduğu oğlunun uzaktan arkadaşından bile otuz tavuğun parasını almayan cömert
ve onurlu kadındı o. Dargınlığın bile izzetini, onurunu ve mahremiyetini
gözetip kollayan örnek Anadolu kadını…
Köyün
içinde, kızı olaylı şekilde evlenen biri, kaynanası Sadiye Gelin’e yolda izde rastladığında lâf söylüyor, o da eve
gelince üzüntüyle anlatıyordu bunu. Üç beş kez tekrarlanmıştı olay. O zamanlar
evlerde su yoktu. Her akşam sabah, köyün kuyu veya çeşmesinden susurukla (su
sırığının iki ucuna takılı bakırlarla) su getirilirdi. Rafi’nge bir gün suyolunda
(çeşmeden su getirirken) kaynanasına çıkışan kadınla karşılaştı: “Hamfabla! Hamfabla! Sen mani mani anama ne
daklaşıyoğ bakim? (Hanife Abla, sen sık sık kaynanama niye lâf
söylüyorsun?) Benim alnım ak, yüzüm pak.
Bağa Allah bile hesap soramaz, ama gızığınan sağa gul bile sora!”
Evet,
Rafi’nge, Allah’a vereceği hesaba hazır yaşamıştı bir ömür. O kadar emindi ki
kendinden, hesap gününde Allah’ın “Haydi
geç çabuk!” diyeceğine, ona bir şey sormayacağına tam inanmıştı. Ameline bu
kadar güveniyordu.
On beş sene kadar önceydi. Kurban Bayramı kışa geliyordu o dönemde. Rafi’nge’nin köyünde, büyükleri vefat etmiş, oğlu ve kızı şehirde evli, çoluk çocuğa karışmış bir komşusu vardı. İki kardeş, Ruhi ile Ruhinaz, her bayram eşleri ve çocuklarıyla köye gelir, baba evini ve komşularını ziyaret ederlerdi. Onların hüznünü yüreğinde hisseden Rafi’nge, kızı Malike’yi bir arefe günü, kendi evini temizledikten sonra komşu evine de gönderdi, bir güzel bayram temizliği yaptırttı. “Çocukla gelince tertemiz otusunna buba evinde, git temizleyive, hadi gızım” dedi.
Bayram
öğle saatlerine doğru başlardı köylerinde. Kendi evi gibi komşusunun sobasını
da yaktırttı bayram sabahı kızını gönderip Rafi’nge, “Çocukla ıscacık otusunna buba evinde” dedi. İki saat kadar sonra
ise, kendi evine bayramlaşmak için biri gidip birinin geldiği, sofranın biri
kurulup birinin kaldırıldığı sırada, en az on beş sofra kurulduğu bir gün, o
hengâme ve kargaşada kızına, bakır siniye kurban, pilav, dolma, hoşaf, üre
tatlısı ve lokum (cevizli bayram ekmeği) koydurup, “Hadi bunu Ruhi ağbinlere götürüve, çocukla buba evinde ağız dadınnan bayram
yapsınna” diyen kadındı Rafi’nge.
Diğerkâm
insandı. Başkalarını mutlu etmek, onun en büyük mutluluğu ve sevinciydi. On
kere, yüz kere olmuş olaylardı onun hayatından bunlar.
Bahçesi
bostanı, eriği armudu, kavunu karpuzu, soğanı sarımsağı hep boldu onun. Çuval
çuval, asmak asmak, dizi dizi... Her misafire mutlaka bir şeyler verirdi
giderken. Cömertlik şiarıydı. Vermek, hediye etmek, paylaşmak hayat
felsefesiydi onun. “Rafi’nge” denildiğinde ilk akla gelen kelime “vermek” idi
kuşkusuz.
Ey
okur, “Peki, sen Rafi’nge’mizi bu kadar
iyi nereden tanıyorsun Fahri Tuna?” diye sorduğunu duyar gibiyim. Haklısın.
Çok haklısın hem de. Cevap veriyorum: Rafi’nge, benim annemdi de ondan!
Rafi’nge,
dünyaya vermek için gelen kadındı.
Çalışmak, üretmek ve dağıtmak. Karşılıksız, çıkarsız, hesapsız hem de… Sadece
karşıdakini mutlu etmek için veren kadın… Diğerkâmlıktan haz alan kadın...
Rafi’nge…
Diğerkâmlığın kitabını yazan yengemiz o bizim!
Not: Rafi’nge’yi 16 Şubat 2021 Salı günü, bembeyaz bir günde, beyaz gelinliği içinde, çok sevdiği Yaradan’ına (Sakarya, Kaynarca, Okçular Köyü Mezarlığından) uğurladık. Tüm anneler gibi onun da mekânı Cennet olsun!