
“KEŞF”, Sufî
terminolojisinde bir terim olup, “metafizik ve gayb alanında bazı bilgilere
ilham yoluyla vâkıf olmak” anlamında kullanılır.
Kalıcısı
olmadığımız şu dünyanın bitmez tükenmez telâşından sıyrılıp istikamet üzere mânevî
bir yolculuğa talip olmak, bu esnada birtakım riyazetler ile nefsi terbiye
etmeye çalışmak, keşf âlemine ve imanî hakikatlere ermenin bir mücadelesidir.
Keşfimiz
yoksa gördüklerimiz bizim değildir, mânen karanlıktayız demektir. Allah’ı görür
gibi ibadet etmek kalbin keşfi, varlıkların sırlarını ve hikmetlerini görmekse aklın
ve ruhun keşfidir. Ancak bu keşifler vahyin ışığında Kur’ân ve Sünnete tâbidir.
Tasavvuf ehli, keşfi doğru ve kesin bilgiye ulaşmada güvenilir bir yol olarak
kabul etse de, “Elde edilen mânev haz ve bilgiler vahye aykırı ise bâtıl olur,
uygun ise hak olur” fikrinde birleşir.
İlim
ile sezginin cem edildiği bu uzun ve meşakkatli yolculukta varılan her mâkâm
Allah’ın bir ikramıdır. Keşf hâli ve mertebeleriyle ilgili olarak şunları
söyleyebiliriz:
Başlangıç
hâli, ilme’l-yakîn mertebesidir. Varoluşun mânâ derinliğini salim akıl ve sahih
nakille ifade eden, ancak kesinlik bakımından en aşağı derece olan bilgidir. Bir
parçası olarak bulunduğumuz şu kâinattaki matematiksel sistemi, fiziksel ve biyolojik
düzlemi aklen idrak etme boyutudur.
Ayne’l-yakîn
mertebesi, bütün varlıkların aynı kaynaktan gelişini hissettiren bir bilgidir. Duyularla
elde edilir. Buna misâl olarak Hazreti İbrahim’in ayette geçen şu sözü
zikredilir: “İbrahim de bir zaman, ‘Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana
göster’ demişti. (Allah,) ‘İnanmadın mı?’ dedi. (İbrahim,) ‘Hayır (inandım),
fakat kalbim mutmain olsun diye (görmek istiyorum)’ dedi.”1 Hiç şüphesiz Hazreti İbrahim, Allah’ın
ölüleri dirilttiğini biliyor ve buna inanıyordu. Ancak gözleriyle buna şahit
olmak istiyor ve böylece gönlünün daha da mutmain olacağını ifade ediyordu.
Yani ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne varmak istiyordu.2
Kalbin
Hakk’ı görmesi, hakke’l-yakîn mertebesidir. Yaşanarak elde edilen ve kesinlik bakımından
en üstün olan bilgidir. Damlanın deryadan, deryanın damladan ayrı olmadığını bizatihi
görebilmektir. Bu zevke ulaşmak, Muhammedî şuur ile kuşanmaktır. “Ol” der
Sonsuzluğun Sahibi. Ruh üflenir toprağa, can bulur kul. Girerse kabuktan öze,
kendini bulur. Habbeden kubbeye taşar İlâhî bir nur. Eyyûb’un sabrını,
Süleyman’ın âlemi duyan kalbini kucaklar iki cihan...
Varlıklar
farklı gibi görünse de, Hakk’a ait olmakla vuku bulur aynılıkları. Ruhun
sırrına eren bilir ki, kendindeki ve varlıktaki ruh, aynıyla Hakk’tır.
Hallac’ın “Ene’l-Hakk” dediği mâkâm burasıdır. Hakk’ın Esması ve Nurlu Sıfatlarıyla
yaşanan şiddetli sevgi neticesinde, “Ben yokum, Hakk var” diyebilmek, yangına
düşüp ateş olmak, yağmura karışıp sel olmak gibidir.
Örtüleri
kaldırmaya azmeden kâşifler ordusudur müminlerin kalbi. Allah’ı tanıyabilme
sanatıyla donanmış, Kitâb-ı Mübîn’in süzgecinden ayrışmış bir seyr-i sülûk kapısı
önünde muhabbetle yoğrulan bir yolcu gibidir. Ey bîçare gönül, Rabbinin adıyla
keşfe açıl! Yaratılanı görmek ve doğanın kalbiyle özleşmek bir sürur olsun, seyyâle
gibi aksın içinde. Her kıyama duruşunda ebabilleri uçur semaya, gönlünün yıkık
duvarlarını keşifle onar. Kalbini mânevî hastalıklardan kurtar. Az ye, az uyu,
az konuş. Sadece Allah’a tevcih et!
“Acz ile eğilen
baş, aşk ile cuşa gelir./ Od düşmeyince bağra, kuru dala hâr gelir/ Susunca
dil-i bî-mâr, konuşur ruhu revan/ Dünya aşk ile döner, fer’i yanmaktan gelir…”3
Sır
perdesini aralayan hakikat, benlik hırkasını yakmakla başlar. “Her şeyi
zıddıyla kaim kılarak çift yaratan O’dur (cc)”4 hükmünün gereğince,
aleve koşan pervaneler gibi, içi su dolu insanın ruhu yanmakla cezbolur. Kul,
yanmakla kendini bulur. Beşeriyetten sıyrılıp ulûhiyete mazhar olur.
İnsanın
yaratılışından itibaren kalbinde saklı duran muhabbet tohumu, ancak yanarsa
inkişafını tamamlar. İnsan çeşitli merhalelerden geçerek kemâlâta yol alır. Kem
bir ruh yoğrulmadan, pişmeden ve yanıp tutuşmadan keşfe açılamaz. Rahmân’ın
sanatı insan üzerinde ona nefes vermesiyle tezahür eder. Ateşte eriyen camın
üflenerek, sıcak demirin dövülerek şekil alması gibidir insanın terbiyesi. Kul
olmak ile kül olmak arasındaki nokta farkı, sırattan geçiş misâli ince ve
keskin bir ayrımdır. Ya nefsini yakar insan ve bütün sevmeleri huzur-u İlâhiye
çıkar ya da ekinini, hasadını yakar da müflislerden olur. Tabiat âlemine gözünü
yummayan kimse mânâ âlemini göremez. Dünyevî zincirleri kırmak, keşif sırrına
vâkıf olmanın bir ilkesidir.
1Bakara,
260
2İsmail
Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Ankara 1981, s. 41
3Nuran
Baydar
4Zariyat,
49