Rabbinin adıyla keşfe açıl!

İnsanın yaratılışından itibaren kalbinde saklı duran muhabbet tohumu, ancak yanarsa inkişafını tamamlar. İnsan çeşitli merhalelerden geçerek kemâlâta yol alır. Kem bir ruh yoğrulmadan, pişmeden ve yanıp tutuşmadan keşfe açılamaz.

“KEŞF”, Sufî terminolojisinde bir terim olup, “metafizik ve gayb alanında bazı bilgilere ilham yoluyla vâkıf olmak” anlamında kullanılır.

Kalıcısı olmadığımız şu dünyanın bitmez tükenmez telâşından sıyrılıp istikamet üzere mânevî bir yolculuğa talip olmak, bu esnada birtakım riyazetler ile nefsi terbiye etmeye çalışmak, keşf âlemine ve imanî hakikatlere ermenin bir mücadelesidir.

Keşfimiz yoksa gördüklerimiz bizim değildir, mânen karanlıktayız demektir. Allah’ı görür gibi ibadet etmek kalbin keşfi, varlıkların sırlarını ve hikmetlerini görmekse aklın ve ruhun keşfidir. Ancak bu keşifler vahyin ışığında Kur’ân ve Sünnete tâbidir. Tasavvuf ehli, keşfi doğru ve kesin bilgiye ulaşmada güvenilir bir yol olarak kabul etse de, “Elde edilen mânev haz ve bilgiler vahye aykırı ise bâtıl olur, uygun ise hak olur” fikrinde birleşir.

İlim ile sezginin cem edildiği bu uzun ve meşakkatli yolculukta varılan her mâkâm Allah’ın bir ikramıdır. Keşf hâli ve mertebeleriyle ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:

Başlangıç hâli, ilme’l-yakîn mertebesidir. Varoluşun mânâ derinliğini salim akıl ve sahih nakille ifade eden, ancak kesinlik bakımından en aşağı derece olan bilgidir. Bir parçası olarak bulunduğumuz şu kâinattaki matematiksel sistemi, fiziksel ve biyolojik düzlemi aklen idrak etme boyutudur.

Ayne’l-yakîn mertebesi, bütün varlıkların aynı kaynaktan gelişini hissettiren bir bilgidir. Duyularla elde edilir. Buna misâl olarak Hazreti İbrahim’in ayette geçen şu sözü zikredilir: “İbrahim de bir zaman, ‘Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster’ demişti. (Allah,) ‘İnanmadın mı?’ dedi. (İbrahim,) ‘Hayır (inandım), fakat kalbim mutmain olsun diye (görmek istiyorum)’ dedi.”1 Hiç şüphesiz Hazreti İbrahim, Allah’ın ölüleri dirilttiğini biliyor ve buna inanıyordu. Ancak gözleriyle buna şahit olmak istiyor ve böylece gönlünün daha da mutmain olacağını ifade ediyordu. Yani ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne varmak istiyordu.2

Kalbin Hakk’ı görmesi, hakke’l-yakîn mertebesidir. Yaşanarak elde edilen ve kesinlik bakımından en üstün olan bilgidir. Damlanın deryadan, deryanın damladan ayrı olmadığını bizatihi görebilmektir. Bu zevke ulaşmak, Muhammedî şuur ile kuşanmaktır. “Ol” der Sonsuzluğun Sahibi. Ruh üflenir toprağa, can bulur kul. Girerse kabuktan öze, kendini bulur. Habbeden kubbeye taşar İlâhî bir nur. Eyyûb’un sabrını, Süleyman’ın âlemi duyan kalbini kucaklar iki cihan...

Varlıklar farklı gibi görünse de, Hakk’a ait olmakla vuku bulur aynılıkları. Ruhun sırrına eren bilir ki, kendindeki ve varlıktaki ruh, aynıyla Hakk’tır. Hallac’ın “Ene’l-Hakk” dediği mâkâm burasıdır. Hakk’ın Esması ve Nurlu Sıfatlarıyla yaşanan şiddetli sevgi neticesinde, “Ben yokum, Hakk var” diyebilmek, yangına düşüp ateş olmak, yağmura karışıp sel olmak gibidir.

Örtüleri kaldırmaya azmeden kâşifler ordusudur müminlerin kalbi. Allah’ı tanıyabilme sanatıyla donanmış, Kitâb-ı Mübîn’in süzgecinden ayrışmış bir seyr-i sülûk kapısı önünde muhabbetle yoğrulan bir yolcu gibidir. Ey bîçare gönül, Rabbinin adıyla keşfe açıl! Yaratılanı görmek ve doğanın kalbiyle özleşmek bir sürur olsun, seyyâle gibi aksın içinde. Her kıyama duruşunda ebabilleri uçur semaya, gönlünün yıkık duvarlarını keşifle onar. Kalbini mânevî hastalıklardan kurtar. Az ye, az uyu, az konuş. Sadece Allah’a tevcih et!

“Acz ile eğilen baş, aşk ile cuşa gelir./ Od düşmeyince bağra, kuru dala hâr gelir/ Susunca dil-i bî-mâr, konuşur ruhu revan/ Dünya aşk ile döner, fer’i yanmaktan gelir…”3

Sır perdesini aralayan hakikat, benlik hırkasını yakmakla başlar. “Her şeyi zıddıyla kaim kılarak çift yaratan O’dur (cc)”4 hükmünün gereğince, aleve koşan pervaneler gibi, içi su dolu insanın ruhu yanmakla cezbolur. Kul, yanmakla kendini bulur. Beşeriyetten sıyrılıp ulûhiyete mazhar olur.

İnsanın yaratılışından itibaren kalbinde saklı duran muhabbet tohumu, ancak yanarsa inkişafını tamamlar. İnsan çeşitli merhalelerden geçerek kemâlâta yol alır. Kem bir ruh yoğrulmadan, pişmeden ve yanıp tutuşmadan keşfe açılamaz. Rahmân’ın sanatı insan üzerinde ona nefes vermesiyle tezahür eder. Ateşte eriyen camın üflenerek, sıcak demirin dövülerek şekil alması gibidir insanın terbiyesi. Kul olmak ile kül olmak arasındaki nokta farkı, sırattan geçiş misâli ince ve keskin bir ayrımdır. Ya nefsini yakar insan ve bütün sevmeleri huzur-u İlâhiye çıkar ya da ekinini, hasadını yakar da müflislerden olur. Tabiat âlemine gözünü yummayan kimse mânâ âlemini göremez. Dünyevî zincirleri kırmak, keşif sırrına vâkıf olmanın bir ilkesidir.

 

1Bakara, 260

2İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Ankara 1981, s. 41

3Nuran Baydar

4Zariyat, 49