SOYLULUK kavramı, en
soysuz kimselerin dahi diline pelesenk olmuş ve üzerine yapışabilecek bütün
lekelere karşı peşînen hazırlanmış bir kutsanma örtüsü olarak
kullanılagelmiştir.
Hâlbuki
soyluluk, Bizzat Rabb-i Rahîm tarafından izah edilmiştir. O’nun ifadesinde
soyluluk yani asâlet, iman ve takvâ sahibi olmaktır. Nitekim soy yahut kan bağı
anlamında iman ve takvâ sahibi birine yakın olmak dahi iman ve takvâ sahibi
olmayan biri için soylu olmak anlamına gelmiyor.
Edebiyat,
tarih ve psikoloji anlamında her toplum ferdi, kendisini bir soyluluk küvetine
oturtmak peşindedir. Öyle ki, magazinel anlamda ön plâna çıkmak isteyen
birinin, “Biz eskiden çok fakirdik” derken, karşılaştığı olumsuz bir durum
karşısında “Benim arkamda filanca aşiret var” sözüne sarılması bile bundandır.
Bu
durumu aidiyet ile değil, soyluluk hırsı ile açıklayabiliriz sadece...
Soyluluk
adına insan, cinayet gibi bir sözde çözüm dahi bulmuştur. Böylelikle hüküm
sahibi olduğu iddiasıyla Hüküm Sahibine meydan da okumuştur. Bir töre cinayeti
de bu mesâbededir, bir hanedan uygulaması da...
Cinayet
yerine bir kimsenin hayatını değiştirirken o kişi üzerinde hak sahibi olan
kimselere acı çektirmek dahi bu ölçüdendir!
Birinci
bölümde Polat Alemdar’ın hikâyesine bu sebeple değinmiş ve ailesinden
bahsetmiştik.
Ömer
Baba, Polat ile ilgili durumlara aslında vâkıftır ama ya anneliği? Ya Elif? Ya
Efe Karahanlı’nın deliren annesi?
Karahanlı
gibi birinin baron olmasına alan açmak yerine, madem onun hânesine o kadar
sızacak ve onu ikna edecek yetenek varken neden oğlu kaçırılır da oğul babaya
düşman edilir, baba da devlete?
Osmanlı
ve Selçuklu da böyle hatâlarla doludur, daha önceki Türk ve İslâm Devletleri
de... Nizâmülmülk’ün nasıl bir dâhi olduğu anlatılır ancak devlet için aldığı
düşünülen tedbirlerin aslında hiçbir işe yaramadığı düşünülmez...
Bir
dahaki bölümde girişi tamamlamış olacağız, yavaş yavaş gelişmeye evriliyor
dosyamız...