Psikolojik bir kurum olarak aile

Ekonomi ve sosyolojinin grafikleriyle, rakamlarıyla ve analizleriyle aileyi anlayamayız. Aile, rakamlar ve istatistikler hakkında değil, insanlar hakkındadır. Aile hakkında konuşurken ailenin psikolojik insanî dilini konuşmamız, aileyi bu dille açıklamamız ve yorumlamamız gerekmektedir.

İNSAN tarih boyunca birçok kurum ihdas etmiştir. Devlet, ordu, meclis ve hükûmet gibi nice kurum, hep insan tarafından yapılan kurumlardır. Bu kurumlar, genellikle bazı insanlar tarafından yapılmış, çoğu insan ise bu kurumlardan dışlanmıştır.

Ancak bütün insanların inşâsına ve devamına aktif olarak katkıda bulundukları bir kurum bulunmaktadır. Bu kurum, “aile” kurumudur. Diğer insanî kurumlar bazı insanların ürünüyken, aile kurumu ise bütün insanların eseridir. Sahici anlamda insanî kurum olmayı hak eden yegâne kurum ailedir; çünkü o, hepimizin eseridir.

Aile kurmak için büyük devlet adamı, asker, savaşçı ya da kahraman olmaya gerek yoktur. Devletler ve orduların büyük komutanlarından ve kurucularından söz edilir. Aileyi büyük devlet adamları ve komutanlar kurmaz. Her insan ailenin kurucusu ve üyesidir. Birey, aile kurumuna insanî bütün özellikleriyle katılır. Aile, birey olarak ne olup olmadığımızın yansıdığı ana kurumdur.

Devletlerin, milletlerin ve orduların tarihinde savaşlar, mücadeleler ve iktidar kavgaları vardır. Devlet ve ordu gibi büyük kurumların hikâyelerinde herkes yer almaz. Orada sadece krallar, hükümdarlar, komutanlar ve kahramanlar gibi büyük kimselere yer vardır. Hep onların hikâyelerinden söz edilir. Ailenin hikâyesinde ise devlet başkanları, komutanlar ve devlet adamları yoktur. Ailenin hikâyesinde anneler, babalar, dedeler, çocuklar, kardeşler, halalar ve teyzeler vardır. Bu hikâyede savaşlardan ve zaferlerden söz edilmez. Ailenin hikâyesinde evliliklerden, sevgiden, geçimsizlikten, mutsuzluktan, boşanmalardan, şiddetten, şefkatten ve daha birçok birbiriyle zıt ama her insanın psikolojik derinliklerine ait özellik ve olgudan söz edilir. Ailenin hikâyesi ise insanın hikâyesidir. İnsanî hikâye, “psikoloji” dediğimiz alanın hikâyesidir. Aile, insanın derin psikolojik yapısının tezâhür ettiği bir kurum olarak psikolojik bir toplumdur.

Ailenin psikolojik toplum olarak anlaşılması, aile etrafında yürütülecek tartışmaların sağlıklı bir şekilde ele alınmasını sağlayacaktır. Ailenin ekonomik, sosyal ve kültürel boyutları sıklıkla gündeme getirilmesine rağmen psikolojik bir kurum olarak aileden söz edilmemektedir.

Ekonomik, sosyal ve kültürel boyutlar önemli olmakla beraber, bunlar ailenin doğal unsurları değildirler; bunlar daha çok dışsaldırlar. Psikolojik boyut, ailenin dışsal bir boyutu değil, ailenin en doğal özelliğidir. Psikolojik kurum olarak aileden bahsetmek, bize kabuğu aşıp öze ulaşmamızı sağlamaktadır.

Aileyi anlamak

“Aile” demekle aşk, sevgi, güven, huzur, mutluluk, cinsellik, evlilik, beraberlik, paylaşmak, fedâkârlık ve şefkat gibi kavramlar aklımıza gelmektedir. Bu kavramlar, psikolojik ve mânevî dünyamıza ait haritanın ana kavramlarıdırlar. Bunlar bizim psiko-spiritüel dünyamızdan neşet eden tecrübeler ve kavramlardır. Başka bir ifadeyle ailenin terminolojisi, psiko-spiritüel terminolojidir.

Ekonomi ve sosyolojinin grafikleriyle, rakamlarıyla ve analizleriyle aileyi anlayamayız. Aile, rakamlar ve istatistikler hakkında değil, insanlar hakkındadır. Aile hakkında konuşurken ailenin psikolojik insanî dilini konuşmamız, aileyi bu dille açıklamamız ve yorumlamamız gerekmektedir.

Bir sosyolog için ailenin temel görevi, yeni doğan çocuğun sosyalleşmesini sağlamaktır. Ancak bu yaklaşım, ailenin psikolojik bir ilişkiler sistemi olduğunu ihmâl etmektedir. Ailenin temel görevi, güvenli ve özgür bir ortam içinde bireyin psikolojik potansiyelini gerçekleştirerek bir psikolojik varlık yani birey olmasına imkân sağlayan bir çevre oluşturmaktır.

Aile, bireyi bütün olarak kendisine kattığı gibi, insanlığın iki cinsi olan kadın ve erkeğin varlığını da olmazsa olmaz bir şekilde gerektirmektedir. Ailenin hikâyesinde kadın ve erkek beraber aktör olarak rol oynamaktadırlar. Kadın ve erkeğin bir araya gelmesi, “aile” dediğimiz psikolojik kurumu doğurmaktadır. Kadın ve erkek, duygusal, tensel ve mânevî açılardan birbirlerini cezbetmenin sonucu olarak bir araya gelmektedirler. Erkek ve kadın karşılıklı olarak birbirlerinin cazibe ve çekim merkezidirler. Cazibe ve çekim, kadın ve erkeği aileyi oluşturmaya iten psikolojik güçlerdir. Cazibe ve çekim sayesinde kadınlar ve erkekler yalnız ve izole edilmiş bireyler olmaktan çıkmakta, bireyler arası yabancılaşma durumu ortadan kalkmakta ve bir arada tanışma temelinde iki partner olarak birbirleri için yeni bir hayat inşâ etmek üzere birbirlerini moral-motivasyon çerçevesinde mânevî ve psikolojik olarak desteklemektedirler.

Kadın ve erkeği bir araya getiren sadece cinsel enerji değildir. Kadın ve erkeği bir araya getiren, bizim psikolojik yapımızda saklı olan derinlikli yaşam enerjimizdir.

Kadın ve erkek, sadece cinsel tatmin ve biyolojik olarak üreme ihtiyacından dolayı bir araya gelmezler. Kadın ve erkeği bir araya getiren derin saik, fizyolojik, psikolojik ve mânevîdir. Kadın ve erkek, hayatın bütünlüğünü tecrübe etme ve ezelîliğe duydukları derin arzu sonucunda bir araya gelmektedirler. Aile, kadın ve erkek için fizik yerine metafiziğe, fanilik yerine ezelîliğe duyulan arzuyu gerçekleştiren bir kurumdur.

Sevgi ve aşkın manevîliğinin meyvesi, ailedir. Mistik zevk ve vecd, kendisini aşkta tezâhür ettirmektedir. Mistik hayat, çoğu zaman ailenin psikolojik terminolojisiyle ifade edilmektedir. Ölümü düğün gecesi olarak tasvir eden Mevlâna, ailenin mistik ve metafiziksel hayatın metaforik dünyası olduğunu göstermektedir.

 

Kadın ve erkeğin birbirine duydukları cazibe ve çekim sonucu evlenmeleri ve de bedensel ve ruhsal açılardan yakınlaşmaları, onların birbirlerini tanıdıkları anlamına gelmemektedir. Evliliği genelde ailenin hem başı, hem de sonu olarak algılayan çok yüzeysel bir bakış açısıyla karşılaşabiliyoruz. Evlilik, sadece başlangıçtır. Aile, hep gizemini koruyan bir kurumdur; çünkü aileyi oluşturan bireyler gizemli ve özgün bir psikolojiye sahiptirler. Kadın ve erkek, bir hayat boyu birbirlerini keşfetme ve tanıma arayışı içinde olmalıdırlar. Kendi psikolojik dünyalarını keşfetmekten vazgeçtikleri andan itibaren aile de psikolojik bir kurum olmaktan çıkmaktadır. 

Ailede hiç kimse “öteki” değildir

Aile, herkesin önüne ötekini sürekli olarak tanıma gibi bir meydan okuma çıkarmaktadır. Anneler ve babalar, sadece birbirlerini değil, aynı zamanda çocuklarını da tanımaya ve anlamaya çalışmalıdırlar. Çocuklar da anne-babalarını, dedelerini, ninelerini ve diğer aile üyelerini tanımak zorundadırlar.

Ailede anneler ve babalar birbirlerinin ötekisi olmadıkları gibi, çocuklar da öteki değildirler. Ailede hiç kimse “öteki” değildir. Herkes ailenin bir parçasıdır. Bir parçanın ötekileştirilmesi, ailenin bütününün ötekileştirilmesi gibi bir sonuç vermektedir. Aile üyeleri, birbirlerini ötekileştirmek yerine, çoğu zaman birbirlerini savunma, destekleme ve koruma eğilimi içinde olurlar. En olumsuz davranışları sergilese bile anne-babanın çocuklarını ötekileştirmek yerine onların yanında yer almayı seçmesi, ailenin psikolojik bir kurum olarak gücünü göstermektedir.

Psikolojik bir kurum olarak aile gücünü, olmuş bitmiş bir kurum olmanın ötesinde, birçok kişinin katıldığı heyecanlı, zevkli ve zorlu bir macera olmasından almaktadır. Bundan dolayı evlilik ve aile, genel olarak masaya konulan üstü kapalı yemeğe benzetilir. Kapak açılana kadar yemeğin ne olduğu bilinmediği gibi, aile ve evlilik de sonu kestirilemeyen bir maceradır.

Aile içi şiddet: Neden?

Her macera gibi evlilik ve aile hayatı da kendi içinde zorlukları ve acıları barındırmaktadır. Acı ve zorlukların olmadığı bir aile hayatı yoktur. Acı ve zorluklar karşısında çoğu zaman aile bireyleri ne yapacağını bilememekte, birbirlerine karşı saldırganlaşmaktadırlar.

Aile içi şiddet, çoğu zaman bireylerin zor problemler karşısında kendi yetersizliklerini kapatmanın bir tezâhürü olarak ortaya çıkmaktadır. Zorluklardan bunalan insanlar, ailede bir eziyet ve işkence kaynağına dönüşebilmektedirler. Zorluklar ve acılar karşısında bireylere düşen önemli bir görev vardır, çoğu zamansa insanlar, bu görevlerinin yani göstermeleri gereken davranış biçiminin farkında değildirler. Ailede bireyler şunu öğrenmelidirler: Kadın erkeğin, erkek kadının, ebeveyn çocukların veya abla kardeşin daha az acı çekmesini sağlamak için yapabileceği katkının ne olduğunu öğrenmelidir. Acı ve zorluklardan kaçmak mümkün değildir. Zorlukların ve acıların ağırlığını azaltmak mümkündür. Aile bireyleri birbirlerinin acılarını azaltabilirler.

Zorluklar ve krizler olmadan evlilik ve aile kurumunun psikolojik olması mümkün değildir. Aile içinde problemler, krizler ve sorunlar yaşandıkça, kişiler ilişkilerini bireyselleştirme ve psikolojileştirme fırsatı elde etmektedirler. Aile içi sorunlar, aileyi psikolojik bir ilişkinin plâtformu hâline getirmek için büyük imkânlar olarak değerlendirilmelidir.

Aile ve evliliğin amacı, acıdan kaçıp mutluluğa ulaşmak değildir. Aile ve evlilik, bireylerin psikolojik açılardan olgunlaşmalarını, gelişmelerini ve kendilerini geliştirmelerini amaçlamaktadır. İnsanın, kendinin farkına varmadan ve kendini olgunlaştırmadan psikolojik bir ilişkiye girmesi mümkün değildir. Psikolojik ilişki olarak evlilik ve kurum olarak aile bir bilinç işidir. Evlilikte sadece kendisinin farkında olup diğer aile üyelerinin farkında olmamak, diğerlerinin ayrı bireyler olarak değil, objeler olarak görülmesi demektir.

İnsanlar, çoğu zaman hayatı macera olarak görmekten çekinirler. Çünkü maceralar risklidir ve sonları belirsizdir. Hayat gibi riskli bir macerada hiçbir insan izole edilmiş bir hayat istememekte, diğerleriyle beraber bir hayat istemektedir. İnsanlar, kendilerine koşulsuz bir şekilde hayat macerası boyunca her karşılaşılan problem ve alanda kendilerini destekleyecek müttefiklere ihtiyaç duymaktadırlar. İnsanlar şartsız ve önkoşulsuz bir ortaklığa, ilişkiye ve iletişime ihtiyaç duymaktadırlar. Aile, bir şirket ortaklığı içinde gerçekleşen bir hizmet alışverişinin ötesinde bir ilişkiyi gerektirmektedir.

Yaprak dökümü mü, güneşe durmak mı?

Devletlerin duygularının olmadığı, çıkarlarının olduğu söylenmektedir. Aile, devlet kurumunun tamamen tersinedir. Ailenin çıkarları yoktur, duyguları vardır. Ailede çıkarlar olduğu zaman, o aile özünü kaybetmeye başlamaktadır. Psikolojik bir kurum olan ailede psikolojik ve duygusal bağlar, diğer ilişkilerin üstündedir.

Psikolojik ve duygusal bağlar ve ilişkiler, aile içinde yoğun bir şekilde yaşanmalıdır. Psikolojik bir kurum olmaktan çıkarıldığı anda aile, hayâletlerin bir arada yaşadığı bir hayâletler evine dönüşmektedir. Fiziksel olarak bir arada olmanın ötesinde, aynı evin değişik odalarında oturan insanlar, psikolojik ve duygusal olarak birbirlerinin farkında olmalıdırlar. Ailede özellikle anne-baba ilişkisinin fiziksel olmaktan öte, duygusal ve psikolojik olması gerekmektedir. Evliliğin fizyolojik çekicilikle beraber psikolojik ve duygusal ilgililik temelli olması gerekmektedir. Balzac, evliliğin temelinin duygu ve psikolojik olmasını şu cümleyle ifade etmektedir: “Evliliğinize tecavüzle başlamayınız!”

Bütün dinlerin ve kültürlerin ortak noktası, ailedir. Birey, kendisini aile içinde keşfetmekte ve gerçekleştirmektedir. Bireysellik ve kolektivitenin iç içe geçtiği en doğal kurum, ailedir. Çok özel bir müfredatı, eğitimcileri ve kuralları olmayan aile, spontane bir şekilde insanı inşâ etmektedir. Aile ve evlilikte ilişkiler tek yanlı değil, çok yönlü ve karşılıklıdır. Karşılıklılık, aile ve evlilik hayatının özüdür. Karşılıklılık temelinde bireyler psikolojik, mânevî, ahlâkî ve duygusal olarak diğerlerine kendilerinden bir şeyler verme veya tecrübe etme konusunda özgürdürler.

Aile kurumu her açıdan tartışılmaktadır. Aslında tartışılan, ailenin kendisinden ziyâde dayandığı değerlerdir. Geleneksel olarak ailenin dayandığı temel değerin ebeveyn otoritesine teslimiyet ve itaat olduğu farz edilmektedir. Bugün ebeveynin otoritesine itaatten ziyâde aile içinde bireyin özgürlüğünden söz edilmektedir. Aile içinde bireyin özgürlüğü, bireyin kendisini aileden koparması ve reddetmesi olarak algılanmaktadır. Ancak özgürlük, köksüzleşme ve yabancılaşma değildir. Özgürlük, bireyin aile ağacının kökleri üzerinde büyümesi ve olgunlaşmasıdır.

Ailede ebeveynlerin öğrettiklerini öğrenmenin çocuklara yeterli olacağı farz edilmekteydi. Çocuklar pasif, büyükler aktif konumundaydılar. Günümüzde ise bireyler pasif olarak öğrenme yerine aktif olarak öğrenerek ve olgunlaşarak kendilerini gerçekleştirmenin peşindedirler. Pasif taklit ve öğrenme yerine bireyin kendisini gerçekleştirmesi ve olgunlaştırması öne çıkan değerdir.

Aile, köksüz bir olgu değildir. Aile, devamlılığı olan köklü bir kurumdur. Soy kütüğü ve aile ağacı, ailenin köklerine ve geçmişine vurgu yapan söylemlerdir. Bir köke sahip olmakla geçmişi ailenin temel değeri hâline getirmek çok farklı şeylerdir. Günümüzde geçmişe yapılan vurgu, çok anlamlı ve değerli görülmemektedir. Gelecek yönelimli yeni bir perspektif, ailenin temel değeri hâline gelmektedir. Birey, geçmişe ya da şu âna hapsolmak zorunda olan bir varlık değildir. Yetenekleriyle, bilgisiyle, birikimiyle, güçleriyle ve değişime yönelik potansiyeliyle birey, her an yeni şeyler yapma gücüne sahiptir. Yeni şeyler yapma gücüne sahip birey, her zaman geleceğe umutla, yaratıcılıkla, metânetle ve dinamik bir şekilde yönelebilir.

Yeni aile, itaat yerine özgürlüğü, pasif alıcılık yerine kendini gerçekleştirmeyi ve geçmiş yerine geleceği esas alan bir değerler sistemi etrafında şekillenmelidir. Her zaman değişmenin ve yenilenmenin mümkün olduğunun farkında olan bireyler, kendi tutum ve davranışlarını tazeleme ve yenileme cesaretini kendilerinde bulacakları gibi, diğer aile üyelerinin de değişmesinin mümkün olduğu konusunda umutlu ve iyimser olacaklardır.

İnsanlar günümüzde -aslında- hem özgürlükten, hem sorumluluktan kaçmaktadırlar. Ailenin hem özgürlüğü kısıtladığı söylenirken, hem de aile içinde insanların birbirlerine karşı duydukları sorumluluğun ağırlığından söz edilmektedir. Daha da ileri gidilerek, ailenin bizzat kendisinin kaldırılmaz bir yüke dönüştüğü ifade edilmektedir. Aile üyeleri arasındaki ilişkilerin derin psikolojik yakınlığı, insanları birbirlerine karşı bir şeyler yapmaya yöneltmektedir. Ailede insanların birbirleri için yaptıkları şeyler, sorumluluğun ötesinde fedâkârlık olarak nitelenmeyi daha çok hak etmektedir.

Ebeveynler, çocukları için sadece bazı sorumlulukları yerine getirmemekte, büyük fedâkârlıklarda bulunmaktadırlar. Sorumluluğu fedâkârlık ve işbirliğinden soyutlayarak salt bir yüke indirgemek, ailenin psikolojik doğasının kavranmamasına neden olmaktadır. 

Davranışlarla aile

Aile içinde geleneksel olarak bir güç, otorite ve hiyerarşi söz konusuydu. Babalar-anneler, dedeler-neneler güç ve otorite merkeziyken, çocuklar ve diğer aile üyeleri daha alt statüdeydiler. Korku, saygı ve otorite temelinde anne-babaya bağlanılırdı. Günümüzde korku ve saygı, aile için hiyerarşinin dayandığı değerler ve temeller olmaktan çıkmıştır. Yeni değer şudur: Ailede her birey eşit düzeyde kendisine değer ve önem atfedilmesini istemektedir. Kişisel değer, günümüzde aile içi ilişkilerde yükselen yeni temeldir. Aile içinde birey, kendisine değer verilmediğini ve önemsenmediğini fark ettiği anda karışıklıklar, hayâl kırıklıkları, iletişimde zorluklar ve yanlış anlaşılmalar ortaya çıkmaktadır. Bütün bireylerin kendilerine kişisel olarak değer ve önem verilmesi talebi, kişisel hakların korunmasını ve insanların incitilmemesini gerektirmektedir. Herkes birbirine karşı daha hassas ve duyarlı olmak zorundadır. Kişisel değer talebi, aile içinde değişmez rol ve statüler yerine herkesin daha esnek, uyumlu, birbirini kapsayan ve uzlaşmacı bir tavrı içselleştirmesini gerektirmektedir.

Modern evlilik, özgürlük ve yüksek standartlarda kişisel isteklerin doyuma ulaştırılması çerçevesinde gerçekleşmektedir. Bir toplumun iyilik hâli ile bireylerin iyilik hâli birbiriyle yakından ilgilidir. Modern evlilikte ve ailede kişilerin bireysel mutluluğu, özgürlüğü ve doyumu ile toplumun esenliğinin nasıl birbirini besleyeceği sorusu büyük bir meydan okumadır. Evlilik ve aileye artık ciddî bir hazırlık ve donanımla girmek lâzımdır. Aile ve evliliği besleyen ve olgunlaştıran psikolojik faktörler bireylere iyice fark ettirilmelidir.

İnsanî gelişim ve psikolojik olgunlaşma için çocuk ve ebeveyn arasında kademeli bir ayrılmanın gerçekleşmesi, gençlik yıllarına geldiklerinde ve evlendikten sonra ebeveynden tamamen koparak kendilerini duygusal açıdan özgüven içinde hissetmeleri gerekmektedir. Bu duygusal ve psikolojik olgunlaşma, ayrılma ve kopuş, sanıldığı gibi kolay değildir. Çoğu zaman anne veya baba, çocuklarının kendilerinden bağımsızlaşmalarına izin vermezler.

Bireyin hayatının belirlenmesinde oynadıkları rol açısından Freud babaya, Jung anneye vurgu yapar. Jung, anneden kopmak için psikolojik mücadele veren bireylere “kahraman” demektedir. Anneler, çocuklarının hep “ana kuzusu” olarak kalmalarını isterler, çoğu zaman çocuklarının artık “kuzu” olmayıp büyümüş bireyler olduklarını fark edemezler. Duygusal ve psikolojik olgunluğa belirli düzeylere varamamış bireyler, aile içinde psikolojik ilişkiler kurmakta zorlanırlar. Evlilikteki başarı veya başarısızlıklar büyük ölçüde kişilerin daha önce ebeveynleriyle kurdukları ilişkilerden etkilenmektedir. 

Aile şirket değildir, öyleyse nasıl sürdürülebilir kılınır?

Psikolojik bir kurum olarak ailenin devam etmesi için erkek ve kadının duygusal ve psikolojik açılardan olgunlaşması gerekmektedir. Aile, tamamen insanlardan oluşan bir kurumdur. Orada insanlar eksikliklerini, güçlüklerini ve erdemlerini çok yalın olarak tezâhür ettirirler. Ailede sansür ya da maske yoktur. Aile bireyleri herkesten çok birbirlerini tanır ve birbirlerinin özel dünyalarına şâhit olurlar.

Aile üyeleri, birbirlerini eksik insanlar olarak algılamak yerine birbirlerini mükemmel ve ideal insanlar olarak ele alabilirler. Bir kadın kocasını, bir erkek eşini, çocuk ebeveynini erişilmez yerlere koyabilir. İnsanlar bu büyük beklentilerinin gerçek olmadığını fark ettikleri zaman birbirleri hakkında derin hayâl kırıklıkları yaşarlar. Psikolojik bir kurum olarak ailenin psikolojik kurgular ve fanteziler üzerine değil, gerçekler üzerine kurulması gerekmektedir. Bizler, aile içinde karşımızdakinin zihnimizdeki imajıyla değil, gerçek kişiliğiyle ilişkiye, etkileşime ve iletişime geçmekteyiz. Kadının, erkeğin ve çocukların fantezi kurgular yerine gerçek kişiler olarak birbirlerini görmeleri, aralarında gerçeklik temelinde ilişkilerin gelişimine imkân vermektedir.

Aileyi korumanın ve geliştirilmesinin sorumluluğu, sanki sadece dine ve devlete aitmiş gibi bir algıyla bazen karşılaşabiliyoruz. Ailenin, din ve devlet dâhil bütün insanî kurumlar için önemli olduğu doğrudur. Aile, dine ve devlete bırakılmayacak kadar önemli bir psikolojik kurumdur. Birey, sürekli olarak aile üzerinde düşünmeli ve ona en üst düzeyde önem ve değer vermelidir; çünkü ailede olan her şey, en çok bireyi etkilemektedir.

Aile, sanıldığı gibi artık herkesin hazır bir şekilde sahip olduğu bir kurum değildir. Bilâkis aile, bizim hiçbir çaba göstermeden her an sahip olduğumuz hazır bir kurum olmaktan çıkmış, onu elde etmek için mücadele etmemiz gereken bir değer hâline gelmiştir. Çaba ve gayret sarf etmediğimiz takdirde aile, bizim kaybımız olacaktır.

İçinde doğduğumuz ve büyüdüğümüz rutin bir kurum olmaktan çıkan aile, artık kazanılması, öğrenilmesi ve geliştirilmesi gereken bir sanat konumuna gelmiştir. Aile sanatını öğrenmek için ruhlarımızı, zihinlerimizi ve duygularımızı eğitmemiz ve olgunlaştırmamız gerekmektedir. Duygu, düşünce ve davranış boyutunda olgunlaşmak ve öğrenmek, aile sanatının olmazsa olmazıdır. Birey ailesine sarılmadıkça, aile tehdit altında olmaya devam edecektir.

Aile konusunda temel sorumluluk bireyin omuzlarındadır. Birey, omuzlarındaki sorumluluğun farkına varmalı, ailenin anlamını, önemini, amacını ve işlevini yenilenmiş bir bilinç ile yeniden keşfetmelidir.