“ALDIĞIM derslerden biri
de ‘Anayasa Hukuku’ idi. Devlet, demokrasi, kuvvetler ayrılığı, seçim
sistemleri, rejimler derken, hâliyle ‘hükûmet sistemleri’ dairesindeki
parlamenter sistem ve başkanlık sistemi hakkında da bilgiler edinmiştik. İkisi
arasındaki farklar, benzerlikler, avantaj ve dezavantajları, yürütme şekilleri,
denetim mekanizmalarını ve daha pek çok başlığı öğrenmiştik. Bütün konularının
ardından bendenizin anladığı şuydu: ‘Anayasal
düzlemde ancak insan tabiatına ayak uydurulmalıdır.’
Konu
hükûmet sistemleri olup da ülkemizin bu mesele üzerinde kıvrım kıvrım kıvranışını
görmemek mümkün olmuyor. Başkanlık sistemi konusu, belli çevrelerce Başbakan’ın
(bugün mevcût Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan) gündem oluşturma
konularından biri olarak yorumlansa da, ben yıllarca bu konu üzerine Türkiye’yi
düşündürmeye cehdetmiş ve bunu nihâyetinde on yıldır ülkenin Başbakan’ına da
benimsetmiş kişilerin başında gelebilecek olan Prof. Dr. Burhan Kuzu ile konuşma
arzusuna eriştim.
Akademisyenliğinden
ziyâde ‘hâce’ duruşuyla görüşmemiz boyunca ‘Hocam’ diyerek hitap ettiğim Kuzu’nun,
yoğun gündemi arasında böyle bir mülâkata vakit ayırması da bendeniz için ayrı
bir muvafakat oldu. Zira içerisinde bir de acımızın olduğu bir ayda sürekli
değişen telefon trafiğinin ardından Hoca’nın sekreteryasının o yoğunluğa rağmen
başlı başına bir röportaj zamanı oluşturması ayrıca takdire şayandır.
Bütün
yoğunluklarına rağmen sorularımıza dikkatle ve önemli cevaplar veren Prof. Dr.
Burhan Kuzu’ya ve bu buluşmayı sağlayan sekreteryasına teşekkür ederim.
Burhan
Hoca, Anadolulu kimliğini hiç kaybetmemiş biri. Kullandığı dil, mimik ve
hareketler bütün samîmiyetini çok temiz biçimde yansıtıyor.
Son
Kabîne değişikliği sebebiyle bazı komisyonlarda gerçekleştirilen seçimler
sebebiyle Hoca’nın odası bir ara yoğun bir giriş-çıkış trafiği yaşadı. Bu
sıralarda fotoğrafını çektiğimi gören vekillerin kendisine lâtifelerle
takılmalarından dolayı mahcup dahi olduğunu gördüm.
Gelelim
başkanlık sistemi meselesine…
Başta
belirttiğim üzere, anayasa hukuku bünyesinde bir ‘hükûmet sistemleri’ konusu
mevcût ve bu sistematiğin aslına bakılırsa teorik açıdan büyük yanlışları var.
Yapılan sınıflandırma ve kavramlara verilen isimler, bu sistematiğe çok ters
görüntüler veriyor.
Hükûmet
demek, yürütme demektir. Kuvvetler ayrılığının erklerine baktığımızda da yürütmeyi
görüyoruz. Mevcût parlamento yapıları, ülkelerin meclislerini oluştururlar.
Yani parlamentolar, yasama erkine ilişkin araçlardır. Dolayısıyla parlamento
kavramı, sadece kendisi üzerinden düşünüldüğünde yürütmeye, yani kuvvetler
ayrılığı gerçeğine, yani anayasal bilgi sistemine aykırı kuvvet
oluşturmaktadır. Zaten bu noktada anayasa hukuku literatürüne baktığınızda
‘hükûmet sistemleri’ konusunda ‘Parlamenter Sistem’ diye bir alt başlık
göremezsiniz. Hükûmet sistemleri konusu yalnız ‘başkanlık ve yarı-başkanlık’
başlıklarını taşır.
Ülkemizdeki
anayasa hukuku kitaplarına giren parlamenter sistem, yaşayışın getirdiği bir
zorlama, kemere tornavidayla açılmış bir deliktir!
Bütün
bu teorik gerçekliğe rağmen üzerinde konuşulmaktan korkulan başkanlık sistemi bir
bölücülük oyunu mu? Türkiye’nin sahip olduğu anayasalar anayasal temellere ayak
uydurabildi mi? Türkiye’nin hiç anayasası oldu mu? Başkanlık sistemiyle
diktatörlüğü yaşar mıyız?
Anayasa Komisyonu Başkanı, AK Parti İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu’dan bu sorularımıza cevaplarla sizi baş başa bırakalım…”
2013 yılının daha
başlangıcı, Ocak ayının ilk günleriydi bu röportajı aldığımda…
Aramızdaki
akrabalıktan ayrıca şeref duyduğum bir ağabeyimizi, köyümüzün medâr-ı
iftiharlarından bir zâtı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne çok özel hizmetleri
olan ve çok değerli öğrenciler yetiştiren bir bilim insanını, Prof. Dr. Burhan
Kuzu’yu 1 Kasım 2020 tarihinde kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyorum.
Haber Ajanda’nın
75’inci sayısı için gerçekleştirdiğimiz ve başkanlık sistemi ile birlikte
8’inci Cumhurbaşkanımız Şehit Turgut Özal’a dair tarihî kayıtlara imza
attığımız söyleşiyi Haber Ajanda NET’te de siz kıymetli okurlarımızla
paylaşırken Prof. Dr. Burhan Kuzu’yu rahmetle yâd ediyor, Türkiye tarihine
mühim katkılarından dolayı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak minnet ve
şükran hislerimi buradan tekraren ifade ediyorum.
Allah rahmet
eylesin, mekânı Cennet olsun!
***
“Bu
ülkeyi en iyi şekilde nasıl yönetiriz?”
·
Değerli Hocam,
acaba özetle başkanlık sisteminin nasıl ortaya çıktığından bahseder misiniz?
Başkanlık
sistemi, 1787 Amerikan Anayasası’nın öngördüğü bir model. İngiltere’den din ve
vergi baskıları sebebiyle kaçanların oluşturduğu 13 koloni var. Bunlar bir
araya gelerek “Bu ülkeyi en iyi şekilde nasıl yönetiriz?” sorusunu aramışlar ve
cevaben başkanlık sistemini bulmuşlar. Parlamenter sistem, İngiltere’nin kendi
tarihi içinde oluşup gelişmiş ve İngiliz geleneklerine ve fiiliyatına
uydurulmuş ve hatta adı da sonradan konulmuş bir sistemken; başkanlık sistemi
ise insan aklının bulduğu bir sistemdir. Bu, şu anlama da gelebilir:
Parlamenter model İngiltere’de belli ölçüde başarılı olabilir ama başkanlık
sistemi, genel özelliklerinden uzaklaşmadan yerel duruma uyum
sağlayabilir.
·
Mevcut parlamenter
sisteme olan itirazınız neden kaynaklanıyor?
Aslında
başkanlık sisteminin zorunlu olduğunu ortaya koymak için çok sayıda neden var.
Otuz yılı aşkındır bu model için kafa yormaktayım. Şunu diyebilirim ki, tarihi
mirasımız ve bulunduğumuz bölgenin yönetiminin doğurduğu zor şartlar, bu
modelden başkasını bize bir seçenek olarak bırakmıyor. Bugünkü sistemle
bölgesel bir güç olmamızın imkânı yok.
·
Parlamenter
sistemden vazgeçmek demek, bir noktada mevcut Anayasa’dan, mevcut seçim
sisteminden, mevcut hükümet yapılandan da vazgeçmek demek…
Elbette.
Zaten başkanlık sistemi konusunu da ancak yeni anayasa çalışmaları kapsamında
gündeme getirebilirsiniz.
Bakınız,
darbe dönemlerini bir tarafa bıraksak bile 1970-1980 arası ve 1990-2002 arasını
ele aldığımızda, tek parçalı hükümet dönemlerinin getirdiği istikrar hemen anlaşılacaktır.
1980’deki darbe öncesinde 10 yılda 12 hükümet kuruldu. 70 sente muhtaç edildik
bu dönemde. 2002’de hükümeti devraldığımızda ise kalkınma hızımız yaklaşık eksi
9’du.
Bir de koalisyonların lüzumsuz bakanlıkları vardır. Ortaklar arasında rant paylaşımı. Öyle ki koalisyonun varlığı için gerekli en küçük parti bile bu imkanlardan faydalanmak için “Siz bilirsiniz” resti çekebiliyor. Dolayısıyla demokrasi, azınlığa mahkum edilmiş oluyor.
“Başkanlık sisteminde mi diktatörlük olur, yoksa parlamenter sistemde mi?” Kesinlikle “parlamenter sistem” derim. Bu net! Niye? Kuvvetler ayrılığı yok çünkü uygulamada.
“Koalisyonlar
ülkeyi kim vurduya götürdü”
·
Bir noktada siyasetle
dalga geçmek olmuyor mu bu?
Zaten
millete dönüp “Sizi hükümetsiz bırakmadık” pişkinliğine bürünerek adeta övünen
ortaklar da var olagelmiştir. Tabiî ortaklar kendi güçlü oldukları bölgelere
yatırım yapmış, imkanlar ölçüsüz dağıtılmıştır. Kötü icraatlar söz konusu
olunca hepsi birbirini suçlamış, vatandaş kimin asıl suçlu olduğunu görememiş,
ülke kim vurduya gitmiştir.
·
Aslında seçim
barajlarıyla azınlık zihniyetinin önüne geçilmeye de çalışılıyor…
Bu
sisteme göre baraj koymak, bir haklılık unsurudur. Fakat yüzde 10’luk baraj
elbette yüksek. Rusya’da bu oran yüzde 7, Avrupa’da yüzde 5, hatta yüzde 2’dir.
Gerçi bizim yüzde 10’luk baraj Anayasa Mahkemesi tarafından da aykırı
bulunmamıştır. Bu barajı yüzde 5’e çeksek, en az 10 parti Meclis’e girer ve en
az dört partili koalisyon oluşturulur.
·
Yine döndük
koalisyona…
Öyle…
Ama bu noktada Anayasamız şöyle diyor: “Seçimde adalet, yönetimde istikrar.”
·
İlkeli bir düşünce
bu. Adalet ve istikrar yan yana…
İyi
de bunun hiçbir getirisi olmamış ki bu memlekete. Aslında bu ne demektir,
biliyor musunuz? “Ne onsun, ne önsün. Sürünsün”. Yani parlamenter sistem, bir
noktada ülkeyi süründürme aracı halini alıyor.
Şöyle de bir örnek verebiliriz: Fransa 1962’de, 1958 Anayasası’nda bir değişiklik yaparak yarı başkanlık sistemine geçti. Çünkü 11 tane yazılı anayasa eskitmiş Fransa ve 70 yılda 104 tane hükümet kurulmuş Fransa’da. Haliyle bu durumdan bunalmışlar. Parlamenter sistem, İngiliz menşeli ve iflah olmaz riskler taşıyan bir sistemdir.
“Kokuşmuş
İngiliz modeli”
·
Parlamenter
sistemi İngilizlere dayandırırken, bu sistemi siz “ahmakça” şeklinde
değerlendiriyorsunuz.
Tabiî…
Kokuşmuş İngiliz modeli…
·
Peki, Türkiye’nin
kuruluşunda neden bu sistem tercih edildi?
O
yıllarda çok yaygındı bu. Bir defa bu model, Kıta Avrupa’sında çok yaygın bir
model o dönemde. O dönem Fransa’sında da bu vardı. Biz de doğrudan onlardan
almışız. Kaldı ki Jön Türkler, İngiltere
ve Fransa’ya gittikleri için bu sistem tercih edilmiştir. Zaten başkanlık
sistemini ABD kullanıyor. O zamanlarda ABD böylesi bir ülke değildi. Haliyle
ABD tarihi de fazla değil. Bir de başkanlık sadece ABD’de var. Yarı başkanlıksa
Fransa, Rusya ve bazı Türk cumhuriyetlerinde var.
·
Bir dönem
Fransa’da bulunmanız, bu konuda sizi Fransız ekolüne yaklaştırıyor mu acaba?
Hayır, ben Fransız modeline kesinlikle yakın değilim. Onlarınki yarı başkanlık. Onlar gibi düşünsem, yarı başkanlık derim. Benim söylediğim ABD modeli. Yani başkanlık. Dolayısıyla Fransa benim söylediklerimin aksi yönünde.
Başkanlık sistemi muhalefeti de rahatlatacaktır. Başbakan Erdoğan ve AK Parti ise iktidarda olmasına rağmen bunu savunuyor. Bir noktada yetkilerinden fedakârlık yapıyor.
“Asıl
parlamenter model sayesinde diktatör olunur”
·
AK Parti için
özellikle bugünlerde daha da sıklaşarak “diktatörlük” deniyor. Sizin
söylediklerinize göre ise asıl diktatörlük parlamenter modelin kendisinde…
Tabiî…
Öyle…
·
zaman kendisine
yöneltilen diktatör söylemine rağmen, AK Parti neden başkanlık sistemi modeli
üzerinde bu kadar duruyor?
Tabiî
bu diktatörlük lafı, AK Parti için geçerli bir şey değil. Ama “Parlamenter
rejimden diktatörlük doğar” derlerse, bu doğru. Diktatörlük yapmış olsak, bu
kadar özgürlük vermeyiz. Kültür hakları konusunda olsun, Güneydoğu meselesinde
olsun, farklı etnik ve dinî grupların talepleri konusunda, genelin özgürlük
talepleri üzerine olsun Avrupa Birliği’yle müzakere sürecinde kaç tane paket
geçirdik. Bunların hepsi AB raporlarına yansıdı. Bunları çok önemsemek lazım.
Dolayısıyla bu manada, böylesine demokrasinin önünü açan, hukuk devletinin
önünü açan bir iktidara nasıl diktatörlük denilebilir? Bizim için bunu
–diktatör atfını- kabul etmem. Ama şunu sorarsan: “Başkanlık sisteminde mi
diktatörlük olur, yoksa parlamenter sistemde mi?” Kesinlikle “parlamenter
sistem” derim. Bu net! Niye? Kuvvetler ayrılığı yok çünkü uygulamada. Zaten ben
de diyorum ki muhalefete “Gelin! Siz madem bugünkü Hükümet’in, Başbakan’ın tekrardan
yönetim algısı kanaatine sahipsiniz –öyle olmadığı halde-, üçte bir yetkisine
düşen başkanlık modeline geçelim. Sizin ham fikriniz orada, hem çözüm de var
başkanlık modelinde”. Ha oradan kaçıyorlar onlar. Niye? Çünkü –gayet basit-
ülke yönetimini biz alamayız korkusu… Sol kesimin bilhassa… Bundan dolayı bunu
söylemeye başlıyorlar.
“Bütçe,
parlamenter sistemin oyuncağıdır”
·
Diyorsunuz ki
“Parlamenter sistemde denetim yetkisi çalışmamaktadır. Mesela gensoru ve Meclis
soruşturması gibi yöntemler boşa çıkmakta, faydalı olmamaktadır”. Başkanlık
sistemi buna çare olabilir mi? Çözüm yöntemleri nasıl?
Başkanlık
sisteminin en bariz özelliği, kuvvetler ayrılığının tam biçimde
gerçekleştirilmesidir. Ülkeyi kimin yönettiği çok açık, sorumlu ve yetkilinin
kim olduğu bellidir. Yasama da, yürütme de, yargı da çok yetkilidir ama hepsi
de kendi alanlarında mutlak yetkilidir. Yasama organı kanun yapıp bütçe
belirlerken, Başkan ve sekreterleri olan bakanların bu konuda en ufak yetkileri
yoktur. Denetim, kuvvetleri birbirine “muhtaç kılma” ilkesiyle kurulduğundan
güçlü bir yürütme vardır ama ancak yasamanın çıkardığı kanunlara uyan ve onun
belirlediği bütçeyi kullanan bir yürütmedir bu. Oysa parlamenter modelde
yasama, yürütmeye mahkum olduğu için çıkacak kanun ülkeye göre değil, yürütmeye
göre çıkmaktadır.
Zaten
parlamentodan geçen yasaların yüzde 98’i hükümetten gelir. Kalan yüzde 2’si
milletvekillerine aittir. Tabiî bu yüzde 2’lik bölümün teklifi de hükümetin
tavrına paralel, hatta bilgisi dahilinde olmalıdır. Mesela Bütçe Kanunu, her
yıl muhakkak kabul edilir. Çünkü bütçe, parlamenter sistemin oyuncağıdır.
Başkanlık
sistemi kuvvetleri tam ayırır, birbirinden tamamen koparır. Yürütmeyi
parlamento içinden çıkarmaz, yürütmeyi direkt halktan çıkarır. Yasamayı da
direkt halktan çıkarır. Ayrı ayrı çıkarıp birbirlerinin karşısına diker.
İçinden çıkarmaz. Parçam değil benim. Evet, oradan geldim, benim partimden
filan ama tekrar seçilmemi filan ben lidere borçlu değilim. Çünkü dar bölge
seçim sistemi geliyor ve ben bakan olamıyorum. Çünkü bakan dışarıdan
getiriliyor. Bu da lidere olan mutlak bağlılığımı gevşetiyor. Daha rahat bir
parlamento oluyor, daha güçlü bir parlamento oluyor. Ondan dolayı da mesela
parlamenter rejimlerdeki başbakanlar, başkanlık sistemindeki başkana göre en az
üç kat daha yetkili. Bunları çok iyi görmek lazım. Bunun hep tersi zannediliyor
uygulamada. Bir de az önceki sorunla bağ kurarsak, demek ki parlamenter model
olan yerlerde kuvvetler ayrılığı olmadığına göre ve 1789 Fransız
Beyannamesi’nin o hükmüne göre –ki bu çok yanlış bir şey değil- bu ülkede
anayasa olmamış oluyor. Şeklen olmuş oluyor. Buna sadece Türkiye’yi de örnek
veremeyiz, bütün parlamenter modelli ülkelerde bu böyledir.
·
“Lidere borçlu
olmayan vekil” düşüncenizi de biraz açabilir miyiz?
Tabiî başkanlık modelinde dar bölge seçim sistemi uygulanır. Dar bölge sistemi, vekillerin tekrar seçilmelerini lidere borçlu olmaktan kurtarıyor. Bakanlar parlamento dışından atandıkları için, bakanlık beklentisi olmayan milletvekili de liderine karşı daha bağımsız, bağlantısız, yani hür şekilde hareket eder. Tabiî bu durumla beraber katı disipline bağlanan parlamento, yerini gevşek bir yapıya bırakacak. Dolayısıyla adacıklar halinde, kendi fikrine rağmen aynı yönde parmak kaldıran, otomatiğe bağlayan milletvekili yerine iradesine dayanan milletvekili tipi ortaya çıkacaktır.
ABD’de başkan sayısı ile 4 çarpıldığında ABD tarihi çıkar. Türkiye’de 61 ile 4’ü çarpınca 244 ediyor.
·
Belki sıkıntılı
bir soru olabilir fakat sormak istiyorum. Türkiye’nin bugüne kadar gerçekten
bir anayasası oldu mu? Zira Batılı anlamda kabullenilen “Bir ülke ki kuvvetler
ayrımına yer vermemiştir, o ülkenin anayasası yoktur” hükmüne göre, zaten 1961
Anayasası’yla tanıştığımız kuvvetler ayrılığının Türkiye’deki sancısına dikkat
çekmeye ihtiyaç var diye düşünmemeli miyiz?
“Anayasası yoktur” lafı, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nin 16. maddesindeki bir hükümdür. “Bir ülkenin kuvvetler ayrılığı yoksa anayasası yoktur” sözü, doğru bir sözdür. Montesquie “Kuvvet, kuvvetle kontrol edilmedikçe doludizgin gider” der. Ta ki kendine dur diyecek bir kuvvet bulana kadar gider. Bu, tabiî durumun fıtratında var. Yaratılışında olan bir şey. Öyle olunca da bu söz, prensip olarak doğru. Bu noktada parlamenter modellerde –benim ifademe göre- kuvvetler ayrılığı yoktur. Aslında var. Sorduğun zaman teorik olarak yasama-yürütme-yargı ayrılmış. Zaten bunu yapanlar da ayrıldığını düşünüyor. Ama bunlar yapıldığı zaman –yani 1600’lü yıllarda, İngiltere’de- parti kavramı pek yoktu. Ama parti kavramı öyle bir noktaya geldi ki artık o yasama-yürütme-yargı ayrımını bitirdi ve konu, muhalefet-iktidar ayrımına dönüştü. Öyle olunca da yasamanın iktidar bölümü hükümete sahip çıkıyor, muhalefet bölümü de muhalefetine sahip çıkıyor. Yani o bizim bildiğimiz yasama-yürütme ayrımı, yani yasayı yapanla yürütmeyi yapan ayrı olması ve yasamanın yürütmeyi kontrol etmesi düzeninden çıktı. Neden çıktı? Çünkü o yürütmeyi yapan, benim içimden bir parça. Başbakan benim partimden, bakanlar benim partimden, benim içimden çıkmış. Tekrar seçilmemi onlara borçluyum. Bakan olmam için başbakanla iyi geçinmem lazım filan. Öyle olunca da büyük bir iç içe geçme, başka ifadeyle “oğlan bizim, kız bizim” noktasına geliyor bu iş ve denetim mekanizması hiç çalışmıyor. Gensoruyla bakan düşürülecek. Ben neden düşüreyim ki kendi bakanımı muhalefete uyarak?
·
Başkanlık sistemi
ülkeyi bölünmeye götürür mü? Bu sistem muhakkak federal yapılanmaya mı
endekslidir?
Federal
yapı veya eyalet yapılanması, başkanlık sisteminin olmazsa olmazı değildir.
Şöyle de bir şey var ki federal devletler ille de başkanlık sistemini
kullanmaz. Almanya parlamenter sistemi kullanırken, Rusya yarı başkanlığı
kullanmaktadır.
Bir
de başkanlık modeli bütün bölünmeleri birleştirecek, “küçük olsun, benim olsun”
fikrinden döndürecektir. Bu modelle yerel yönetimler daha da güçlenecektir ve
elbette bu, bir özerk yapılanma halinde olmayacaktır. Ülkenin her yanında aynı
güçteki yetkilere sahip mahallî idare yapılanmaları canlandırılacaktır.
Oylar
kaygan yapıda
·
Peki, bu korkunun
kaynağı nedir? Bu korkuyu pompalayanlar kimler?
“İnsan
bilmediğinin düşmanıdır” derler. Bu hissi, milletin itibarını ve güvenini
kazanamayacağını düşünenler kullanıyorlar tabiî. Ülkenin akıllıca yönetilmesini
istemeyen iç ve dış güçleri bu mekanizmalardan sayabiliriz. Bir kısım medyayı
bu konu üzerinde görevini yerine getiriyor. Medya patronlarının başkanlık
sistemine karşı korkuları var. Bir de koalisyonlarla hükümetin bir parçası olma
gayretini taşıyan bazı küçük partiler de elbette başkanlık sistemini
istemiyorlar. Çünkü bu model iki partili bir sistemi öngörüyor.
·
Zaten yeni bir
ülke ve dolayısıyla yeni bir siyasi sistemin ister istemez oluştuğunu
görüyoruz. Belki de “Bu hep böyleydi” bile diyebiliriz. Çok partili hayat mı daha
demokrat, yoksa başkanlık sisteminin varlığı ile partiler, milleti daha ortak
noktalara getirebilir mi?
“Çok
partili hayat”, elbette kulağa daha hoş geliyor. Fakat ülkemizin görünürde hep
iki tane tarafı oldu. Bunlar da sağ ve sol. Evet, başkanlık sistemi iki partili
yapıyı öngörüyor ki ülkeye bu sistemin gelmesi durumunda hemen bir kayma olur.
Zaten oluyor da.
Sol kesim, Türkiye’de en fazla yüzde 35’e hitap ettiğini iyi biliyor. Bu yüzden de başkanlık sistemini hiç istemiyor. Fakat artık ülkemizde oylar oldukça kaygan yapıya büründü. Bu yüzden sistemin gelişiyle karşılıklı geçişler olacaktır. Bu noktada özellikle liderlerin uç fikirlerden vazgeçip daha kucaklayıcı olmaları gerekir. Böyle olduklarında sağın da, solun da iktidarı kaçınılmaz olur. Hem böyle olduğunda medya patronları iktidarları yönlendiremez. Çünkü medya, parlamenter rejimlerin zayıf koalisyon hükümetlerini çok rahat biçimde yönlendirebilir.
On yıllık iyi bir kazanım elde edildi. Bunların zayi edilmemesi lazım. Özal’ın içini yakan şeylerle biz de yanmayalım. Bu yüzden bu modelin dikkatle incelenmesi lazım ki önümüzde iki seçenek var: Ya başkanlık, ya pişmanlık!
“90
değil, 244 yaşında olmalıydık…”
·
Bu sene inşallah
90. yaşını kutlayacak bir Cumhuriyet var ortada…
Bunda
da ayrı bir komedi var. ABD’de başkan sayısı ile 4 çarpıldığında ABD tarihi
çıkar. Türkiye’de 61 ile 4’ü çarpınca 244 ediyor.
·
Ki 5 yıllık seçim
dönemleri de oldu. Gerçi 4 gibi, 5 de tamamlanamadı.
Öyle…
Yani idarî bir birim açısından bunu düşündüğümüzde, birkaç ayda yönetimi değişecek
birimin sağlıklı icraatlar yapmasını bekleyemeyiz ki…
·
AK Parti içinde
başkanlık sistemine karşı sesler çıkmıyor mu? Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın
“AK Parti’nin belgelerinde başkanlık sistemine yer olmadığını” belirten sözleri
var…
Bunlara
girmeyelim. Elbette herkesin savunduğu fikirler olacaktır.
·
Başkanlık sistemi
tartışmalarına Başbakan’ın Türkiye’deki kuvvetlerin kısırlığına dair sözleri
damga vurmuştu. Peki, daha önce bunu savunanlar olmadı mı?
Özellikle 1970’li yıllarda, daha dengeli ve denetimli bir model olduğu için başkanlık sistemi savunuldu. Turgut Özal özellikle bunu düşünüyordu fakat özellikle Süleyman Demirel ve Tansu Çiller, muhalefette oldukları dönemde bunu dillendirdiler. Yani iktidarda değillerdi. Dolayısıyla şu anlaşılıyor ki başkanlık sistemi muhalefeti de rahatlatacaktır. Başbakan Erdoğan ve AK Parti ise iktidarda olmasına rağmen bunu savunuyor. Bir noktada yetkilerinden fedakârlık yapıyor.
11 tane yazılı anayasa eskitmiş Fransa ve 70 yılda 104 tane hükümet kurulmuş Fransa’da. Haliyle bu durumdan bunalmışlar. Parlamenter sistem, İngiliz menşeli ve iflah olmaz riskler taşıyan bir sistemdir.
·
Turgut Özal
başkanlık sistemi modeline nasıl yaklaşıyordu? Sizinle bunun üzerine neler
konuştu?
Turgut
Bey’le birebir çalıştım. Kendisine danışmanlık yaptım. Fevkalade yetişmiş bir
devlet adamıydı. Evvela bunun altını çizelim. Çok az bulunur, çok kapasiteli,
çok yönlü… Bugün diyelim ki biz, AK Parti olarak, birtakım reformlar
yapabiliyorsak, ön izlerini ilk Özal’da görürsünüz. Dönemine göre çok atak
gerçekleştirebilen kapasiteye sahip bir insandı.
“Yeni
bir parti kuracaktı”
Özal’ın
başkanlık modeline bakışı, benim danışmanı olduğum dönemle başladı. Ondan önce
de belki muhtemelen kafasında vardı. Tabiî bunu bilemiyorum ama benim yazılmış
bir makalemi okumasıyla o sürece girdik birlikte. En son görüşmemizde, kendisi
Cumhurbaşkanı’yken, beni İstanbul’da bir otele davet ettiğinde ki şu an bizde
bakan olanlardan birisi ve bir de Kayseri milletvekili olanlardan biri –o zaman
ANAP’talardı- daha vardı. Akşam 8 civarıydı. Bana “Hocam, seni neden çağırdım?
Birazdan başkanlık modeli hakkında bir konferans vereceğim. Bu konuda senin
yıllardan beridir birikimin var. Bu birikim çerçevesinde, zamanında seni
dinlemedik. 83’te geldiğim zaman bu sistemi getirtebilirdik. Ama ekonomi çok
kötüydü. Önce ekonomiye ağırlık verdim, daha sonra bu modeli getiririm dedim.
1987’de siyasal ve sayısal olarak aynı gücü bulamadım. Anayasayı değiştiremeden
de bu modeli getiremedik. Ve beni bu dört duvar arasına –Cumhurbaşkanlığı
Köşkü- ittiler. Ben burada sıkıldım. Benim düzelttiğim ekonomiyi Demirel ile
Erdal İnönü koalisyonu perişan etti” dedi. “Şimdi durumu görünce benim içim kan
ağlıyor” dedi. “Keşke 1983’te geldiğimde ekonomi değil de siyaseti
düzeltseydim, sistemi düzeltseydim; bundan sonra gelenler hep artılarla
gelirdi” dedi. “Çünkü bizim biriktirdiğimizi bu koalisyonlar yiyip bitiriyorlar”
dedi. “Buna ‘Paydos!’ dememiz lazım. Şimdi Balkanlar’a gidiyorum, sonra da
Kafkaslar’a gideceğim. Dönüşte bir parti kuracağım” dedi. Cebinden bir kağıt
çıkarttı ve “Bak! Buraya, kurucular arasına ‘Burhan Kuzu’ yazdım. Sakın yok
deme!” dedi. Kağıdı cebine koydu. Yanımızdakilere döndü ve “Hoca’yı takip
edin!” dedi. “Hazırlığını yap” dedi bana da. Ben de hazırlığımı yaptım. Hâlâ
bir anı olarak durur.
·
Ölümü hakkında vermiş
olduğunuz demeçler hakkında da biraz konuşabilir miyiz?
Balkanlar’a
gitti, Kafkaslar’a gitti, geldi, vefat etti. Tabiî benim vefatından önce
gördüğümde gayet sağlamdı, sıhhatliydi. Dolayısıyla bu ölüm konusunda çok net
bir bilgi yok. Ama eldeki veriler işin çok da normal gittiğini göstermiyor.
Vefat ettiği günün bir önceki akşamında Köşk’e bayan bir doktor geliyor. Bu
doktor Semra Hanım için geliyor, onunla ilgileniyor. Tansiyonu yükselmiş
galiba. 10-15 dakika kadar yanlarında bulunuyor, sonra tekrar çalışma odasına
dönüyor. Rahmetli televizyonda oyun (atari) oynamayı severdi. Saat 02.00’de
başlamış, 04.00’e kadar filan oynamış. Saat 03.00 gibi bir görevli bir bardak
kola getirmiş. Sabahında o kolayı verenlerden biri –söylenenlere göre- iadesi
mümkün olmayan ülkelerden birine gitti. Bu durumun araştırılması gerekir.
Sedyede
inletilen Cumhurbaşkanı
Tabiî
bundan mı oldu? Ben bilemem. Ama ertesi gün bakıyorsun, hastaneye götürülürken
önce GATA deniyor, sonra güya bir telefon açılıyor, bu sefer de Hacettepe’ye
götürüyorlar. Bu durumun hiçbir manası yok. GATA çok daha uygun ve oraya
talimat verilmiş ki hazırlık yapıyorlar. Tabiî dönüp Hacettepe’nin Çocuk
Bölümü’ne götürüyorlar. Çocuk bölümüne neden götürüyorsunuz? Bu soruya
“Yanlışlıkla…” diye cevap verdiler. Nasıl yanlışlık? Oraya bir hastasını
götüren görgü şahitlerinden biri anlattı ki koridordaki sedyede uzun süre
inleyip durmuş ama bir türlü içeri almamışlar. Kan alıyor hemşire, giderken bu
kan düşüyor ve ortadan kayboluyor.
Tabiî
cesedi çıkarıldı. Cesetteki zehir oranları normal bir adamdakiyle aynı diyorlar
ama 20 yıllık süreçte asıl oranlar korunur mu, korunmaz mı, onun teknik
bilgisine sahip değilim. Ölüm sebebi bilinemedi. Bu, başlıca bir muamma. Bunun
üzerine gitmek lazım.
Kaldı
ki daha önce de kendisini öldürmeye teşebbüs edildi. 1988’deki Kongre’de.
Sıkılan kurşun mikrofonun ayak bölümüne değdi. Birisi başparmağına isabet etti.
Saldırı anında, daha silah patlamadan birisinin kendisini yere attığı ifade
ediliyor. Bunların hepsinin masaya yatırılması lazım. O silahı sıkan Kartal
Demirağ için öğretmen deniyor. “Neden vurdun?” diye sorulunca “Af çıkartmadığı
için” diyor. Peki, bu adamın cezası neydi? 6 ay açık cezaevinde volta atmak.
Bundan dolayı neden vuracaksın ki? Hadi diyelim müebbet filan bir şeyin vardı
da kaçıp vurdun… Bunda başka şeyler var.
·
Sayın Hocam, bu
kıymetli söyleşi için Haber Ajanda Ailesi adına çok teşekkür ederim.
Ben
teşekkür ederim. On yıllık iyi bir kazanım elde edildi. Bunların zayi
edilmemesi lazım. Özal’ın içini yakan şeylerle biz de yanmayalım. Bu yüzden bu
modelin dikkatle incelenmesi lazım ki önümüzde iki seçenek var: Ya başkanlık,
ya pişmanlık!