Prof. Ayrancı: “İnsanın doğup büyüdüğü yere sahip çıkması medeniyettir!”

İnsanın doğup büyüdüğü, babasının doğup büyüdüğü yerlere sahip çıkması, aslında bir medeniyettir! Milletin bazısı bunu taşralılık sanır. İnsanın mezun olduğu okula ve fakülteye sahip çıkması bir medeniyettir. Çünkü insan, bulunduğu, doğduğu, yetiştiği ve kültür değerlerini aldığı yerde değerlidir. Orada alır bütün girdilerini.

 

BU ay Çankırı’da, Çankırı Karatekin Üniversitesi Rektörlüğü ile birlikte Kızılcahamam-Çamlıdere Eğitim ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı (EYSAV) Başkanlığı görevini hakkıyla yerine getirirken -Allah’ın izniyle- yorgunluk tanımadan gayret sarf eden pek değerli Hocamız, Prof. Dr. Hasan Ayrancı’nın konuğu olduk ve kendisiyle hoş bir sohbet gerçekleştirerek biz de kendisini Kültür Ajanda dergimizde misafir etmek istedik.

Bizi kırmayarak sorularımızı cevaplandıran Sayın Ayrancı’ya teşekkür ediyor, görevlerinde muvaffak olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.

***

 

“Çocukluğumuz kerestelerin ve tomrukların içinde saklambaç oynayarak geçti”

·       Sayın Hocam, öncelikle kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

1966, Ankara doğumluyum. Altı çocuklu bir ailenin en küçük evlâdıyım. Siteler’de doğdum ben. Siteler o zaman üç dört sokaktan ibaret küçük bir ticaret merkeziydi; alt katlarında kerestecilik yapılır, üst katlarında 75 metrekarelik küçük evler bulunur, oralarda oturulurdu.

Bizim çocukluğumuz kerestelerin ve tomrukların içinde saklambaç oynayarak geçti. Ankara’da doğmamız hasebiyle eğitimlerimizi burada tahsil ettik. Ben 5 yaşına gelmeden okumayı öğrendim. 6 yaşında Kur’ân okumayı öğrendim. Siteler semti Ali Ersoy Mahallesi’nde Kudret Camii vardır, şimdi büyük bir camii oldu orası, Siteler’in arka tarafındadır.

İlkokul beşinci sınıfa geldiğimde, “Ben artık camiye, Kur’ân derslerine gitmem! Ben büyüdüm, Osmanlıca öğrenmek istiyorum” dedim. Evde Osmanlıca bir Mızraklı ilmihâl vardı, o Mızraklı ilmihâli kendi kendime okumaya çalışırken caminin hocasına gittim okumama yardımcı olsun diye, hoca beni azarladı. Sonradan anladım ki, hoca Osmanlıcada biraz zayıfmış.

Liseye geldiğimde, “İngilizcem var biraz ama Arapça da öğrenmek lâzım” diye düşündüm. İmam-hatipli olmadığım için Arapça öğrenmek üzere yer aradım. Bir hoca vardı Ulucanlar’da, o yüzden Hemhüm Camii’ne her gün gider, akşam namazını kılardık; yatsı namazına kadar eski usûl Arapça tedris ettikten sonra yatsı namazını kılıp çıkar, oradan dolmuşlarla eve gelirdik. Uzunca bir süre böyle devam ettikten sonra hocanın müftülük tayini çıktı bir yere, biz de bir süre Arapçaya ara verdikten sonra Suudi Arabistan Kültür Derneği’ne 4-5 sene kadar devam ederek dil öğrenmeye çalıştık.

“Ben aynı zamanda elektronikçiyim, altın bileziğim var!”

·       Hocam, hangi ilkokul ve hangi ortaokulun mezunusunuz? 

Ben ilkokulu Türk-İş Blokları’ndaki 13 Ekim İlkokulu’nda, ortaokulu ise İnönü Ortaokulu’nda okudum. Sonra liseye geldiğimde, Yenimahalle Endüstri Meslek Lisesi’nde elektronik sınavına girdim ve kazandım. Üç sene orada okudum.

Ben aynı zamanda elektronikçiyim, altın bileziğim var. Hattâ okul biter bitmez, 17 yaşında Hava Kuvvetleri’ne işçi olarak girdim. Ondan sonra Hukuk Fakültesi’ni kazanınca bir sene okuyarak çalıştım, baktım ki ikisi birlikte gitmiyor -çünkü Askeriye çok sertti, sınavlara bile izin almak mümkün olmuyordu-, bir sene zorla idare ettik ve sonunda istifa ettik.

Hukuk Fakültesi ikinci sınıftan itibaren bütün dersleri takip ettim. Bütün ders notlarını kendim tuttum. Dört senede Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. Hukuk mezunları, “Ne olur, ne olmaz” diye hemen avukatlık stajı yaparlar, ben de hemen avukatlık stajına başladım. Staj devam ederken yüksek lisans sınavına girdim ve derece ile kazandım.

Mezuniyetten sonra, “Avukatlık, savcılık, hâkimlik… Ne yapalım?” diye düşünürken, fakülteden Prof. Dr. Fikret Eren hocamız vardır, benim derece ile yüksek lisansı da kazandığımı görünce, bana, “Asistan olmayı düşünür müsün? Bana bir uğra!” dedi. Biz de şaşırdık. Hiç böyle bir düşüncemiz, plânımız veya niyetimiz yoktu. O zamanlar akademisyenlik zordu, parmakla gösterilirdi. O zamanlar bu günkü gibi çokça üniversite ve fakülte yoktu. Nasip oldu, hem yüksek lisans sınavını derece ile birinci olarak kazandım, hem de asistanlık sınavında başarılı oldum. Yani başarılı olmam, karşımıza böyle bir kader çizgisi çıkarttı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mensubu olmuş olduk.

Profesörlüğümün yedinci yılında, Çankırı Karatekin Üniversitesi’ne Rektör olarak atandım. Yaklaşık üç yıldır bu görevi sürdürüyorum. Ancak Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki derslerime ve diğer faaliyetlerime ara vermedim. Yine haftanın belirli günlerinde ders veriyor, yüksek lisans ve doktora tezlerine zaman ayırıyorum.

Öğrencilik yıllarımda, daha önce de söylediğim gibi bütün derslere katıldım, hiç kantinde vakit geçirmedim. Boş olduğum zaman doğru Yazarlar Birliği’ne giderdim. Fakülte hayatım boyunca, sabah saat dörtte kalktım. Uykuyu gereksiz görüp dört saatten fazla uyumamaya çalışırdım. Dörtte kalkıp her gün İngilizce çalışırdım.

Yine öğrenciliğimde, az önce söylediğim gibi Suudi Arabistan Kültür Derneği’nde Arapça derslere devam ettim dört sene kadar. Böylece hem İngilizcem çok iyi oldu, hem Arapçayı okuyup yazacak bir seviyede öğrendim. Hattâ konuşacak kadar ilerlettim. Asistanlık sınavında beni çağırdılar, “Sen nereden mezunsun?” diye sordular, “Yenimahalle Endüstri Meslek Lisesi mezunuyum” dedim. “TED Koleji mezunu kadar İngilizce biliyorsun, bu nasıl oldu?” diye sordular. Ben de, “Kendim özel olarak çalıştım; her sabah erkenden kalkar, İngiliz çalışırım” dedim.

Hukuk alanında yabancı dil olarak İngilizceden çok, bazı alanlarda Fransızca, bazı alanlarda Almanca geçerlidir. Bizim mensup olduğumuz akademik alansa Almanca literatüre hâkimdir. İsviçre, Avusturya ve Almanya’ya gittim. Almanca makalelerim de mevcuttur. Almanca diğer dillerden sonra olduğu hâlde, meslekî mecburiyetten dolayı bu dili daha iyi ve etkin kullanacak şekilde öğrendim.

“Hayırdır oğlum, ne oluyor?”

·       Sayın Hocam, çocukluk anılarına çok önem veriyor pedagoglar, çocukluk döneminize ait unutamadığınız bir anı var mı?

Elbette çok olay vardır, ancak hemen hatırlamak mümkün olmuyor. Ben hâlâ o tomruklar arasında “Komen” dediğimiz oyunu unutmam. Arkadaşlarla oynardık. Hâlen gözümün önünden geçer. 

Şöyle bir hatıramı da anlatayım: Ben çocukken, sünnetten çok korkardım. Sünnetçi geçerdi zaman zaman çantası elinde ve “Sünnetçi!” diye bağırarak Siteler sokaklarında, her duyduğumda büyük bir korku ile kaçardım. Bir keresinde kapakların, çıtaların ve tomrukların arkasına saklandığımı hatırlıyorum. Bir keresinde de bakkalda tezgâhın, gofretlerin arkasında saklandığımı hatırlıyorum.

Başka bir kez ise evdeyken, “Sünnetçi!” diye bağırınca sağa baktım, sola baktım, kaçma imkânım yoktu; ses ön taraftan gelince karyolanın altına girdim. Annem benim bu tedirginlik ve korkuma baktı (şimdi ikisi de rahmetli), “Hayırdır oğlum, ne oluyor? Niye kaçıyorsun?” diye sordu. Ben ağlayarak, “Anne ben sünnet olmak istemiyorum” dedim. Annemse cevaben, “Oğlum, sen sünnet oldun zaten!” dedi. Tabiî çok küçükken, hatırlamayacak bir zamanda sünnet olmuşum, korkmalarım da bir vehimden ibaretmiş meğer, kendi kendimize kaçıp durmuşuz.

Çocukluğumdan kalan buna benzer hatıralarım var…

·       Sayın Hocam, çocukluğunuzda büyüyünce ne olmak istediğinizi hatırlıyor musunuz?

Vallahi, çocukken söylerdik “Uçak mühendisi olacağım” diye, ne uçağı bildiğimiz var, ne mühendisi bildiğimiz. Belki ileri zamanda elektroniğe girmemin sebebi de budur. Bizim zamanımızda Uzay Yolu filmleri ve dizileri vardı. Böyle ışıklar yanıp sönüyor ya, çocuklukta ilgimiz çekerdi. Teknolojiye karşı bir merak oluşturuyordu. 

Diğer yandan bir de, teyzemin oğlu tıp okuyordu ve onları küçüklüğümde ziyarete gittiğimizde, bana doktora yapmam yönünde telkinde bulunur, doktoranın önemini anlatırdı. Bu nedenle, ne okuyacağımı bilmeden doktora yapma hevesi taşımışımdır.

“Çok değişik alanlarda çalışma imkânı budum, farklı insanlarla tanıştım”       

·       Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesisiniz fakat zaman zaman başka kurumlarda da görev yaptığınızı biliyoruz. Bu konuda bilgi verebilir misiniz?

Evet, değişik alanlarda çalışmalarım oldu. Meselâ doçent iken Muğla Koruma Kurulu Üyesi olarak atandım. İki sene üyelikten sonra başkan yardımcılığı görevinde bulundum. Muğla’ya beş sene gidip geldim. Orada kendimize göre bir alan oluşturduk. Ayda bir kere gidiyor, beş gün kalıyordum. Orada bir alanımız var. Arkeologlar, sanat tarihçileri, mimarlar ve şehir plâncıları ile birlikte çalıştım. Bu şekilde bana yeni bir alan açıldı ve başka yan disiplinleri de öğrenmiş oldum.

Akademisyen aklı ve mantığı olduğu için okuduğumuzu öğreniyoruz. Muğla’da bu işlerle uğraştım. Sonra enerji hukukuna merak sardım ve Almanya’da Enerji Enstitüsü’ne gittim kendi imkânlarımla. BOTAŞ’ta danışmanlık görevinde bulundum. TEDAŞ’ın danışmanlığını da yaptım. Bir ara Türkiye Kömür İşletmeleri’nin danışmanlığını da yaptım. Sonuç olarak enerji sektöründe, petrol, doğalgaz, kömür ve elektrik konusunda yeterli miktarda toplantılara katılıp konuşacak kadar bilgi ve uygulama sahibi oldum. Bu konuda yazdığım bir kitap da bulunmaktadır. Olaya nüfûz ettik, sadece atom enerjisi ile ilgili çalışmalarım olmadı. Ona da bir teklif geldi, anlaşamadık. Atom Enerjisi Kurumu’na da danışmanlık yapacaktık.

Ankara’da Koruma Kurulu yenileme alanlarında görev yaptım Muğla’dan sonra. Hacı Bayram ve Hamamönü’ndeki çalışmalar bizim birimle ilgili idi. Altı ay, bir sene kadar orada çalıştıktan sonra 7 ilin bağlı olduğu büyük kurul olarak “Ankara Koruma Kurulu”  vardır, o kurula üye, daha sonra da bu kurulun başkanı oldum. Beş sene civarında Kurul Başkanlığı görevinde bulundum. Nihâyetinde son beş sene de, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu vardır, beni Yüksek Kurul Üyesi yaptılar. Orada bütün Türkiye’den gelen itirazlar, sorunlar ve talepler görüşülür, çözülür. Bu kurumda da 4-5 sene görev yaptım.

Bu görevleri, fakültedeki görevlerime ek görevler olarak yaptım. Dört sene de Futbol Federasyonu’nda çalıştım. Ayda bir veya iki kere İstanbul’a giderek futbol dünyasının bazı önemli sorunlarına ilişkin toplantılar yapıyorduk. Dolayısıyla çok değişik alanlarda çalışma imkânı budum, farklı insanlarla tanıştım ve değişik tecrübeler elde etmiş oldum.

“Sen Kızılcahamamlı mısın?”

·       Sayın Hocam, Kızılcahamamlısınız, köyünüzden ve ailenizden bahseder misiniz?

Babam -rahmetli- on iki yaşında gelmiş Ankara’ya. O zamanlarda birkaç günde gelir giderlermiş. Hanlarda, hamamlarda kalıyorlar ve geri döndüklerinde de bir avuç bitle geliyorlarmış. Getirdikleri ağaçları satarak sermaye yapmışlar. Siteler’de başlamışlar ve orada işlerini devam ettirmişler.

Çocukluğum Siteler’de geçti. Köyde değildik ama köyde gibiydik. Babam Siteler’de esnaftı, Açıktan Sokak’ta hâlâ dükkânımız var. Oturduğumuz yer baştan aşağıya Kızılcahamam ve Çamlıdereli idi. Dolayısıyla bizim bütün kültür değerlerimiz ve bilgilerimiz, anne ve babamızdan, çevremizden, iş yerlerindeki hemşehrilerimizden dolayı Yabanabad kültürüdür. Bir yerde konuştuğum zaman, “Sen Kızılcahamamlı mısın?” diye bana sorarlardı. Dilimize ve aksanımıza o kadar yerleşmiş vaziyette idi.

Rahmetli babam köye çok düşkün idi. Biliyorsunuz, bizim doğumlarımız, ölümlerimiz, her şeyimiz köyde olur. Meselâ ben Ankara’da doğmuşum fakat babam bir gittiğinde, köyde muhtara beni Kızılcahamam köy nüfusuna kaydettirmiş. Benin köyüm, Berçin Yayalar’dır, köy doğumlu görünürüm. Ölülerimiz de genellikle köyümüze götürülerek defnedilir.

Rahmetli babam ölmeden önce bizi köye götürürdü, “Bakın, şuralar bizim tarlalarımız” diye köyden irtibatı koparmamamız için bazı şeyler söyledi.

Köylerimizin havası, suyu ve güzellikleri çok farklıdır. Bizim o tarafa “Berçin Ortalığı” derler. Yazın köylerimiz çok güzel olur. Meselâ şöyle derin bir nefes alın, ağzınızda bir tat bırakır aldığınız hava. Oradaki çamlardan mıdır, topraktan mıdır, ağzınızda çok güzel bir tat bırakır.

Yaylamız da var ama bizim köyümüz zaten yayla gibidir. Bin 400 rakımlı, orman köyü statüsünde… Eski İstanbul yolundan gidip Azaphane deresini geçtikten sonra Akyarma’ya varmadan birkaç kilometre içeriye giriyorsunuz, köyümüz sağda… Türkmen köyleri vardır Korkmazlar, Gebeler, Şahinler, Yayalar, Çatak diye, çok önceleri eski İstanbul yolu, köyümüzün önünden geçermiş. Sonra “E-5” dedikleri yol yapılmış.

Şunu da söyleyebilirim: İnsanın doğup büyüdüğü, babasının doğup büyüdüğü yerlere sahip çıkması, aslında bir medeniyettir! Milletin bazısı bunu taşralılık sanır. İnsanın mezun olduğu okula ve fakülteye sahip çıkması bir medeniyettir. Çünkü insan, bulunduğu, doğduğu, yetiştiği ve kültür değerlerini aldığı yerde değerlidir. Orada alır bütün girdilerini. Bir pergel gibi… Biliyorsunuz, pergelin bir hareket eden ucu, bir de sabit ucu vardır. Pergelinizin sabit ucu orada olmalı. Yerli olmadan evrensel olamazsınız. Kendi değerlerinize sahip çıkmadan hiçbir şey olamazsınız. Öncelikle sonuna kadar yerli, fakat medeniyet değerlerine de açık olacaksınız.

Tamamı ile taşralı kalmak da doğru değil. Yani ikisini mezcedebilirseniz, üretim yapabilir, bir akıl geliştirebilir, bir medeniyet değeri ortaya koyabilirsiniz. “Kökünden, geçmişinden kopuk bir ilim, fikir ve sanat adamı, büyük adam olamaz” diye düşünüyorum. “Ne harâbiyiz, ne harabâtiyiz, kökü mâzide olan âtiyiz” demiş Yahya Kemal. Eski eserlerle, geçmiş medeniyet ve kültürlerle uğraşınca ona demişler ki, “Siz harabî misiniz?”. O da bu tek beyitlik şiiri yazmış.

“İnsan nasıl mutlu olur?”

·       Sayın Hocam, bu kadar yoğun bir hayat içinde boş zamanlarınız da oluyor mu, özel hobileriniz var mı? Varsa boş zamanlarınızı nasıl değerlendirirsiniz?

Üniversite hayatından beri, ifade ettiğim gibi bir sohbet kültürüne mensubuz. Eskiden beri zaman zaman kendimizden bilgice, kültürce, irfanca üstün ve daha birikimli veya bizden daha zayıf olanlarla toplanır, konuşur, sohbet ederiz ve bundan büyük zevk alırız. Hem öğreniriz, hem zaman geçiririz, hem de bir paylaşım olur. Bunun dışında, sosyetik hobiler gibi şeyler söylemek moda olmuş ama böyle bir şey yok. Kitap okumam eskiye nazaran biraz azaldı. Okuma zaman zaman meslekî ve teknik alanlara kayabiliyor.

Evde hep açık bir kitabım vardır. Çünkü kitap okuduğum zaman, sanki beynim bir makine de onun üzerine bir yağ damlatılmış gibi esnekleştiğini ve iyi çalıştığını hissediyorum. Rahatlıyorum, hayâl dünyam ve ufkum açılıyor. Aklım, fikrim gelişiyor, ferahlıyorum.

İnsan nasıl mutlu olur? Fizyolojik şartlar vardır erken yatmak, erken kalkmak, düzenli beslenmek gibi, bir de psikolojik faktörler… Meselâ kitap okumak, insanı mutlu eder. Bunu hep tanıdıklarıma söylüyorum. Beynin iki lobu var sağ ve sol hâlinde, ikisini birden çalıştıran ender faaliyetlerden biri kitap okumaktır. Beynin sol lobu ile okurken, beynin sağ lobu ile de okuduklarınızı imajinasyon yapıyorsunuz ve ne okursanız okuyun, zihinde imaj hareketleri, hayâl etme faaliyetleri oluyor. Kitap okurken iki lobun bu şekilde çalışması, insana bariz bir mutluluk veriyor. İnanmak, ibadet etmek, duâ etmek, yardım etmek, Allah’tan yardım istemek gibi şeyler de psikolojik mutluluk şartları...

Ailem ve çocuklarıma gelince… Ben biraz geç evlendim. Gençlik çağında okuduğum bir kitapta, evliliğin bir kader-i mutlak olduğunu okumuştum. Evlilik ve mesleğin… Onun için hiç endişe etmedim. “Bir gün nasılsa evleniriz” diye düşündüm. Meselâ evliliği geciken insanlarda ortaya çıkan gerilimi yaşamadım. Kısmet oldu, Yozgatlı bir hanımefendi ile izdivaç yaptık. Kendisi de o zamanlar hâkimlik mesleğine başlamıştı. Bir de Rabbimiz iki çocuk lütfetti, onlar da günden güne büyüyor, gelişiyorlar.

·       Sayın Hocam, söyleşimizin sonunda bir mesajınız var mı?

Türkiye zor bir zamandan geçiyor. Bu topraklar üzerinde kalmak çok zor. Çok medeniyetler gelmiş geçmiş. Bu topraklar üzerinde kalmanın bir bedeli de var. O nedenle burada devletler ya küçülmüş ve kaybolmuş ya da büyük devletler oluşmuş. Tarih bize bunları söylüyor. Ülkemiz, ele geçirilmek istenen, herkesin gözü olduğu bir yer. Her zaman stratejik öneme sahip. Eskiden Asya’dan Avrupa’ya askerî yönden geçiş bölgesi olmasının yanında Akdeniz, Ege ve Karadeniz’e kıyıları olması nedeniyle, şimdi de petrol ve doğalgaz kaynaklarının dibinde olmasından dolayı... Burada “ya olacağız ya da öleceğiz” rahmetli Necip Fazıl’ın tâbiriyle. Onun için çok çalışkan, gayretli, bilgili, güçlü ve dinamik olmak zorundayız.

Millet olarak birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olmalıyız. Köyümüzden başlayarak, kademe kademe büyüterek hem maddî, hem de mânevî anlamda güçlü olmak ve giderek her yönden kuvvetlenmek zorundayız. Bu bizim sorumluluğumuzda! Gelecek nesillere bırakacağımız bir mîrasımızın olması gerekiyor ve bu mîrası oluşturmak için çok çalışmak, çok düşünmek, çok emek sarf etmek ve çokça dayanışma içinde olmamız gerekiyor.

Diğer yandan Müslüman coğrafyanın en kuzeyinde, Semerkand, Buhara ve İstanbul hattındayız. Bu kültür coğrafyasında akıl ve bilgi hâkimdir; zamanımızın gereği olarak tüm Müslüman toplumlara karşı bu bakımdan sorumluyuz. Bu aklı ve yaklaşımı doğru temsil ile birlikte diğer Müslüman coğrafyalara öncülük etmenin görevimiz olduğunu düşünüyorum.

·       Bu güzel söyleşiden dolayı çok teşekkür ederiz...      

Ben de teşekkür eder, hayırlı çalışmalar dilerim.