Pontalis’in malikânesi

O salondaki masayı ve kürsüyü görünce 120 yıl sonra aynı masanın bir kez daha kurulmuş olduğunu idrak ediyorum hayretle. Hâddizatında, bugün kurulmuş olan altılı (aslında yedili) masanın başında oturanlar arasında o kadar derin uçurumlar var ki... Bunları bir araya getiren tek sebep, “Erdoğan düşmanlığı”…

ÜÇ beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk/ Bak nasıl doğranıyor; kalk baba, kabrinden kalk!” (Mehmed Akif Ersoy)

***

Pek Muhterem Kari,

Şeyhülislâm Mustafa Efendi Tekkesi’nin kapısında ve bir dervişin kucağında kapanan gözlerim, çıtırtılarla yanan bir ocak ateşinin tonoz kubbeye vuran kızıllığı, yanmış odun ve tarçınlı tütsü rayihası ve dahi derinden gelen bir zikir ayininin sesi ile yavaş yavaş açılıyor. Bu sedirde kaç saat yahut dakika uyuduğumu bilmiyorum; belki on dakika, belki de on saat... Lâkin günlerce uyumuş gibi dinç hissediyorum kendimi. Usulca doğruluyorum.

Gözlerim loş odadaki detayları yavaş yavaş ayırt etmeye başlıyor. Peşimdeki gölgelerden kaçışımı hatırlıyorum ve ürperiyorum. Ocağın yanında bakır bir güğüm ve bir leğen görüyorum, duvarda da asılı bir peşkir. Bir derviş hücresinde olduğumu anlıyorum. Ocağın ateşi ile ılımış olan su ile abdest alıyorum. Dalga dalga, kâh yükselerek, kâh alçalarak gelen zikir sesi iliklerime kadar işliyor ve sanki beni çağırıyor.

Neredeyse iki büklüm olarak derviş hücresinin revaka açılan dar ve alçak kapısından dışarı çıkıyorum. Dikdörtgen avlunun merkezinde kemerli, gülçe ve servi motifleriyle süslü sekizgen yapıda bir şadırvan var. Hava mis gibi, sabahın habercisi kuşlar cıvıldamaya başlamışlar bile...

Zikir sesleri avlunun köşesindeki sekizgen prizma şeklinde yükselen tevhidhaneden geliyor. Tedirgin ve sarsak adımlarla tevhidhanenin üzerinde ta’lik bir kitabenin bulunduğu basık kemerli kapısına kadar ilerliyorum.

Ürkekçe kapıyı açıp parmak uçlarıma basarak içeri giriyorum. Başlarında beyaz takkeler, üzerlerinde beyaz entariler ve keçe yelekler bulunan on beş yirmi derviş bir zikir halkası oluşturmuş, yanık bir ilâhi eşliğinde dönüyorlar. Ortadaki uzun boylu postniş halkanın ritmine uyarak yavaş yavaş bana doğru dönüyor: Efrasiyab!

Göz göze geldiğimiz anda bir el kolumdan tutup beni halkaya dâhil ediyor. Dervişlerle birlikte dönmeye başlıyorum. Bir süre sonra ritme uyuyor ve gözlerimi kapatıyorum. Bu hâlde ne kadar döndüğümüzü kestiremiyorum; belki beş dakika, belki de beş saat. Zaman da sanki halkaya dâhil, ilerlemiyor, bizle birlikte dönüyor.

Zikir sabah ezanı okunana kadar devam ediyor. Ezanla birlikte halkanın dönüşü yavaşlıyor, Efrasiyab’ın uzunca bir “Huuuu!” selâmıyla nihayete eriyor. Diz kırıp oturuyoruz ve ezanın bitmesini bekliyoruz. Tonoz kubbenin altında huşu, huzur, ter ve misk kokusu hercümerç oluyor. Kucağında bayıldığım dervişin Davudî sesi ile okuduğu aşr-ı şeriften sonra sabah namazına duruyoruz. Namazın ve tesbihatın ardından dervişler birer ikişer tevhidhaneyi terk ediyor ve Efrasiyab’la baş başa kalıyoruz.

Muhabbetle gülümsüyor ve “Yaklaş evlat” diyor. Uzun bir konuşma geçecek aramızda, hissediyorum. Belki de sorularımın cevabını alabileceğim bu sefer. Özellikle de “Neden ben?” sorusunun cevabını. Umarım…

***

Muhterem Dostlar,

Bugün sizleri 4 Şubat 1902’nin Paris’ine götüreceğim. Nişangâhlar ayarlandı, son kontroller yapıldı, sefinemizin yağına suyuna bakıldı. Hazırsanız deveran başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…

Sefinemizi Boulogne korusunda uygun bir yere gizleyip Henri Martin Bulvarından doğu yönünde ilerliyorum. Sen nehrine doğru yaklaştıkça Eiffel Kulesi binaların arasından büyüyerek üzerime geliyor adeta.

Hava soğuk. Çok soğuk! Şehrin üzerini kesif bir duman sarmış. Caddeler karlı ve kirli. Yol boyunca uzanan mazgallarda ıslak siyah fareler cirit atıyor. “İnsanların görmek için can attıkları şehir burası mı?” diye geçiriyorum içimden. İki tarafında üç dört katlı taş evler sıralı olan caddenin sonunda Eiffel Kulesi tüm görkemi ve çirkinliği ile karşıma çıkıyor.

Caddenin bitip Trocadero Meydanı’na bağlandığı köşedeki evin önünde bir hareketlilik mevcut. Bu malikâne, Fransız senatör Lefévre-Pontalis’e ait. Önündeki kalabalık ise Osmanlı Devleti’ne…

Birçoğu Osmanlı Devleti tarafından ilim ve fen tahsili için Avrupa’ya gönderilmiş bu kalabalık, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın yeğenleri Prens Sebahattin ve Prens Lütfullah tarafından tertip edilen, Fransız senatör tarafından finanse edilen Birinci Jön Türk Kongresi için bu taş binanın önünde. Birbirleriyle hararetli hararetli konuşan kalabalığın içindekiler, heyecan ve coşkudan aralarına dâhil olup onlarla birlikte taş binaya girdiğimi fark etmiyorlar bile.

Avrupa’nın dört bir tarafından gelen kongre delegelerinin yol ve konaklama masrafları Fransız ve elbette İngiliz hükûmeti tarafından karşılanmıştı. Ne büyük alicenaplık! Binanın ikinci katı Barok tarzda donatılmış, Eiffel manzaralı geniş salonda oturma düzeni kurulmuş. Kürsünün ve kongre yöneticilerinin oturacağı altı kişilik uzun masanın arkasındaki duvarda “Birinci Osmanlı Liberalleri Kongresi” yazıyor. Salona sıralanmış yetmiş kadar iskemlenin arasındaki sehpalarda ise kruvasan çörekleri mevcut. Çaylar, kahveler birazdan ikram edilecek.

Henüz konferansın başında ilk tartışma patlak veriyor. Konuşma dilinin Fransızca olmasını isteyenlere karşı Türkçe olmasını isteyenler galebe çalıyor. Konferans başlıyor ve kürsüye ilk Prens Sebahattin çıkıyor. Heyecanlı bir konuşmacı profili… Kısa bir girizgâhın akabinde hazirunu ortak ihtilâle davet eden konuşmasına başlıyor. Makedonya vilâyetlerindeki farklı toplulukların (Yunan, Bulgar, Makedon, Sırp) silahlı çetelerine (komitacılara) ve mazlum halka zulüm ve düşmanlık edenlere (Abdülhamid Han’ı kastediyor) karşı nefretle ve ortak şekilde hareket etmeye çağırıyor.

İyi bir hatip olduğu söylenemez. Yer yer tekliyor, kekeliyor, heyecandan sonraki cümleleri unutuyor ve sık sık elindeki kâğıda başvuruyor. Ahalinin mutluluğu, vatanın selâmeti, fikir hürriyetinin tesisi, istibdat yönetiminin ortadan kaldırılması üzerine konuşmasını sürdürüyor. Bunun için başka devletlerle de ortak hareket edilebileceğini, hatta bunun bir mecburiyet olduğunu söylüyor.

Bu arada, servis görevlileri çay kahve sunuyor haziruna. İtiraf etmeliyim, kahveler enfes!

Sebahattin, Padişah’ın yetkilerinin sınırlandırılıp yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasını istiyor. Ermeni ve Balkan kökenli delegeler konuşmanın bu kısmını hararetle alkışlıyorlar. Prens Sebahattin, “fedakârlık içinde hizmet eden hürriyet mazlumlarına” selâm ederek ve tekrar tüm muhalif grupları Abdülhamid yönetimine karşı birlikte hareket etmeye davet ederek konuşmasını bitiriyor. Alkışlar…

Sonrasında kürsüye Ahmet Rıza geliyor. Ahmet Rıza’nın da nihaî hedefi aynı: Abdülhamid yönetimini yıkmak... Lâkin konuşması ilerledikçe aslında fikir ayrılıkları da ortaya çıkmaya başlıyor, salondan uğultular ve homurtular yükseliyor.

Prens Sebahattin, âdem-i merkeziyetçi. Yani merkezî bir yönetimi değil, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasını istiyor. Ahmet Rıza ise merkeziyetçi bir tavır sergiliyor. Yönetimin değişmesi kaydı ile elbette…

Hilâfet ve padişahlık mâkmının aynen korunması gerektiği düşüncesinde Ahmet Rıza. Dahası, “yabancı dostların” yahut “dış güçlerin” bu plâna dâhil edilmesine karşı çıkıyor. Ahmet Rıza konuştukça salondan itirazlar yükseliyor. Salonun arka bölümünde yabancı oldukları (muhtemelen Fransız ve İngiliz) belli olan birkaç kişi, yanlarındaki tercümanların çevirilerini not etmekle meşguller.

Daha sonra kürsüye başkaca konuşmacılar geliyor ama heyecanla konuşmalar yapıldıkça delegeler arasındaki homurtuların ve itirazların dozu giderek artıyor. Kongre, akşamın geç saatlerine kadar devam ediyor. Salondaki atmosfer gerildikçe, arada bir arka taraftaki yabancı “dostlar”, ortamı yumuşatmak için ortak hedefleri hatırlatıyorlar. Lâkin kongre sonunda gözle görülür bir birliktelik sağlanamıyor ve gruplar arasındaki görüş ayrılıkları derinleşiyor. Salonun müşterek olduğu tek şey varsa bu, “Abdülhamid düşmanlığı”!

Salondaki fikirler arasında ne kadar derin uçurumlar varsa da, ülkenin Abdülhamid Han sonrası nasıl yönetileceği konusunda fikir birliği sağlanamasa da, istikbâle yönelik herhangi bir plân ve proje üretilemese de, önünde sonunda ve bu kongrenin üzerinden yedi yıl geçtiğinde Abdülhamid Han yönetimi son bulacaktır. Sonrasını da biliyorsunuz zaten; Abdülhamid Han sonrası için bir plân üretmekten aciz, ne yapacağını bilmeyen, öngörüsüz, acemi ve çok parçalı, çok sesli yönetim, henüz on yıl bile dolmadan koca Devlet-i Ali’nin Mondros Mütarekesi masasına yenilmiş ve dağılmış olarak oturmasına sebebiyet verecektir.

Aralarındaki çekişme o kadar çetindi ki “Edirne’ye Enver gireceğine Bulgarlar girsin, daha iyi!” bile diyebilmişlerdi.

Salonda söz istesem, yedi sene sonra Abdülhamid Han’ı devireceklerini ama işleri ellerine yüzlerine bulaştıracaklarını ve nihayetinde on seneye kalmadan koca devletin yıkılışına sebep olacaklarını söylesem, acaba nasıl tepki verirlerdi? Bana inanırlar mıydı? İnanmış olsalar, buna sevinirler miydi, üzülürler miydi?

Tekerrür etmekte bu kadar mahir tarihe hayretler ederek, delegelerle birlikte binayı terk ediyorum. Kahvenin aroması ile genzimdeki sızı birbirine karışıyor dönüş yolunda. Ve dönüş yolunda salondaki delegelerin, sokaktaki şu siyah ve ıslak farelerden farkları olup olmadığını düşünüyorum. Karar veremiyorum…

***

Pek Muhterem Kari,

O salondaki masayı ve kürsüyü görünce 120 yıl sonra aynı masanın bir kez daha kurulmuş olduğunu idrak ediyorum hayretle. Hâddizatında, bugün kurulmuş olan altılı (aslında yedili) masanın başında oturanlar arasında o kadar derin uçurumlar var ki... Bunları bir araya getiren tek sebep, “Erdoğan düşmanlığı”. “Bunun dışında tek ortak fikir ve düşünceleri yok” desek, yanılmış olmayız sanırım.

Bakmayınız parlamenter sisteme dönüş konusunda ortak görüş sergilediklerine. Altına imza attıkları bu bildirge sadece bunları bir arada tutan “zoraki” ve “göstermelik” bir evlilik anlaşması! Bunlar da merkezî yönetimin yetkilerinin kısıtlanmasını istiyor (görünürde), arada bir yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasını talep ediyorlar. Tüm muhalifleri Erdoğan’a karşı ortak hareket etmeye davet ediyorlar. Yeri geliyor, “dostlarına” yaslanıp yabancı misyonlardan destek istiyorlar. Fikir ve basın hürriyetinden dem vuruyorlar.

Yönetimin baskıcı olmasından şekvacılar; hatta Erdoğan onların gözünde bir “diktatör”. Dahası, “diktatörün” yönettiği ülkede her türlü hakareti pervasızca yapabiliyorlar. “Hürriyet mazlumlarına” (!) yani KHK’lılara, FETÖ’cülere, teröristlere selâm vermekten geri durmuyorlar. Erdoğan sonrası için bir plânları veya projeleri yok. Büyük ihtimâlle de iş “nimet bölüşümüne” gelince kan gövdeyi götürecek.

Aslında haksızlık etmeyelim, birkaç plânları var: S-400’leri iade etmek, nükleer santral projesini durdurmak, madenleri kapatmak, askerimizi Irak’tan, Suriye’den, Libya’dan, Azerbaycan’dan çekmek, Akdeniz’i terk etmek ve ülkeyi sınırlarına ve kabuğuna yeniden hapsetmek. Ve elbette İHA, SİHA ve savunma sanayiindeki diğer “gereksiz” yatırımları durdurmak.

Bu şartlar altında bu altılı (daha doğrusu yedili) ülkeyi İttihatçılar kadar ayakta tutabilirse, büyük başarı sayılırdı doğrusu. Allah bu ülkeyi tatsız tekerrürlerden korusun inşallah. (Âmin!)