
“ÜÇ beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk/ Bak nasıl
doğranıyor; kalk baba, kabrinden kalk!” (Mehmed
Akif Ersoy)
***
Pek Muhterem Kari,
Şeyhülislâm Mustafa Efendi Tekkesi’nin kapısında ve bir dervişin kucağında
kapanan gözlerim, çıtırtılarla yanan bir ocak ateşinin tonoz kubbeye vuran
kızıllığı, yanmış odun ve tarçınlı tütsü rayihası ve dahi derinden gelen bir
zikir ayininin sesi ile yavaş yavaş açılıyor. Bu sedirde kaç saat yahut dakika
uyuduğumu bilmiyorum; belki on dakika, belki de on saat... Lâkin günlerce
uyumuş gibi dinç hissediyorum kendimi. Usulca doğruluyorum.
Gözlerim loş odadaki detayları yavaş yavaş ayırt etmeye başlıyor. Peşimdeki
gölgelerden kaçışımı hatırlıyorum ve ürperiyorum. Ocağın yanında bakır bir
güğüm ve bir leğen görüyorum, duvarda da asılı bir peşkir. Bir derviş
hücresinde olduğumu anlıyorum. Ocağın ateşi ile ılımış olan su ile abdest
alıyorum. Dalga dalga, kâh yükselerek, kâh alçalarak gelen zikir sesi
iliklerime kadar işliyor ve sanki beni çağırıyor.
Neredeyse iki büklüm olarak derviş hücresinin revaka açılan dar ve alçak kapısından
dışarı çıkıyorum. Dikdörtgen avlunun merkezinde kemerli, gülçe ve servi
motifleriyle süslü sekizgen yapıda bir şadırvan var. Hava mis gibi, sabahın
habercisi kuşlar cıvıldamaya başlamışlar bile...
Zikir sesleri avlunun köşesindeki sekizgen prizma şeklinde yükselen tevhidhaneden
geliyor. Tedirgin ve sarsak adımlarla tevhidhanenin üzerinde ta’lik bir
kitabenin bulunduğu basık kemerli kapısına kadar ilerliyorum.
Ürkekçe kapıyı açıp parmak uçlarıma basarak içeri giriyorum. Başlarında beyaz
takkeler, üzerlerinde beyaz entariler ve keçe yelekler bulunan on beş yirmi derviş
bir zikir halkası oluşturmuş, yanık bir ilâhi eşliğinde dönüyorlar. Ortadaki
uzun boylu postniş halkanın ritmine uyarak yavaş yavaş bana doğru dönüyor:
Efrasiyab!
Göz göze geldiğimiz anda bir el kolumdan tutup beni halkaya dâhil ediyor.
Dervişlerle birlikte dönmeye başlıyorum. Bir süre sonra ritme uyuyor ve
gözlerimi kapatıyorum. Bu hâlde ne kadar döndüğümüzü kestiremiyorum; belki beş
dakika, belki de beş saat. Zaman da sanki halkaya dâhil, ilerlemiyor, bizle
birlikte dönüyor.
Zikir sabah ezanı okunana kadar devam ediyor. Ezanla birlikte halkanın
dönüşü yavaşlıyor, Efrasiyab’ın uzunca bir “Huuuu!” selâmıyla nihayete
eriyor. Diz kırıp oturuyoruz ve ezanın bitmesini bekliyoruz. Tonoz kubbenin
altında huşu, huzur, ter ve misk kokusu hercümerç oluyor. Kucağında bayıldığım
dervişin Davudî sesi ile okuduğu aşr-ı şeriften sonra sabah namazına duruyoruz.
Namazın ve tesbihatın ardından dervişler birer ikişer tevhidhaneyi terk ediyor
ve Efrasiyab’la baş başa kalıyoruz.
Muhabbetle gülümsüyor ve “Yaklaş evlat” diyor. Uzun bir konuşma
geçecek aramızda, hissediyorum. Belki de sorularımın cevabını alabileceğim bu
sefer. Özellikle de “Neden ben?” sorusunun cevabını. Umarım…
***
Muhterem
Dostlar,
Bugün
sizleri 4 Şubat 1902’nin Paris’ine götüreceğim. Nişangâhlar ayarlandı, son
kontroller yapıldı, sefinemizin yağına suyuna bakıldı. Hazırsanız deveran
başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…
Sefinemizi Boulogne
korusunda uygun bir yere gizleyip Henri Martin Bulvarından doğu yönünde
ilerliyorum. Sen nehrine doğru yaklaştıkça Eiffel Kulesi binaların arasından büyüyerek
üzerime geliyor adeta.
Hava soğuk. Çok
soğuk! Şehrin üzerini kesif bir duman sarmış. Caddeler karlı ve kirli. Yol
boyunca uzanan mazgallarda ıslak siyah fareler cirit atıyor. “İnsanların görmek
için can attıkları şehir burası mı?” diye geçiriyorum içimden. İki tarafında üç
dört katlı taş evler sıralı olan caddenin sonunda Eiffel Kulesi tüm görkemi ve
çirkinliği ile karşıma çıkıyor.
Caddenin
bitip Trocadero Meydanı’na bağlandığı köşedeki evin önünde bir hareketlilik
mevcut. Bu malikâne, Fransız senatör Lefévre-Pontalis’e
ait. Önündeki kalabalık ise Osmanlı Devleti’ne…
Birçoğu
Osmanlı Devleti tarafından ilim ve fen tahsili için Avrupa’ya gönderilmiş bu
kalabalık, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın yeğenleri Prens Sebahattin ve Prens
Lütfullah tarafından tertip edilen, Fransız senatör tarafından finanse edilen
Birinci Jön Türk Kongresi için bu taş binanın önünde. Birbirleriyle hararetli
hararetli konuşan kalabalığın içindekiler, heyecan ve coşkudan aralarına dâhil
olup onlarla birlikte taş binaya girdiğimi fark etmiyorlar bile.
Avrupa’nın
dört bir tarafından gelen kongre delegelerinin yol ve konaklama masrafları
Fransız ve elbette İngiliz hükûmeti tarafından karşılanmıştı. Ne büyük
alicenaplık! Binanın ikinci katı Barok tarzda donatılmış, Eiffel manzaralı
geniş salonda oturma düzeni kurulmuş. Kürsünün ve kongre yöneticilerinin
oturacağı altı kişilik uzun masanın arkasındaki duvarda “Birinci Osmanlı
Liberalleri Kongresi” yazıyor. Salona sıralanmış yetmiş kadar iskemlenin
arasındaki sehpalarda ise kruvasan çörekleri mevcut. Çaylar, kahveler birazdan
ikram edilecek.
Henüz konferansın
başında ilk tartışma patlak veriyor. Konuşma dilinin Fransızca olmasını
isteyenlere karşı Türkçe olmasını isteyenler galebe çalıyor. Konferans başlıyor
ve kürsüye ilk Prens Sebahattin çıkıyor. Heyecanlı bir konuşmacı profili… Kısa
bir girizgâhın akabinde hazirunu ortak ihtilâle davet eden konuşmasına
başlıyor. Makedonya vilâyetlerindeki farklı toplulukların (Yunan, Bulgar,
Makedon, Sırp) silahlı çetelerine (komitacılara) ve mazlum halka zulüm ve
düşmanlık edenlere (Abdülhamid Han’ı kastediyor) karşı nefretle ve ortak
şekilde hareket etmeye çağırıyor.
İyi bir
hatip olduğu söylenemez. Yer yer tekliyor, kekeliyor, heyecandan sonraki
cümleleri unutuyor ve sık sık elindeki kâğıda başvuruyor. Ahalinin mutluluğu,
vatanın selâmeti, fikir hürriyetinin tesisi, istibdat yönetiminin ortadan
kaldırılması üzerine konuşmasını sürdürüyor. Bunun için başka devletlerle de
ortak hareket edilebileceğini, hatta bunun bir mecburiyet olduğunu söylüyor.
Bu arada,
servis görevlileri çay kahve sunuyor haziruna. İtiraf etmeliyim, kahveler
enfes!
Sebahattin,
Padişah’ın yetkilerinin sınırlandırılıp yerel yönetimlerin yetkilerinin
artırılmasını istiyor. Ermeni ve Balkan kökenli delegeler konuşmanın bu kısmını
hararetle alkışlıyorlar. Prens Sebahattin, “fedakârlık içinde hizmet eden
hürriyet mazlumlarına” selâm ederek ve tekrar tüm muhalif grupları Abdülhamid
yönetimine karşı birlikte hareket etmeye davet ederek konuşmasını bitiriyor.
Alkışlar…
Sonrasında
kürsüye Ahmet Rıza geliyor. Ahmet Rıza’nın da nihaî hedefi aynı: Abdülhamid
yönetimini yıkmak... Lâkin konuşması ilerledikçe aslında fikir ayrılıkları da
ortaya çıkmaya başlıyor, salondan uğultular ve homurtular yükseliyor.
Prens
Sebahattin, âdem-i merkeziyetçi. Yani merkezî bir yönetimi değil, yerel
yönetimlerin yetkilerinin artırılmasını istiyor. Ahmet Rıza ise merkeziyetçi
bir tavır sergiliyor. Yönetimin değişmesi kaydı ile elbette…
Hilâfet ve
padişahlık mâkmının aynen korunması gerektiği düşüncesinde Ahmet Rıza. Dahası,
“yabancı dostların” yahut “dış güçlerin” bu plâna dâhil edilmesine karşı
çıkıyor. Ahmet Rıza konuştukça salondan itirazlar yükseliyor. Salonun arka
bölümünde yabancı oldukları (muhtemelen Fransız ve İngiliz) belli olan birkaç
kişi, yanlarındaki tercümanların çevirilerini not etmekle meşguller.
Daha sonra
kürsüye başkaca konuşmacılar geliyor ama heyecanla konuşmalar yapıldıkça
delegeler arasındaki homurtuların ve itirazların dozu giderek artıyor. Kongre,
akşamın geç saatlerine kadar devam ediyor. Salondaki atmosfer gerildikçe, arada
bir arka taraftaki yabancı “dostlar”, ortamı yumuşatmak için ortak hedefleri
hatırlatıyorlar. Lâkin kongre sonunda gözle görülür bir birliktelik
sağlanamıyor ve gruplar arasındaki görüş ayrılıkları derinleşiyor. Salonun müşterek
olduğu tek şey varsa bu, “Abdülhamid düşmanlığı”!
Salondaki
fikirler arasında ne kadar derin uçurumlar varsa da, ülkenin Abdülhamid Han
sonrası nasıl yönetileceği konusunda fikir birliği sağlanamasa da, istikbâle
yönelik herhangi bir plân ve proje üretilemese de, önünde sonunda ve bu
kongrenin üzerinden yedi yıl geçtiğinde Abdülhamid Han yönetimi son bulacaktır.
Sonrasını da biliyorsunuz zaten; Abdülhamid Han sonrası için bir plân
üretmekten aciz, ne yapacağını bilmeyen, öngörüsüz, acemi ve çok parçalı, çok
sesli yönetim, henüz on yıl bile dolmadan koca Devlet-i Ali’nin Mondros
Mütarekesi masasına yenilmiş ve dağılmış olarak oturmasına sebebiyet verecektir.
Aralarındaki
çekişme o kadar çetindi ki “Edirne’ye Enver gireceğine Bulgarlar girsin,
daha iyi!” bile diyebilmişlerdi.
Salonda söz
istesem, yedi sene sonra Abdülhamid Han’ı devireceklerini ama işleri ellerine
yüzlerine bulaştıracaklarını ve nihayetinde on seneye kalmadan koca devletin
yıkılışına sebep olacaklarını söylesem, acaba nasıl tepki verirlerdi? Bana
inanırlar mıydı? İnanmış olsalar, buna sevinirler miydi, üzülürler miydi?
Tekerrür
etmekte bu kadar mahir tarihe hayretler ederek, delegelerle birlikte binayı
terk ediyorum. Kahvenin aroması ile genzimdeki sızı birbirine karışıyor dönüş
yolunda. Ve dönüş yolunda salondaki delegelerin, sokaktaki şu siyah ve ıslak
farelerden farkları olup olmadığını düşünüyorum. Karar veremiyorum…
***
Pek Muhterem Kari,
O salondaki masayı ve kürsüyü görünce 120 yıl sonra aynı masanın
bir kez daha kurulmuş olduğunu idrak ediyorum hayretle. Hâddizatında, bugün
kurulmuş olan altılı (aslında yedili) masanın başında oturanlar arasında o
kadar derin uçurumlar var ki... Bunları bir araya getiren tek sebep, “Erdoğan
düşmanlığı”. “Bunun dışında tek ortak fikir ve düşünceleri yok” desek, yanılmış
olmayız sanırım.
Bakmayınız parlamenter sisteme dönüş konusunda ortak görüş
sergilediklerine. Altına imza attıkları bu bildirge sadece bunları bir arada
tutan “zoraki” ve “göstermelik” bir evlilik anlaşması! Bunlar da merkezî
yönetimin yetkilerinin kısıtlanmasını istiyor (görünürde), arada bir yerel
yönetimlerin yetkilerinin artırılmasını talep ediyorlar. Tüm muhalifleri
Erdoğan’a karşı ortak hareket etmeye davet ediyorlar. Yeri geliyor,
“dostlarına” yaslanıp yabancı misyonlardan destek istiyorlar. Fikir ve basın
hürriyetinden dem vuruyorlar.
Yönetimin baskıcı olmasından şekvacılar; hatta Erdoğan onların gözünde bir
“diktatör”. Dahası, “diktatörün” yönettiği ülkede her türlü hakareti pervasızca
yapabiliyorlar. “Hürriyet mazlumlarına” (!) yani KHK’lılara, FETÖ’cülere,
teröristlere selâm vermekten geri durmuyorlar. Erdoğan sonrası için bir
plânları veya projeleri yok. Büyük ihtimâlle de iş “nimet bölüşümüne” gelince
kan gövdeyi götürecek.
Aslında haksızlık etmeyelim, birkaç plânları var: S-400’leri iade etmek,
nükleer santral projesini durdurmak, madenleri kapatmak, askerimizi Irak’tan,
Suriye’den, Libya’dan, Azerbaycan’dan çekmek, Akdeniz’i terk etmek ve ülkeyi
sınırlarına ve kabuğuna yeniden hapsetmek. Ve elbette İHA, SİHA ve savunma
sanayiindeki diğer “gereksiz” yatırımları durdurmak.
Bu şartlar altında bu altılı (daha doğrusu yedili) ülkeyi İttihatçılar
kadar ayakta tutabilirse, büyük başarı sayılırdı doğrusu. Allah bu ülkeyi
tatsız tekerrürlerden korusun inşallah. (Âmin!)