
PRUSYALI general ve entelektüel Carl Philipp Gottlieb von Clausewitz (1780-1831), dünya savaş tarihinde önemli yere sahip isimlerden. Kısaca kim olduğunu öncelikle anlatmak isterim, çünkü soracağınızı biliyorum.
Orta dereceli feodal-aristokrat bir aileden geliyor Von Clausewitz. İsmindeki “von” takısı da bu özelliği gösteriyor zaten. Devrimci Fransa’nın ordularına karşı piyade olarak Rus-Alman Lejyonunda çarpışmalara katılır ve ilk askerî tecrübelerini böyle kazanır (Napolyon Savaşları). Kısa süre sonra Prusya Krallığı’nın adeta kalbi denilecek bir noktada askerî ve siyâsî kurmay subay olarak görev alır. Babası da Prusya ordusunda subaydır. Clausewitz, ilk muharebeye 13 yaşındayken girer ve 38 yaşında tuğgeneralliğe terfi eder, yine aristokrat ailelerden birinin kızıyla evlenir.
Askerî yetenekleri sebebiyle Berlin’deki merkezî askerî çevrelere girerek 1812-1814 yılları arasında Rusya’da görev alır. Burada Birinci Napolyon’un birliklerine karşı savaşlara katılır ki Napolyon’un sonunu getiren meşhur Waterloo Savaşı’nda da görevi başındadır.
1818’de Prusya Savaş Akademisi yöneticiliğine getirilir. Görevi başındayken hayatını kaybeder. Clausewitz, disiplin üzere yaşadığı hayatı boyunca birçok yazılı eser vermiştir. En ünlü eseri, “Savaş Üzerine” adını taşımaktadır.
İşte yazımızın konusu da bu eser üzerinden dile getirdiği bir bakış açısını, “Savaş siyasetin alternatifi değil, başka araçlarla devamıdır” şeklindeki yargısını ele alacak. Ki zamanla daha iyi anlaşılacağını düşündüğüm bu sözü birlikte ele almaya başlayalım…
***
Futbol nerede, siyaset nerede?
Sevgili dostlar, evvelâ belirtmem gerekiyor ki, bu yazı “Futbola siyaset karışıyor”şeklindeki ifadeyle uzaktan ya da yakından bağdaşmamaktadır. Bu noktada siyasetin kullandığı yöntemlerden biri olan “savaş” kavramıyla “futbol” adlı sporun spor bağlamından çıkarılıp sosyolojik çapta aynı paralele oturtulması söz konusu. Maksadımız şu ki, futbol insanın hayatında bir dinlence iklimi olarak var olmalıyken, gerilim ve uyuşma aparatı olarak kullanılmamalı. Kaldı ki, insanlığın kapitalizm ile kimliksizleştiği 21’nci yüzyılda futbol, siyasetin farklı araçlarla devamı haline geldi. Demokratik, faşist yahut sosyalist hiçbir siyâsî rejim, bu anlamda futbolu görmezden gelememiştir. Bu, bugün de böyle maalesef…
Clausewitz’in söylemi üzerinden değerlendirildiğinde siyaset özelinde mükemmel bir araç olmuş futbol. Açık yahut gizli, her siyâsî partinin, liderin ve rejimin bir “futbol politikası” var. Peki, neden diğer spor dalları değil de futbol?
Buradan bakınca iki soru akla geliyor: “Futbol yoluyla savaş veya iç savaş nasıl çıkartılır? Hükümet darbesi yapmak için futbol nasıl kullanılır?”
Okumanızı tavsiye ederim, Mehmet Yılmaz tarafından kaleme alınan “Futbol ve Siyaset” adlı kitap, tarihten örnekler vererek bu sorulara cevap arıyor. Arkanıza yaslanın ve okurken siz karar verin: Futbol sadece futbol mu?
Önce hakikati gör! Hakikat şu ki, oyundan çok bir tuzak var. Ve bu tuzağı süsleyenler arasında birkaç mütedeyyin figürün olması, onu asla meşru kılmaz. “Savaş siyasetin alternatifi değil, başka araçlarla devamıdır” diyen Clausewitz çok haklı değil mi? Son tahlilde futbol zekâyı ve aklı devre dışı bırakır… Yaşadık… Yaşıyoruz…
El Salvador’da futbola Franz Ferdinand muamelesi yapmak
Dünyaya şöyle geniş bir fotoğraf ile bakalım; çünkü futbolun sadece bir spor olarak bırakılmadığını, futbol üzerinden dünya siyasetinde neler yapılabildiğini göreceksiniz. Öyle ki, hani Birinci Dünya Savaşı’nın kırk türden gerekçesi vardı da bahanesi Saraybosna’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliaht Prensi Franz Ferdinand’ın bir Sırp tarafından öldürülmesiydi ya, işte kimi coğrafyalar için futbol, bu tür bir kıvılcımın çakmak taşı gibi kullanılmış.
Buradan bakınca futbol, siyasetin ayrılmaz bir parçası. Dünyanın her yerinde stat ve kulüp isimleri ulusal kahramanlara, kurtuluş savaşlarına, etnik gruplara ve dinî cemaatlere işaret eder. Faşist, komünist ve demokratik rejimlerin tamamı futbolu kullanmıştır ve bazen de futbol ile devrilmiştir. Ülkemizde de zaman zaman futbol üzerinden karışıklık çıkarılmak istenmiştir. Örneğin “İktidar üzerine oyun oynanıyor” iddiaları bir fitne değil, insanların duygularının yansıması değil midir?
Çoğu insan bilmez, futbol yüzünden(!) çıkan bir savaşta 3 binden fazla insan öldü, on binlercesi yaralandı. Milyarlarca dolarlık hasar ve yüz yıl sürecek kin tohumları ekildi. İzah edelim…
Salvador ve Honduras, Orta Amerika’da bulunan iki komşu ülke. Hatta aynı dile, aynı kökene, aynı inanca sahipler. Ancak sömürgeci güçler sınır çizerken verimli toprakları Honduras’a, nüfus yoğunluğunu ise Salvador’a bırakmışlar. Savaş çıkarmak kolay olsun diye…
Salvador’da kilometrekare başına 160 kişi yaşıyor. Bu sayı, tüm Amerika kıtasının en yoğun nüfusuna işaret ediyor. Verimli toprakları ele geçirmiş olan 14 aile yüzünden köylülerin yüzde 66’sının bırakın tarlayı, bahçesi yok. Topraksızlar bu yüzden Honduras’a göçüyorlar veya mevsimlik olarak gelip dönüyorlar. Zira Honduras Devleti’nin ve halkının kullanmadığı geniş verimli topraklar var. 300 bin civarında köylü, bu toprakları adam etmiş, teraslamış, sulamış, gübrelemiş, verimli hâl getirmiş. Ama Salvador’daki toprakları çalan 14 aile ve suç ortağı olan United Fruits isimli şirket, bu durumdan rahatsızlar.
United Fruits sıradan bir şirket değil. Ekvador, Kolombiya ve Salvador gibi pek çok ülkede muz, avokado, kahve ve kakao tekelini elinde tutuyor. Eğer hükümetler toprak reformu ile köylülere toprak dağıtmaya kalkarlarsa Pentagon ve CIA doğrudan devreye giriyor. (Hatta size garip gelebilir ama Amerikan ve Avrupa pazarında gıda kartelleri büyüktür, ABD’nin silahlı güçleri ile ortak menfaatleri de vardır.)
Bahsedeceğimiz kanlı vakanın yaşandığı dönemde Orta Amerika ülkeleri birleşip bir federasyon kuruyorlar. Ortak para, ortak dış politika ve toprak reformu gibi hedefleri olan bu birlik, ABD’nin, Salvador’daki 14 ailenin ve United Fruits’in menfaatlerine aykırı bir yapı olarak kabul ediliyor. Darbe, savaş ve iç savaş için işte tam bu süreçte düğmeye basılıyor.
1960’larda Honduras Devlet Başkanı Oswaldo Lopez Arellano, ekonomideki kötü gidişata karşın Salvadorlu göçmenleri hedef gösteriyor. Salvadorluların yerleştiği toprakları Honduraslı köylülere dağıtmaya başlayan Arellano, böylece Salvadorlular ile Honduraslılar arasındaki gerginliğin fitilini ateşliyor. Ülkedeki yoksulluğun sebebi söz konusu 14 aile ile United Fruits oligarşiyken, Salvadorlu garibanları hedef göstermek hem oligarşinin, hem de suç ortağı hükümetlerin işine geliyor. Evet, işte futbol, bir savaş katalizörü olarak tam da bu gergin süreci tırmandırmak için kullanılıyor.
1969’da FIFA Dünya Kupası Finalleri öncesinde El Salvador ile Honduras arasındaki ilk maç 8 Haziran 1969’da Honduras’ta oynanıyor. Fanatik Honduraslı taraftarlar, maçtan önceki gece rakibin otelinin önünde muazzam gürültü yaparak uyumalarına izin vermiyorlar. El Salvador, maçı 1-0 kaybediyor. Bu yenilgiden üzerine El Salvador vatandaşı Amelia Bolanios, intihar ediyor. Cenazesi devlet töreni ile kaldırılırken, El Salvador Devlet Başkanı ile hükümet üyeleri tabutun arkasındaki yerlerini alıyorlar. İki ülke medyası, iki ülkenin hükümet üyeleri ile adeta el ele vererek diğer taraf aleyhine manipülasyona başlıyorlar.
Bundan sonra ne mi oluyor?
Ekonomik, askerî ve demografik veriler, bu propagandaya meze yapıldı. Sınırın iki tarafında nefret körüklendi. 15 Haziran 1969’daki rövanş maçı öncesi aynı gürültü ve taciz, bu kez El Salvadorlular tarafından Honduras Millî Takımına karşı yapıldı. Maçı 3-0 kazanarak Honduras’ı eleme sevinci yaşayan El Salvadorlular, kendisini öldüren genç vatandaşlarının fotoğraflarıyla sahaya girdiler. Ancak kışkırtma burada bitmemişti. El Salvadorlular, Honduraslı futbolcuların kaldığı oteli yaktılar. Futbolcular ancak El Salvador ordusunun himayesinde ülkeyi terk edebildiler. Maçı statta seyretmeye gelen Honduraslı taraftarlar taciz edildiler, arabaları yakıldı, hastanelerin acil servisleri dolup taştı. Sonuç: 2 ölü, sınır kapalı.
Bir başka örnek, 27 Haziran 1969’da Meksika’da tarafsız sahada yapılan play-off maçı. El Salvador, uzatmalarda attığı golle 3-2 kazanıyor maçı. Ancak medya ve hükümetlerin söylemleri üzerine şiddet dili tırmanıyor. Bu kez sonuç daha çok taciz, daha çok tecavüz, daha çok nefret oluyor.
Futbol gerginliği savaşa nasıl dönüştü?
1967’de El Salvador askerleri sınırı ihlâl ederek Honduras Devlet Başkanı’nın yakın bir arkadaşını tutukluyorlar. Yine aynı yıl, El Salvador askerleri Honduras’ta gizlice silah taşırken yakalanıyorlar. Bu tarz tahrikler, muhtemelen yakında gerçekleşecek bir darbenin tuzakları olarak planlı biçimde gerçekleşiyor. Bunun karşısında Başkan, El Salvador Genelkurmayına bastırıyor: “Honduras’a girelim, hükümeti devirip Salvador yanlısı kukla bir başkan koyalım.”
Son maçtan sonra sınır ihlalleri artıyor. Ama üniformaları benzeyen, aynı lisanı konuşan iki ordunun askerleri, düşmanı tanımakta bu yüzden zorluk çekiyorlar. 4 Temmuz 1969’da Salvador konsolosu öldürülüyor. 20 bin El Salvadorlu bunun üzerine sınır dışı ediliyor Honduras’tan. 14 Temmuz 1969 günü ise El Salvador, Honduras’ın Tegucigalpa şehrini bombalıyor. Evet, böylece 100 gün sürecek olan savaş resmen başlıyor.
Savaşın ilk günlerinde Honduras Hava Kuvvetleri, El Salvador’un yakıt depolarını ve rafinerisini vurunca, El Salvador ordusu olduğu yere çakıldı. Her iki tarafın da 15 ilâ 20 bin civarı askeri ile İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma uçaklar vardı. Bin sivil ve 2 bin asker öldü. On binlerce insan evsiz kaldı. El Salvador ekonomisi krize girdi. Orta Amerika devletlerini birleştirme projesi suya düştü. Toprakları gasp eden 14 aile ve United Fruits şirketininse eli güçlendi. Darbeci generaller ve medyanın bu tablodaki payı büyüktü, bu yüzden onların da hükümleri devam etti.
Unutmamalı… Bugün futbol, dev medya tekellerinin oyuncağı ve ekonomik krizleri unutturan zalim sistemlerin etkin bir “uyutma aracı”. İşin en trajik tarafı da şu: Filistin’de bir çocuk taş attığı için beynine kurşun yerken, Avrupa’da bir futbolcu topa vurdu diye milyonlar kazanıyor. Adaletin öldüğü dünyada, hâlâ “Ama bizimki dua etti” diye sevinemezsin.
Kitlesel silah olarak futbolda keyif arayan kalabalıkları kullanmak
Sevgili dostlar, futbolda keyif aramak mazide kaldı. Artık herhangi bir futbol seyircisi, biriktirdiği negatif enerjiyi bu yolla atmak istediğini açıkça dile getiriyor. Futbol gibi kitlesel ve popüler bir araç, iyiliği yaymak ve kötülükten men etmek için kullanılabilirdi elbette. Ancak meselâ siyâsî bir araç olarak Sağcıları Sol’a karşı yahut Solcuları Sağ’a karşı ikna edip ortak yolu bulmak adına kullanılmadı. Siyasetten anlamayan, zaten bu konularla hiç ilgisi olmayan şuursuz kalabalıkları bir anda siyâsî aktör(!), daha doğrusu kullanışlı birer aparat hâline getirip sokağa dökmek üzere zemin hazırlayıcısı olarak dizginlenmiş. Futbol taraftarlarının siyasetle ilgilenmeleri de gerekli değil bu kapasiteye göre.
Bugüne kadar anlamadıkları ve zaten hiçbir zaman anlamayacakları ekonomik, diplomatik ve teknik sorunlar yumağı karşısında bu insanlara, “Dünyayı değiştirebilirsin, mesele sadece futbol değil, haydi gel!” diyorsunuz ve olanlar oluyor. Gezi Parkı Olayları sırasında sosyal medyada yazılanları hatırlayın; “Bugün ölmek için çok güzel bir gün”, o günkü özel cümlelerdendi meselâ.
Az çok tarih ve siyaset bilen orta derecede kültürlü herkesin bildiği gibi, apolitik üç beş gencin ölmesi hiçbir ülkeyi kurtarmadı da, kurtarmayacak da... Ama bu yalan, “güzel” bir yalandır. Dinî, geleneksel ve yöresel bağlarını koparmış, geçmişinden utanan, geleceğinden korkan ve yoksul bırakılmış kitlelere, “Şimdi, burada ölmelisin! İnan, kahraman olacaksın!” diyorsunuz ve onlar da ölüyorlar. Sonra hükümeti, devleti, polisi suçlayıp yangını büyütüyorlar.
Diktatoryanın futbolu
Ramazan Kadirov, Rus paraşütüyle Çeçenistan’ın tepesine indiğinden beri futbolu hükmettiği özerk bölgede bir afyon olarak kullanıyor. 2011’de 30 bin kişilik stadyumun açılışı için ünlü oyuncularla bir gala maçı düzenledi Kadirov. Maradona, Figo, Rai, Barthez, Amoros, Boghossian, Baresi, McManaman, Fowler gibi isimler dahi vardı.
Ya da İtalyan diktatör Mussolini, ulusal futbol takımına “millî dava askerleri” rütbesini vermişti. Evet, İtalya’da futbol dahi millî bir mücadele mekanizması olarak görülürken, Nazi Almanya’sında ise mevcut politikalardan doğrudan nasibi almıştı. Öyle ya, işçi sendikaları ve Solcu derneklerin futbol kulüpleri kapatılmış, kulüplerin Yahudi futbolcu oynatmaları yasaklanmıştı.
İspanya’daki Franco idaresi, Real Madrid kulübünü propaganda aracı olarak kullanmıştı. Sovyet Rusya’da futbol hayatı, devlet kurumlarıyla denetime alınmıştı; Kızıl Ordu CSKA (CSKA Moskova, CSKA Kiev), KGB Dynamo (Dinamo Erevan, Dinamo Tiflis), Tarım Kooperatifleri Spartak (Spartak Moskova, Spartak Vilnius), Demir Yolları Lokomotif (Lokomotif Almatı, Lokomotif Moskow) gibi…
Yine Sovyet Rusya’da tutulan takım, siyâsî tercihi (fraksiyonu) ifade ederdi. “Rus Pele” Streltsov, Torpedo Moskova’dan CSKA’ya transfer olmayı reddedince 7 yıl boyunca çalışma kampında cezalandırılmıştı. Spartak Moskova’nın kurucusu Nicolai Starostin de NKVD ve Dinamo Moskova Başkanı Beria’ya kafa tutunca aynı sona yakalanmıştı.
İlaç olmalıyken uyuşturucu olan futbol
Futbolun kardeşlik ve halklar arası dostluğa hizmet ettiği söylenir. Böyleydi, ancak koca bir yalan oldu. İnsanlardaki aidiyet fikrini yoğunlaştırıp manipüle eden yeni çağda 90 dakikalık bir mücadeleye gerginlik ve propaganda kültürü sıkıştırıldı. Taraftar, siyâsî meseleleri tahlil etmek yerine daima “kazanan-kaybeden” perspektifinden bakar oldu. Keza stadyumda toplanan yüz binlerin içinde olmanın doğurduğu bir anonimlik hissi vardır ve oturduğu mahallede yahut aile toplantılarında, iş yerinde asla yapmayacağı söylem ve eylemleri kitle psikolojisiyle herhangi bir kimse, içinde bulunduğu stadyumda yapabilir. Çünkü o artık herkestir ve hiç kimsedir. Fanatik futbol taraftarı, bu anlamda artık insanlıktan istifa etmiştir. Sırf farklı renkleri destekliyor diye tanımadığı insanların değerlerine hakaret etmekte, hatta silahlı veya silahsız araçlarla “düşman” gördüğü rakiplerine zarar vermekten kaçınmamaktadır.
Son tahlilde futbol, ölçüsünden çıkarılarak aklı ve zekâyı devre dışı bırakan bir manipülasyon reflektörü oldurulmuştur. Sohbet, muhabbet, pazarlık, taviz veya hoşgörüye yer bırakmayan bir skor, kazanan ve kaybedeni ilân eder durumdadır. Futbolun insanları insanlıktan çıkarma sebebi de bu denli basit bir neden hâline gelmiştir. Faşist ve saldırgan kişiliksizlerin futbol statlarını “fanatik veya holigan” sıfatları altında tercih etmeleri tesadüf değildir. Burada bir örnek verelim: 1939’da Filistin’e ait topraklarda David Horn tarafından kurulan Betar Jerusalem Kulübü… Horn, aynı zamanda Vladimir Jabotinsky ve Joseph Trumpeldor’dan esinlenen fanatik bir Siyonist partinin yerel temsilcisiydi. Bugün de Betar takımının taraftarları, Siyonist İsrail’de bulunan sözde siyâsî partilerden Likud’un da seçmenleridir.
İngiltere’nin dinî cemaatleri de bunun gibi birçok futbol kulübünün kurulmasında öncü olmuşlardır. Öyle ki, 1880’lerde her dört futbol kulübünden biri dinî bir cemaate aittir. Kilise kökenli İngiliz kulüpleri arasında Aston Villa, Bolton Wanderers ve Everton gibi çok prestijli takımları sayabiliriz. Bu anlamda Kuzey İrlanda gerginliği de Ada futboluna yansımıştır. Kuzey İrlanda’da Belfast’ın ana kulübü olan Linfield FC, sadece Protestan oyuncuları bünyesine almıştır.
Futbolun alet edildiği dinî çatışmaların en acılarından biri de 1994’teki Loughin Island Katliamı’dır. Protestan fanatiklerin l’Ulster Volunteer Force grubundan militan holiganlar, İrlanda ile İtalya arasındaki 1994 Dünya Kupası maçının naklen yayınlandığı bir bara saldırarak 6 Katoliği öldürmüştür.
Ya da Beyaz adamın futbolunda Zenciye, Türk’e, Müslümana yani ona göre “ötekilere” yer yoktur. İngiliz Millî Takımı’na seçilen Zenciler sürekli ölüm tehdidi alırlar ve ırkçı şarkılar eşliğinde oynamak zorunda bırakılırlar. Belki bir kabulü gerçek kılabilmek için öne sürülen çabalar, bu tür vandallıklarla boşa çıkar. Sahadaki sporcu, bu tür holiganlar için sonunda arenada ölmesi gereken gladyatörlerden farksızdır. Ne acı ki, statların isimleri bu mânâda son yıllarda “arena” ismiyle anılır da olmuştur. Sözde tutku, bu tür bir faşizmin altında savaş tamtamıyla yarışır hâldedir.
“Everton Beyazdır” gibi şarkılar, 1980’lere kadar İngiliz statlarından eksik olmamıştır. Ya da Afrika’nın çeşitli ülkelerinden ve Brezilya’dan gelen oyuncuların artmasıyla Avrupalı futbol taraftarlarının ırkçılığı daha da görünür olmuştur. Maç sırasında maymun çığlıkları veya sahaya muz atmalar bu tavrın örneğidir. Peki, bu ırkçılık sadece kendini bilmez bir zümreye mi hastır, yoksa futbol kulüplerinin yönetimlerine kadar sirayet etmiş bir necaset midir? İsterseniz Karim Benzema ve Mesut Özil gibi oyunculara yapılan haksızlıklara bir göz atın ve kendiniz karar verin…
Futboldaki ırkçılık, oyuncular arasında da yaygınlaştı. Meselâ bir gerginlik anında Luis Suarez’in Patrice Evra’ya aşağılayıcı bir ifade olarak “Negro” diye hitabı, buna basit bir örnektir.
Dünyadaki siyâsî partiler de futbol seyircilerini kendi amaçları için kullanır hâldedirler. Bunu en açık şekilde yapanlar ırkçı partiler olmuştur. Özellikle “holigan” dediğimiz fanatiklerin ırkçı partilerce kullanılması çok kolay ve hızlı sonuçlar doğurmuştur. Bu noktada o kadar zemin açmışlardır ki, 1985’te Heysel (Belçika) ve 1989’da Hillsborough (İngiltere) felâketleri yaşanmıştır. İlkinde 39, ikincisinde ise 96 insan ölmüştür. Tabiî bu faciaların ardındaki siyasetçiler derhâl perde arkasına çekilmişlerdir.
Futbolun siyâsî plânda bir başka kullanım alanı da “üst aklın” onayladığı darbe, işgal, popüler ismiyle “nation re-building” projelerinin halka kabul ettirilmesidir. Birleş(tiril)miş Almanya’nın 1990 Dünya Kupası’nı, ABD’nin “özgürleştirdiği” Irak’ın 2007 Asya Kupası’nı kazanması buna örnektir. Fakat...
Fakat daha acayibi, FIFA’nın darbeci diktatör Pinochet’ye yaptığı kıyaktır. 1974 FIFA Dünya Kupası için yapılan eleme maçında Sovyetler Birliği, Pinochet’in lideri olduğu Şili ile karşılaşacaktı. Karşılaşma, Pinochet’in gerçekleştirdiği darbe nedeniyle ertelendi. Darbeci General Pinochet, Şili’nin başkenti Santiago’daki Ulusal Stad’ı işkence ve idam merkezi olarak kullanıyordu. Sovyetler Birliği, maçın Şili’deki başka bir stadyumda oynanmasını istedi. FIFA ise bu isteği reddetti. Bunun üzerine Ruslar maça çıkmadı ve Şili, boş statta göstermelik bir gol atarak hükmen galip olarak 1974 Dünya Kupası finallerine gitti.
Şili ve Pinochet’ten bahsedip de ünlü futbolcu Carlos Caszely’yi unutmak olmaz. Millî Takım 1974 Dünya Kupası’na uğurlanırken, Caszely, Pinochet’e selâm vermedi. Görüntüler anında dünyaya yayıldı ve ceza olarak Caszely’nin annesi, Pinochet’in işkence tezgâhına gönderildi.
Burada önemli olan, diktatörün acımasızlığı değil, futbol yoluyla verilen mesajın ağırlığı. Zira Şili Anayasası, darbe hükümetinin ömrünü uzatacak bir referandum öngörüyordu fakat Caszely’in, “Hayır” oyu verenlerden biri olarak referandumun “Hayırcılar” tarafından kazanılmasında payı büyüktü.
***
Ve elbette temizlik şart. Futbol için dahi, temizlik imandandır. Futbolun üzerindeki tozu ve o tozun asıl karanlığı gizlediğini fark etmeliyiz. “Bizim çocuk secdeye kapanıyor” kolaycılığına sığınamayız. Ey Müslüman! Belki ferdî plânda samimi ama harekete değil, yapıya bak. Futbol, artık sıradan bir spor değil, kitlelerin zihinlerini yönlendiren bir afyona dönüştü. Hakkın sesi bastırılırken, statlarda yükselen yalan sloganlara aldanmamalı.
Buraya kadar Türkiye’den tek bir örnek verdik. 1960 Darbesi sonrası Beşiktaş ile Galatasaray arasında oynatılan Cemal Gürsel Kupası ve yine 1980 Darbesi sonrası Ankaragücü’nün dönemin Süper Ligi’ne (Birinci Lig) yükseltilmesi gibi misallere başvurmadık bile. Son dönemde “Futbola siyaset karıştırmayın” diyenlerin sesi oldukça gür. Ancak darbe dönemlerini ve darbe girişimlerinde yönlendirilen kitleleri bu tipler unutmuş gibiler. Şimdi o sözü söyleyenler, çaylarından bir yudum daha alıp arkalarına yaslanarak okumaya devam etsinler…
Başta da dediğimiz gibi, dünyanın her yerinde kurtuluş savaşları, darbe ve komutan isimleri verilmiş statlara. Zulümleri, soykırımları, bazen de şehitleri (martyr) “ölümsüzleştirmek” için kullanılmış bu isimler. İngiltere’deki statlarda en aktif taraftarların bulunduğu tribüne neden “kop” dendiğini hiç duydunuz mu meselâ? 24 Haziran 1900’de, Güney Afrika’daki Hollandalı göçmenler ile İngilizler arasında yapılan “Spion Kop” (Casus Tepesi) Savaşı…
Bolivya’daki Club Bolivar gibi, Beyazların yerli halkı sömürdüğü ülkelerde kulüp isimleri siyâsî birer işarettir. Takımınız kolonyalist yani mandacı mı, yoksa bağımsızlıkçı mı olduğunuzu gösterir.
Biraz da diplomasinin ve savaşların statları nasıl işgal ettiğine bakalım. Öyle ya, ulusal sınırların değişmesi futbolu, futbolcuları ve şampiyonaları sizce nasıl etkiliyor?
Siyonizmin futbola etkisi
İsrail’in Filistin’i işgal etmesi, spor müsabakalarını da etkilemişti. 1974’ten beri Arap ülkelerinin İsraillilere karşı oynamayı reddetmesi nedeniyle İsrail herhangi bir konfederasyona bağlı değildi. Bunun üzerine İsrail önce 1989’da Okyanusya bölgesine, 1994’te de Avrupa bölgesine entegre edildi ve uluslararası meşruiyet alanlarından birinde zemin bulabildi.
Başka bir örnek olarak CD Palestino’nun 2014 sezonu forması, İsrail işgalinden önceki Filistin’in bir kısmının haritasını temsil eden “1” sayısıydı. Bu forma Şili Futbol Federasyonu tarafından yasaklandı. “Futbola siyaset karıştırmayın” sözü ne kadar anlamsız, değil mi?
2017’de Yunan Panionios, 2017-2018 Avrupa Ligi’nde İsrailli Maccabi Tel Aviv’le karşılaştı. Rövanş maçında Yunan kulübünde İranlı M. Shojaei (kaptan) ve Ehsan Hajsafi oynuyordu. Ancak İran İsrail’i tanımadığı için, iki oyuncunun İran Millî Takımı’na girmesi ömür boyu yasaklandı.
Haziran 2018’de Arjantin ve İsrail arasında bir dostluk maçı yapılacaktı. Hayfa’da plânlanan maç, son anda Kudüs’e taşındı. Tam da Trump’ın ABD Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşımaya karar verdiği sırada… Filistin Futbol Federasyonu Başkanı Jibril Rajoub, maçın siyaset için sömürülmesini kınayarak iptalini istedi. Rajoub, tarafları Arjantinli Messi’nin formalarının yakılacağı bir protesto ile tehdit etti. Tepkilerden korkan İsrail, maçı iptal etti.
Son olarak özel bir örnek: Dağlık Karabağ’daki Agdam’da kurulmuş olan Azerbaycan Türklerinin futbol kulübü Qarabağ FK, toprakların Ermenistan tarafından işgal edilmesi ve halkın göçe zorlanması nedeniyle Bakü’de müsabakalarına çıkıyordu.
Futbol sadece futbol mu?
Küreselleşme, jeopolitikte merkezî bir unsur teşkil eder ve futbol bunun ayrılmaz bir parçası oldu. Futbol, küresel birleşmeyi, hem de ulusal bölünmeyi kuvvetlendiren özel bir etkiye sahip oldu.
İnsan hakları ihlâlleri ile ismi lekelenen Suudi Arabistan ve Çin’in futbola giderek daha çok yatırım yapması sizce tesadüf mü? Futbol şampiyonalarına ev sahipliği yapmanın yanında kupalar kazanmak, ülkelerin ve liderlerin imajını parlatıyor.
Elbette futbolun siyasete alet edilmesinin sebebi, tek başına kötü niyetli siyasetçiler değil. Zira kötü niyetli siyasetçinin futbolu kullanabilmesi için bir de kullanışlı ahmaklar kitlesi var olmalıdır. Kimdir bunlar? Futbolcuların peşinden giden, tuttuğu takım için para ve zaman harcayan, maç kaybedince kendisine ve çevresine zarar veren, şiddet meyilli taraftarlar güruhu…
Kaldı ki sadece kaybetme zamanlarını kullanmak değil, aynı sistem, futbolun “zafer” anlarını da siyâsî ve askerî propaganda sömürüsü için kullanır. Zira çok müsaittir. Zor bir gol veya imkânsız görünen bir kaleci kurtarışı, ulusun birlik hâlinde verdiği mücadelelere remiz dahi olabilir.
Türkiye dâhil, her ülkede futbol haberleri şiddet diliyle ve askerî jargon ile verilir: “Ezdi geçti”, “Topa tuttu”, “Avladı”, “Fethetti”… Takım kaptanlarına ve teknik direktörlere “imparator, general, kurmay” demek de yine bu minvaldedir. Bu işi güdense elbette medyadır.
Uluslararası münasebetlerde de futbol çokça kullanılır. Hatta “futbol diplomasisi” şeklindeki kavram sık sık kullanılır oldu. Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ermenistan’da maç seyretmeye gitmesi, Kuzey ve Güney Kore’nin benzeri girişimleri buna örnek olarak gösterilebilir. Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın Macar milliyetçiliğini uyandırmak için futbolu kullanması, Katalonya’daki bağımsızlık gösterilerinde Barcelona Futbol Kulübü’nün en önde yürümesi tesadüf değildir. Yine Katalonya’da seyircilerin “Katalonya İspanya değildir” yazan pankartlar taşıması ve bu pankartların İspanyolca değil de İngilizce yazılmış olması ise ayrıca düşündürücüdür.
Yani futbol siyasetten ayrılamamıştır, ayrılamaz görünmektedir. Ve futbol, küresel menzilli siyâsî mesaj vermek için en güçlü zeminlerden biridir.
Rusya’nın futbol oligarkları
Ya Rusya’yı bu dosyada işlemeyelim mi?
Son olarak Ukrayna ile girdiği savaşla birlikte tüm spor aktivitelerinden dışlandığı gibi FIFA ve UEFA’nın bütün futbol organizasyonlarından da çıkarılan Rusya, oligarkları üzerinden Avrupa’da futbolu nasıl da yükseltmişti.
Ruslar ve Almanlar, Doğu Avrupa’yı Almanya’ya bağlayan Kuzey Akımı Doğalgaz Boru Hattı için çalışırken, Gazprom pek sevilen Schalke 04 Kulübü’nün cömert sponsoru olmuştu. Sırbistan’da da aynı mantık kendisini göstermiş ev Güney Akımı sırasında Gazprom, Belgrad’ın Kızılyıldız Kulübü’nü destek vermişti.
Aynı Gazprom neden Putin ve Medvedev’in şehri olan Saint-Petersbourg’un takımı Zenit Futbol Kulübü’nü almıştı meselâ? Evet, o bir devlet-halk kucaklaşması mesajıydı. Rus futbolunun Moskova ile sınırlı olmadığını kanıtlama isteği de vardı. Yani Spartak, Dinamo (polis) ve CSKA’dan (ordu) farklı olarak… Diğer yanda Chelsea’yi Rus oligark Abromoviç’in satın alması başka bir girişimin özetiydi. Kısacası, siyâsî güçlerin ekonomik güç odaklarından ayrılması nasıl imkânsız ise, geniş halk kitlelerini çeken futbol kulüplerinin ve futbolcuların da siyâsî güç mücadelesi dışında kalması aynı derecede imkânsızlaştı.
Doksanıncı dakikaya yaklaşırken…
Clausewitz, “Savaş siyasetin alternatifi değil, başka araçlarla devamıdır” demişti. İnsanlığın kapitalizm ile kimliksizleştiği 21’nci yüzyılda futbol da siyasetin farklı araçlarıyla sürdürdüğü bir devamı oldu böylece. Kapitalizm; dinî, yöresel ve etnik kimliklerin üzerinden silindirle geçmek istediğinde futbolu da kullanıyor. Mahallelerde ve futbolla anılan şehirlerde madde bağımlılığından, fuhşiyattan, kötü alışkanlıklardan sıyırmak ve terbiye/disiplin kazandırmak için üzerine türlü kurgular yapılan futbolun insanları keyifli bir birlik şuuruna yönlendirdiği doğru. Ancak kötü niyetliler ve bu kötü niyetlilere uyma potansiyeli taşıyanların hâl-i pürmelâli ise ortada. Genel manzaraya bakınca her şey bir kandırmaca. Hatta aynı takımın taraftarları dahi kapitalizmin insan kemirişi nedeniyle birbirini sevmiyor. Oysa futbol gibi her oyunun, her eylemin, her hayırla başlanan işin özünde sevgi olmalı değil mi?
Futbol, görünürde artık bölüyor, birbirine düşman ediyor. Endonezya, İrlanda, İspanya, İtalya, Ukrayna ve daha pek çok ülkede futbol, ayrılıkçı akımların ve terörizmin kuluçkası. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ise futbol statlarının zemini.
Yugoslavya’da halkların birbirini gırtlakladığı ve dağılma sürecine girdiği ortamda, Bosna’da apaçık bir soykırıma dönüşen bu bölünme, “basit bir futbol maçı” ile başlatılmıştı. Bölücülüğün ve ırkçılığın ustaları, futbolu ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir ortama dönüştürdüler. Bu işin cambazları, en aşağılık emellerin bile futbol yolu ile kolayca kitleselleştirilebileceğinin farkında. Çünkü futbol, bugün ortalama 30 IQ’ya hitap eden, sadece sloganlarla izlenen, fikre ve aklıselime dair kırıntının olmadığı bir gösteriye dönüştü. Kitleleri “gazlamanın” ve kullanmanın en kolay yolu oldu. Futbolun “millî dâvâ” dediği her ne varsa, bugün her biri içi boşaltılmış, araçlaştırılmış ve istismara uygun hâle gelmiş semboller. Baronların işine ne geliyorsa…
Baronlar için her şey, başka amaçlara ulaşmak için araç hâline getirilerek aşağılanabilir. Millî sembollerin futbol kadar ayaklar altına alındığı, bu kadar hakarete uğradığı ikinci bir alan bulmak zor. Buradan bakınca futbol, kesinlikle sadece bir oyun değil, siyâsî bir olgu. Ancak Türkiye Cumhuriyeti tarihi de şahit ki, bu oyunun iyiliğe, dostluğa, birliğe hizmet ettiği vakidir.
Son: Yeşil sahaların kara perdesi
Futbolun masumiyeti üzerine bir yanılsamadan da söz açalım tabiî. İlk bakışta sadece bir topun peşinde koşan 22 adamdan ibaret gibi görünür gözlerimize. Oysa asıl mesele, topun peşinden koşanlar değil, topun döndüğü düzlemdir. Zira bugün futbol artık devasa bir sistemin kod adı.
Ayrıca özelde Müslüman olarak, meseleye sadece “Şort dizin üstünde mi, altında mı kalıyor?” çerçevesinde yaklaşmak, topun sadece çizgiler içinde oynandığını sanmak gibi. Hâlbuki itikadî bakımdan iş çoktan çizgiyi aşmış. Sınırları, ahlâkı, merhameti, adaleti çiğneyerek dönen devasa bir çarka dönüşmüş bu oyun. Sadece kazanmak isteği, kumar, bahis ve şike gibi türlü kötülükle anılır olmuş.
Bugün milyarlarca doların döndüğü bahis sistemleriyle, kara para aklama ağlarıyla, medya devlerinin reklâm pastalarıyla futbol, artık insanları stadyumlarda değil, zihinlerinde esir almaktadır. Ve bu esaretin rengi kimi zaman kırmızı kart kadar sert, kimi zaman dolar kadar parlaktır.
Yahut başka bir yönüyle algıya teslim olmak söz konusudur. Maçtaki gol sonrası bir oyuncu secdeye kapanır diyelim… Ya da kulaklığıyla Kur’ân dinleyen bir futbolcu vardır sosyal medya mecralarında... Yahut Gazze pankartları dalgalanır statlarda dalga dalga… Bir anda milyonlar, futbolu bir masumiyet binası sanır. Oysa aynı medya, stada “futbol mabedi” gibi iğrenç bir isim dahi vermiştir. Ancak acımak hissiyle ikna edilir kitleler. Sanki her şey bir anda helâlleşmiştir. Sanki o secde, sahadaki bütün kapitalist kumpasların üzerini örtmüştür birdenbire. Ama hayır! Bir secdeyle sistem aklanmaz. Bir pankartla zulüm örtülmez. Kur’ân dinleyen bir futbolcuyla devasa kirli organizasyon temize çekilemez.
Bu gerçekleri görmek ve düşünmek gerek. Ve elbette temizlik şart. Futbol için dahi, temizlik imandandır. Futbolun üzerindeki tozu ve o tozun asıl karanlığı gizlediğini fark etmeliyiz. “Bizim çocuk secdeye kapanıyor” kolaycılığına sığınamayız.
Ey Müslüman! Belki ferdî plânda samimi ama harekete değil, yapıya bak. Futbol, artık sıradan bir spor değil, kitlelerin zihinlerini yönlendiren bir afyona dönüştü. Hakkın sesi bastırılırken, statlarda yükselen yalan sloganlara aldanmamalı.
Ve unutmamalı… Bugün futbol, dev medya tekellerinin oyuncağı ve ekonomik krizleri unutturan zalim sistemlerin etkin bir “uyutma aracı”. İşin en trajik tarafı da şu: Filistin’de bir çocuk taş attığı için beynine kurşun yerken, Avrupa’da bir futbolcu topa vurdu diye milyonlar kazanıyor. Adaletin öldüğü dünyada, hâlâ “Ama bizimki dua etti” diye sevinemezsin.
Kardeşim, sistemin gözüne bir secdeyle perde çekemezsin! Önce hakikati gör! Hakikat şu ki, oyundan çok bir tuzak var. Ve bu tuzağı süsleyenler arasında birkaç mütedeyyin figürün olması, onu asla meşru kılmaz.
“Savaş siyasetin alternatifi değil, başka araçlarla devamıdır” diyen Clausewitz çok haklı değil mi?
Son tahlilde futbol zekâyı ve aklı devre dışı bırakır… Yaşadık… Yaşıyoruz…