Platon ve Huxley arasında modern dünya

Cesur Yeni Dünya ve Devlet’in insanının bireysel özgürlüğünden bahsedilmesi mümkün değildir. “‘Sonuçta birey nedir ki?’ diye söze girer Yeni Dünya’nın kahramanı, ‘Kolayca yeni bir birey üretebiliriz. Uyumsuzluk, doğrudan toplumun kendisi için bir tehlike oluşturur’.”

“‘BURASI da’ dedi müdür kapıyı açarak, ‘Dölleme odası’…”

Yukarıdaki cümle, Aldous Huxley’in çok ses getiren distopyası Cesur Yeni Dünya’nın ilk sayfasından alındı. Çok da uzak olmayan bir geçmişte, 1932’de yazılan bu kitap, şişelenmiş bebeklerin, serbest ilişkinin, şartlandırılmış insanların ve dahası günümüz için çok da uzak olmayan pek çok “aykırı fikrin” yer aldığı, tüm bunlarla mutlak bir toplumsal itaatin hedeflendiği bir eser olarak karşımıza çıkıyor.

Huxley’i anlamlandırmaya çalışanlar, onun, dönemindeki ahlâkî çöküntülerden etkilendiğinden ve distopyasında insanlığın gelecekte neler yaşayabileceğine dair çeşitli öngörüler beslediğinden söz eder. Bireysel yaşamda gözlemlenen ve içinde yetişilen çevre, seyahat edilen şehir ve ülkeler, okunulan kitap ve yayımlar gibi pek çok etkenin yazarların hayata ve eserlerine yansıyan bakış açısını inşâ ettiğini biliyoruz. Her ne olursa olsun, yazarları, içinden geldikleri toplumsal ve kültürel kodlarından arındırmak mümkün değildir. Özellikle Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı için bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Platon, dünyada en önemli yapıtlar arasında kendisine yer edinmiş Devlet’i yazdığında tarih Milât öncesi 340’ı gösteriyordu. Hocası Sokrates’i konuşturduğu bu eserde, insan karakteri kadar devlet şekli olduğundan bahsederken, aslında savunusu, insanların tek tipleştirilmiş olması ihtimâlinde sınıflı toplumun ideal bir devlet modeli ortaya koyabileceğiydi. Tıpkı Huxley’in distopyasında yer alan Epsilon, Alfa, Gama ve daha nice insan modellemeleri gibi. Mutlak itaat ve istikrara yapılan vurgu, Huxley’in sayfalarında şöyle yer ediniyordu kendisine: “Aynı zamanda yazgılarını belirleyip şartlandırıyoruz. Bebeklerimizi şişeden sosyalleşmiş insanlar olarak çıkarıyoruz. Alfalar ya da Epsilonlar olarak, geleceğin kanalizasyon işçileri ya da geleceğin Kuluçka Merkezi Müdürleri olarak…”

“Ütopya” kelimesi köken olarak Yunanca "yok/olmayan" anlamındaki “ou” ve "yer/toprak/ülke" anlamındaki “topos” sözcüklerinden türemiştir. Bu hâliyle kelimenin “sağlıklı yahut güzel yer” anlamına geldiği anlaşılmaktadır. Netice itibariyle ütopyalarda güzellik ve barış hâkimdir. Platon’un Devlet’i ütopya türünde bir eserdir ve Sokrates’in diyalogları “olması gereken” devlet modeli üzerine şekillenmektedir. İdeal devletin kurulması için öncelikle insanın sınıflandırılması, herkesin kendi yerini bilmesi ve yalnızca kendi işini yapması beklenmektedir. Bu hâlde işçi, bekçi ve yönetici olarak üç gruba ayrılan toplumda yönetici kesimin belirlenmesi ve eğitimi için katı kurallar sunulmaktadır. 20’nci yüzyıl modern dünyasına geldiğimizde bu düşünce iki cümle ile özetlenecektir sayfalarda: “Bu da mutluluk ve erdemin sırrıdır; yapmak zorunda olduğun şeyleri sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: İnsanlara kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.”      

Ütopya yahut distopya olsun, edebiyatta, medyada ve dünya çapındaki kuruluşların söylemlerinde insan cinsinin henüz dünyaya gelmeden evvel yapay şekillerde şartlandırılması bahsi sürekli gündeme gelmektedir. Günümüzde modern laboratuvarlarda gen üzerinde yapılan oynamalar, DNA aktarımları ve insan ırkı üzerinde gerçekleştirilen suni çalışmalar gözetildiğinde distopyasal kurgunun günümüze çok uzak olmadığı anlaşılmaktadır.

Cesur Yeni Dünya ve Devlet’in insanının bireysel özgürlüğünden bahsedilmesi mümkün değildir. “‘Sonuçta birey nedir ki?’ diye söze girer Yeni Dünya’nın kahramanı, ‘Kolayca yeni bir birey üretebiliriz. Uyumsuzluk, doğrudan toplumun kendisi için bir tehlike oluşturur’.”

Tam bu noktada Antik Yunan’ı babası olarak kabul eden Batı toplumunun özgürlük algısında tarih içerisinde bir değişiklik olmadığı açıkça görülecektir. Günümüzün modern ve post-modern edebiyatında en çok okunan kitaplar listesinin ilk sırasına yerleşmiş G. Orwell’in “1984” ve W. Golding’in “Sineklerin Tanrısı” gibi kitaplar gözetildiğinde, devlet kurumunun insan teki üzerindeki yutucu tavrı ve bireysel hürriyetin bu noktada buharlaşması Batı’da yer alan özgürlük algısını açıkça ortaya koymaktadır.

Günümüzde insanlar arasındaki farklılıkların ve bu farka karşı yaşanan tepkimenin devlet kurumuna zarar verdiği algısı dünden bugüne her zaman yaşanagelmiştir. Huxley, kahramanının ağzından şöyle özetler meseleyi: “Toplum, özdeşlik, istikrar. Muhteşem sözcükler. Sonsuz bir biçimde bukanovskileşrebilseydik, bütün sorun çözülürdü.”

Bu noktada “bukanovski işleminin” tek tip insan yaratma istem ve işlemi olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? Bireyin kendinden olmayana, kendisi gibi görünmeyene, yaşamayana, tüketmeyene karşı gösterdiği tepkiselliğin toplumsal bir kargaşaya yol açması hâli yazarları başkaldırmayan, değişimden yana olmayan ve kontrollü şekilde üretilen insan tiplemeleri kurgulamalarına sebep olmuştur. Mustafa Mond, “Değişim, istikrar için bir tehdit unsurudur” der ve tek cümle ile özetlemiş gibidir yeni dünya algısını.

İnsanın yaratılış hikâyesi düşünüldüğünde, tabiatında barındırdığı birbirinden farklı davranış ve duygulanım şekilleri dünya üzerinde ona has kılınmış güzellikler olmasına karşın, yeni dünya düzeninin dinsiz kahramanları tüm bunları tehdit olarak algılamaktadır. Verilen bu tepkimenin Huxley’in “Bir zamanlar Tanrı vardı” cümlesi ile bağlantısı inkâr edilemez biçimde göz önünde durmaktadır. O, Marquez’in çok satan romanı Yüzyıllık Yalnızlık’ın karakteri Buendo Ailesinin yaptığını yapmaktan geri durur ve şehrin ortasına “Tanrı vardır” tabelasını asmaktansa suçu uygarlığın üzerine atar uygarlık illeti insan eliyle gerçekleştirilen bir düzen silsilesi değilmişçesine…

Platon ve Sokrates’in ideal devlet tasavvurunda başta gelen bir diğer fikrin “Herkes herkes içindir” sloganının yaşadığımız yüzyılda bir fikir olmaktan ziyade hayata geçirilen bir deneyim olduğu fikrine katılmaktan kim imtina edebilir? Felsefenin kurucusu sayılan Sokrates’in diyaloglarına baktığımızda, ideal devlette var olan kesimlerde uygulanması gereken kuralın yukarıda yer alan slogan olduğu açıkça savunulmakta ve şu sözlerle ifade edilmektedir: “Bekçilerimizin kadınları hepsinin arasında ortak olacak, hiçbiri hiçbir erkekle ayrı oturmayacak. Çocuklar da ortak olacak. Baba oğlunu, oğul babasını bilmeyecek.”

Bir toplum ve devlet ideali ele alındığında işe “aile kurumundan” başlamak alışılmadık bir durum değildir. Platon’un ütopyası da bu temel üzerine konuşlandırılmıştır. Nitekim Huxley’in distopyasında da aynı duruma rastlarız. Onun yeni dünyasında yer alan kahramanlar “anne” sözcüğünü kullanmaz, müstehcen bir ifade sayarlar, evlilik bahsi geçmez, tek kişi ile yaşanan ilişkiler kabul görmez, cinsel ilişkinin zorunlu kabul edilmesine karşın doğurganlığın devlet tekelinde olmasına özen gösterilir. Bu sebeple şişelenmiş bebeklerin bir kısmı kısırlaştırılır, doğum kontrol alıştırmaları zorunludur.

Nihayetinde yine Platon ve Huxley aynı noktada karşılaşır: “Bizim işimiz şu anda nüfusu sabitleştirmektedir” der yeni dünyanın müdürü ve Platon, Devlet’inde ekler sıklıkla: “Evlenmelerin sayısını da devlet adamları kestirecek. Öyle ki, devlet toplumun azalmasını da önleyecek, çoğalmasını da.”

Her iki farklı dünyada da “Herkes herkes içindir” ancak nüfusun seyri devlet tekelinde kalmaktadır.

Huxley’in son zamanların en çok okunan kitabı Cesur Yeni Dünya’da savunduğu fikirlerin atasının Platon’un Devlet’i olduğunu biliyoruz. Aradan geçen yüzyıllara rağmen “Devlet”, günümüz yazarlarına ilham olmaya devam ediyor. Yeni dünyanın cesur insanı, geçmişte ortaya atılmış fikirlerin tohumlarını ağaç olma yolunda ilerletirken, modernliğin kucağında kendi durduğu dalı kestiğinin ne kadar farkında? Bugünün “özgürlük savaşçısı” Batı dünyasının kendine çizdiği yol, yukarıda bahsi geçen ideal devlet ve istikrar fikri göz önüne alındığında ne kadar geçerli ve birbiriyle uyumlu hâlde ilerliyor olabilir?

İlâhsızlar dünyasının kendisini “tanrı” bellemiş insanları kendi yaşam standartlarını yaratma uğruna var olan tüm düzeni altüst ederlerken, yaratılışın, ölümün ve insanlar arası ilişkinin ahlâkî kodlarını ütopya ve distopyasal kurgu ile bozarken, İslâm’da korunması gereken değerler içerisinde başta gelen “nesil” fikrinin de temelden sarsıldığını fark etmekte gecikmiş sayılabilir miyiz?

İnsanoğlunu zihnî, kalbî ve bedensel anlamda geleceğin dünyasına hazırlamaya en elverişli sanat dalı olan edebiyatın şişelenmiş bebekler, serbest ilişki ve istikrar fikri ile aynı düzlemde ele alınarak işlenmesi hususu, Huxley’in 1932’de BBC’ye verdiği röportajda fikren Platon tarafından ortaya atılan öjeniğin ideal dünya ve devlet için kullanılması gereken bir kontrol yönetimi olduğunu savunması ve cümlesini “Düzenin her türlüsü kaostan yeğdir” diye bitirmesi düşünüldüğünde, kurgunun gerçek hayata aksi kesinlik kazanmaktadır.

Tüm bunlar gözetildiğinde, geçmişten günümüze değin insandan insana ve eserden esere aktarılan yukarıda yer alan görüşlerin realiteye dökümü insanoğlu için çok uzak bir gelecek vaad etmemektedir. Son noktada Tekvir Sûresi’nin 26’ncı ayeti yalnızca biz Müslümanlara değil, tüm insanlığa seslenmektedir: “(Hâl böyle iken) nereye gidiyorsunuz?”