Plânlanmış kaoslara nasıl karşı koyabiliriz?

Sanki bizler güzel şeylerin olmadığı bir toplumda, umutsuz bir coğrafyada, kendine ve birbirine saygısı olmayan bireyler olarak yaşıyoruz. Birileri bize sürekli bir şekilde bu duyguları empoze ediyorlar. Ama bizler birey olarak, aile olarak, mahalle olarak, iş çevresi ve sosyal gruplar olarak içimizdeki güce inanmalı ve birbirimizi geleceğe dair, yarına dair umutlu olmaya sevk etmeliyiz. Kendimize ve çevremize pozitif bakış aşılamayı sürekli bir şekilde telkin etmeliyiz.

UMUT, özgüven ve kolektif çalışma kültürü, geleceği belirleyen en önemli dinamiktir. En güçlü saldırılara karşı koyabilecek en güçlü savunma sistemi, geleceğe inançla sarılmak ve umutla çalışmaktır. Tarih, determinist bir anlayışla, kurallı bir şekilde gelişseydi, yarını belirleyen kuralları kim koyacaktı? Tarihin insanlığın yararına dönük ilerlediğine dair bir kanıt belki de bu yüzden yoktur. Mademki insanlık tarihi kaotik bir yapıda gelişmekte, o zaman kaosun dinamiklerini nasıl belirleyebiliriz?

Determinizm, belirlenircilik veya belirlenimlilik, evreninin işleyişinin, evrende gerçekleşen olayların çeşitli bilimsel yasalarla, örneğin fizik yasaları ile belirlenmiş olduğunu ve bu belirlenmiş olayların gerçekleşmelerinin zorunlu olduğunu öne süren öğretidir.

Yuval Noah Harari, “Sapiens” adlı kitabında “insan türünün kısa bir tarihi”nden bahsederken, “Tarih determinist bir bakışla açıklanamaz. Tarih, çok fazla olayın karmaşık bir biçimde etkileşimi ile kaotik bir biçimde gelişir, yani öngörülemezdir” der ve tarihin determinist bir anlayışla öngörülemeyeceğini, kaotik bir sistem ile geliştiğini vurgular. Bu kaotik sistemleri kabaca ikiye ayırır: (1) Hava olayları gibi kaotik olmasına rağmen modellenebilen ve sonuçları tahmin edilebilen “birinci seviye kaotik sistemler” ve (2) “ikincisi seviye kaotik sistemler” olarak da öngörülere göre sonuçları değişen ve asla tam olarak tahmin edilemeyen sistemler (piyasa ekonomisi, siyâsî ve sosyal olaylar)…

Tabiî yazarın kapsamlı bir anlatımla iddia ettiği tarihsel olayların gelişimi ile insan toplumlarına etkisi ve gerçekleşenler, bugünden yarına, özellikle de 10 yıllar ve 100 yıllar sonrası için tahminlerimizin çok uzağında bir şekilde sonuçlanabilir. Ancak yakın tarihimizde yaşadığımız ekonomik, siyâsî ve sosyal olaylar, kaotik olmakla beraber maalesef determinist bir anlayışla yapay zekâ ve toplum mühendisliği yöntemleri ile küresel bir alanda olayların yönlendirildiğini bize anlatmaktadır. Örneğin “Arap Baharı” adıyla başlayan toplumsal olayların ülkelerde iç savaşlar, yönetim ve rejim değişiklikleri, sınır değişikliği ve bölünmelerle sonuçlandığını görmekteyiz. Bu olayları başlangıçta bir toplumsal uyanış, haklı bir demokrasi talebi ve arayışı olarak sunan Batı dünyası, Arap Baharı’nın sonuçlarının doğal akışına teslim olmamış ve çeşitli yerel gruplar ve enstrümanlarla müdâhil olarak kendi onayladığı siyâsî aktörlerin göreve gelmesini sağlamıştır.

Yine “Turuncu Devrim” adıyla birçok ülkede uygulanan sosyal deneyler, toplumsal olaylara ve siyâsî krizlere sebep olmuş ve uygulanan ülkelerde kısmen ya da tamamen başarılı olmuş durumdadır. Yani Turuncu Devrim temalı halk hareketlerinin doğal olarak gelişip sonuçlanan olaylar olmadığı, artık hepimizin ortak kabulüdür.

Plânlı mı, olağan mı?

ABD seçimlerine Rusya’nın etki ettiği iddiaları ile patlak veren yapay zekâ, internet medyası ve Facebook başta olmak üzere sosyal medya ağları üzerinden seçmen davranışlarına algı operasyonları üzerinden müdahale edildiği konusu ispatlanmış durumda. Bu sebeple Facebook cezalandırılmış ve özür dilemiştir. Olayın etkisinin gerçek boyutları tamamen anlaşılamasa da sonuçları hâlâ tartışılmaktadır.

Yine küresel finans oligarşisi ve ABD yönetiminin küresel rezerv para olan dolar üzerinden dünyanın çeşitli ülkelerini baskı altına aldığına hep birlikte şahit olduk. Küresel ekonomik hayatı, petrol üretimini arttırarak ya da kısıtlayarak, tek taraflı gümrük vergileri ve ticaret ambargoları, parasal sıkılaştırma ya da faiz kararları ile manipüle eden güçlerin sebep oldukları zorluklar, hepimizin gözlemlediği gerçekler. Yani bu küresel finansal olayların, piyasa şartlarında doğal olarak gelişen krizler olduğuna kimseyi inandırmazsınız!

Irak Savaşı, Filistin İşgali, Yemen’deki savaş ve Suriye İç Savaşı gibi bölgemizde on yıllardır devam eden olaylar çeşitli terör örgütlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuş, bunlar üzerinden küresel güçler vekâlet savaşları başlatmışlardır. Bu terör örgütleri üzerinden sebep olunan insanî dramlar, ölümler, göçler, açlık ve sefalet, hepimizin TV’lerde canlı izlediği, hattâ izleyemediği bir boyuttadır. Bölgemizdeki bu savaşlar ve terör oluşumlarının, açlık, ölüm ve insanî krizlerin yerel dinamiklerin doğal sonucu olarak gelişen olaylar olmadığını hepimiz biliyoruz.

Küresel ekonomik hayatı, petrol üretimini arttırarak ya da kısıtlayarak, tek taraflı gümrük vergileri ve ticaret ambargoları, parasal sıkılaştırma ya da faiz kararları ile manipüle eden güçlerin sebep oldukları zorluklar, hepimizin gözlemlediği gerçekler. 

Her devlet, özellikle de ABD ve Rusya gibi küresel güç iddiasındaki devletler, kendi doğalarının gereği kendi çıkarlarına hizmet eden, kendi tarihî süreçleri ve gelecekleri için doğal olanı yapıyor olabilirler. Ancak ABD ve Batı’ya ait bu doğal davranışlar Suriye, Irak, Mısır, Filistin, Yemen, Afganistan, Türkistan, Arakan, Somali ve daha birçok ülkede ve coğrafyada doğal olmayan sebeplerle acılara ve ölümlere sebep olmaktadır.

Peki, bu kadar açık göstergelerle yerel dinamiklerin doğasında olmayan süreçlerin yaşandığı günümüz iletişim çağında, toplumların haklı taleplerini istismar eden ve tüm gezegenimizi küçük bir azınlığın kullanımına sunan günümüz şartlarında tercihlerimiz ne kadar bize ait olabilir?

Acaba düşüncelerimizi etkileyen, duygularımızı yönlendiren, gelecek tahayyülümüzü sınırlayan, mevcut konumlarımızı kalıcı mecburiyet gibi sunan bu algı bombardımanı altında ne kadar sağlıklı karar alabiliriz? Tüketim tercihlerimizden meslek tercihimize, düşünce ve kültürel tercihlerimizden mahalle gerçeklerine, bugün elimizdeki kazanımlarımızdan gelecek hayâllerimize kadar zevklerimiz, değerlerimiz, korkularımız ve endişelerimizin ne kadarı bize ait? Ne kadarı bizde oluşturulan algının ve sistematik anlayışın ve ne kadarı içimizdeki sesin ürünü?

Sadece bizimle ilgili değil bu durum. Güçlü ya da zayıf toplumlar da dâhil olmak üzere, dünyada yaşayan tüm insanların ne kadarı kendi hayatını yaşıyor, ne kadarı sunulan ve dayatılan hayatı yaşadığının farkında? Devletlerin var olduğu ama siyâsî sınırların anlamsızlaştığı, bilgi ve duygu sınırlarının olmadığı günümüz dünyasında sınırın bir tarafındaki umutlar, öbür tarafında korkuya dönüşüyor.

Tarih, gerçekten de kaotik bir öngörülemezlik ile ilerliyor olabilir. Ama bizler Türkiye’de ve yakın coğrafyamızda, hattâ gönül coğrafyamızda birileri tarafından üretilen ve dayatılan plânlı bir kaosa maruz kalıyoruz. Ülkemizde, şehirlerimizde ve hattâ sokaklarımızda yaşatılmak istenen gerilim, umutsuzluk, korku, kadına şiddet, hayvanlara şiddet veya cinayetler ne kadar bizi anlatıyor? Sanki her yeri şiddet ve kötülük sarmış gibi bir medya bombardımanı gerçeği, bütün iyilik ve güzelliği sanki gölgeleyip kirletiyor.

Sanki bizler güzel şeylerin olmadığı bir toplumda, umutsuz bir coğrafyada, kendine ve birbirine saygısı olmayan bireyler olarak yaşıyoruz. Birileri bize sürekli bir şekilde bu duyguları empoze ediyorlar. Ama bizler birey olarak, aile olarak, mahalle olarak, iş çevresi ve sosyal gruplar olarak içimizdeki güce inanmalı ve birbirimizi geleceğe dair, yarına dair umutlu olmaya sevk etmeliyiz. Kendimize ve çevremize pozitif bakış aşılamayı sürekli bir şekilde telkin etmeliyiz. Aksi hâlde ülkemizde, yakın coğrafyamızda ve küresel ölçekte yaşanan olumsuzluk ve kötülüklere duygusal olarak mahkûm olursak, işte o zaman bize dayatılan plânlı kaoslara fırsat vermiş oluruz!

Milletimiz ve devletimiz, tüm dünyaya iyilik ve umudun dimdik ayakta olduğunu, gelecek için, hem de tüm insanlığın geleceği için yaşamak ve mücadele etmek zorundayız. Hepimiz kendimizden başlayarak dalga dalga yarına ve geleceğe dair ne kadar umutlu olduğumuzu kararlı ve güçlü bir şekilde mücadele ederek ve millet olarak -kendi doğamıza uygun bir şekilde- tarih yazmaya devam edeceğimizi anlatmak zorundayız.

Gelecek, ona inananların, onun için çalışanların ve birlikte güçlü olduğunu unutmayan toplumların omuzlarında şekillenmektedir. Başardıklarımızdan cesaret almalı, mevcut yeteneklerimizin ve kapasitemizin çok azıyla yaşamak yerine, tüm kapasiteyi daha yüksek hedefler için harekete geçirmeli ve sınırları zorlamalıyız. Bunu yapmak için topyekûn inanacağımız, hepimiz için heyecan uyandıran, uçak, helikopter ve yerli otomobil gibi mühendislik hedeflerinin çok ötesinde bir sosyal uyum, kamusal kapasite kullanımı, ortak değerlere saygı içinde birlikte yaşama heyecanımızı yükselten kültürel, ticarî, sınaî ve sosyal hedeflere koşmalıyız.

Bu yüzden varlık sebeplerimizi yeniden hatırlamalıyız. Yüzyıllık durgunluğumuzu üzerimizden atacağımız, kendimizi iyi hissettiren gelişmeleri başardığımız son 15 yıllık altyapı üzerinde çok daha büyük hedefler yürümeliyiz. Öngörülemez ve tahmin edilemez tarih gelişimi, geleceğin bizim için potansiyel başarılar getirmeyeceğini ifade etmez, tam aksine, Türkiye ve coğrafya olarak kaos teorisinin bizden yana sürpriz başarılara, dünya ve insanlık için de yeni fırsatlara gebe olduğuna inanmamız gerekir.

Yazının başında alıntı yaptığımız Harari’den bir alıntı ile bitirelim: “Tarihin, insanlığın yararına dönük ilerlediğine dair kanıt yoktur.”

Evet, böyle olabilir. Tarihî süreç içinde insanlığın ürettiği bilgi ve teknolojik gelişme, insanlığın büyük bir kısmı için acı ve ölüm getirmiş olabilir. Ama bu gelişmelere edilgen bir şekilde maruz kalmak yerine, bugünden itibaren insanlığın tüm birikimini etkin bir şekilde belirleyici bir rolle insanlığın geneline faydalı olacak hâle getirecek süreci başlatabiliriz. Yaşanmış olumsuz deneyimler, bizlerin Türk milleti olarak geleceği insanlığın yararına bir yönde ve amaçta yazabileceğimiz ya da yazmaya devam edebileceğimiz iddiasını ortadan kaldırmaz.

“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”! İnsan tüm tabiat ve habitat ile barış içinde yaşatılabilmeli. Robot çağına doğru ilerlerken, insan kendisini tabiatın bir parçası olarak görmeli.

Tabiatı yaşatalım ki insan da yaşasın!