Soğuk savaş atıkları
SAVAŞ, soğutularak kazanılır. Bir de savaş, rakip kazanmasın diye de yapılır… Abdullah Öcalan, çağrısında mealen şunu söyledi: “PKK soğuk savaş dönemi şartları içinde ortaya çıkmış bir hareketti; gelinen nokta ve değişen dünya şartları sebebiyle (bu hâliyle) varlığını sürdürmesinin anlamı kalmadı. Kendini feshetmesinin zamanı geldi!”
Kürtçülük kendini feshetmediğine göre, Kürtçülüğün bir kolu olan PKK’nın kendini feshetmesi demek, başka bir isimle ve yeni bir paradigma ile yoluna devam etmesi demektir. Türk Devlet tecrübesi Kürtçülüğün yok olmayacağını bildiğine göre PKK’nın kendini feshetmesi ile bir hedefe, maksada matuf bir süreç yönetiyor demektir. Peki bu süreç nedir?
Bu süreç, iki aşamalı bir süreçtir: Terörsüz Türkiye ve Türkiye Yüzyılı… Hatta şu tespit abartı olmaz: “Terörsüz Türkiye” mümkün kılınmazsa “Türkiye Yüzyılı” bir slogandan ibaret kalır. O zaman Öcalan’ın çağrısı ve PKK’nın kendini feshetmesi sonrası gelişmelere dair şu öngörüde bulunabiliriz: “Türkiye Yüzyılı” Kürtlerin de kaderidir…
Bu bağlamda “PKK Kürtleri temsil etmiyor! PKK, bir terör örgütüdür ve Kürtlerin de düşmanıdır!” söyleminde ısrar eden çevreler, söz konusu gelişmeleri sadece şüphe ile karşılamıyor, aynı zamanda sürecin olumlu sonuçlanmamasını da diliyor. Türk Devleti’nin PKK elebaşı ile diyaloğuna da kızgınlar. Oysa bu çevrelerin görmedikleri veya görseler de politik sebeplerle görmezlikten geldiği bir gerçeklik var: Suriye…
Suriye’deki küresel oyun ve Türkiye’ye yöneltilmiş operasyonlar dizisi, Türk Devleti’ni bir stratejiye mecbur bırakıyor: Genişletilmiş Türkiye…
“Genişletilmiş Türkiye” ifadesini netleştirelim…
Türkiye’nin uluslararası sözleşmeler bağlamında yetki alanı dışında kalan ancak çevresini kuşatan bölgede etki alanını ve etkinleşen gücünü ifade etmektedir. Peki “Yetki alanı dışında kalan ancak etkinleşmesi makul karşılanabilir bölgeler”i kim neye göre belirliyor? Kuşkusuz bu tartışmalı konuda yaygın bir “sessiz kabul” alanı var: Terör…
Özellikle ABD’de yaşanan 11 Eylül saldırısı sonrası “Genişletilmiş Ulusal Güvenlik” stratejisi, sessizce dünyada kabul gördü. ABD’nin daha önce suçlandığı “emperyalist gündemler” ve “işgalci operasyonlar”, yerini “terörle yerinde mücadele” ve “ulusal güvenliğin yazılmamış hakları” söylemine ve pratiğine bıraktı.
Türkiye’nin Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta yürüttüğü bütün operasyonlar da bu “yeni diplomasi ve yenilikçi savunma hattı” üzere gerçekleşiyordu. Nitekim dünya “Suriye’nin toprak bütünlüğüne kastetmek” veya “Suriye’de işgalci kuvvet” gibi suçlamaları Türkiye’ye yöneltmeyerek söz konusu “sessiz ittifak” içinde yer alıyorlardı.
Ancak dünyanın her bölgesinde “sessiz fakat derinden” operasyonlar çoğaldı. Örneğin Suriye ve Irak’ın kuzeyinde “DAEŞ” terör örgütü ile mücadele adı altında ABD’nin açıktan müdahalesi ve “DAEŞ ile mücadelede müttefikimiz” diliyle Kürtçü ve terör eylemleri sahibi örgütlere destek veriliyordu. Dolayısıyla “Genişletişmiş Türkiye” pozisyonu ile “Genişletilmiş ABD” karşı karşıya kalıyordu. Üstelik “sözde” stratejik müttefikler olarak…
O zaman şu soru, yerinde bir soru olacaktır: “Terörsüz Türkiye” zamanla “Genişletilmiş Türkiye” etkisinden, pozisyonundan vazgeçmek ile sonuçlanacak mı? Meselâ Türkiye ne zaman Suriye ve Irak’taki askerî gücünü tamamen geri çekecek?
Bir soru daha var ki daha deşifre edici etkiye sahip: “Türkiye Yüzyılı” özü itibariyle “Genişletilmiş Türkiye” projeksiyonu değil mi? Meselâ “Bölgesel Güç” ifadesi aynı içerik ve etki alanı değil mi?
Öcalan’ın çağrı metninde soğuk savaş şartlarının kalmadığı vurgusu kadar PKK’nın gelişmeleri okumakta ve kendini güncellemekte geciktiğine yönelik vurgu da vardı. Dolayısıyla PKK’nın kendini feshetmesinde Kürtçülüğün kendini genişletme hesabı da olabilir! O nedenle yaşananları bir “irade başlangıç” görmek ve tedbirli olmak gerekir. Çünkü soğuk savaşın en büyük etki gücü, “sıfır atık” diyeceğimiz ideolojik marifetidir. O nedenle soğuk savaş döneminin atıkları bile uzun süre terör sermayesi olarak kullanılmaya müsaittir. Unutmayalım ki terör, sadece silahlı bir eylem türü değildir; ekonomik, kültürel, ideolojik ve hatta eğitsel yönleri olan “çoklu eylem” türüdür. İşte İsrail örneği, “çoklu terör” modeline bire bir uyan bir örnektir. İsrail sadece silahla öldürmüyor, soy kırım uygulamıyor; bu katil, eylemini her alanda yürütüyor. Gerekirse tüm dünyayı savaşa sürükleyecek her türlü sabotaj ve provokasyonu yapıyor.
Soğuk savaş şartları içinde gelişmiş bir ideolojik kült var ki, PKK, kendini feshetmesi ile beraber önemli bir cephesini, kuluçkasını kaybetme stresine girdi: Solculuk…

“Kürtçülük” üzerine, silahların gölgesi olmadan, konuşma dönemi, müzakere süreci başlamıştır. Ancak bu müzakere masasına Kürtçülük adına katılacak muhatabı netleştirmek noktasında büyük bir kavga başlamıştır: DEM mi, yani silahlı geçmişi olan dağ kadrosundan gelen reel politik aktörler mi yoksa Türk-Kürt Solculuğu geleneğinden gelen fikir-ideoloji elitleri mi?
Sol gösterip PKK vurmak!
Türk ve Kürt solu, söz konusu gelişmeden çok rahatsız. Çünkü solculuk bir gemi ise, bu geminin yüzdürebildiği tek su vardı: Silahlı ve çatışmacı sokak eylemleri…
Üstelik silah kadar önemli bir eylem türü daha vardı: Radikalleştirilmiş sanat… Nitekim silahı devrim sanatı, sanatı da silahın tuvali gibi kullanmaya alışmış solculuk, özellikle AK Parti iktidarı ile beraber bir “fetret dönemi”ne girdi. O nedenle solculuk, varlığını AK Parti iktidarının son bulmasına endekslemiş durumda.
Oysa Türkiye’de solculuğun geldiği finalin emperyalist solo ve Kemalizm’in son kalesi olmasının AK Parti iktidarından kaynaklı bir durum değil. Bu finalin ana sebebi Türkiye’deki solculuğun “toprağına yabancılaşarak türemek” gibi bir özde-kökte sorunsallığı var (oldu): İslâmsızlaştırılmış gelecek!
PKK’nın Marksist-Leninist söylemi, sadece bir devlet-toplum mühendisliği içermiyordu; aynı zamanda “Anadolu’nun İslâmsızlaştırılması”nı kendine ödev bilmiş çakma bir solculuk taşımasını da kapsıyordu.
Nitekim çözüm sürecinde Öcalan’ın Diyarbakır’da okunan mektubunda “İslâm ile barışmak” diyeceğimiz itirafı, aslında PKK’nın ideolojik olarak kendini feshetme çağrısıydı. Ancak çözüm süreci sonuçlanamadı. Çünkü İslâm ile barışık Kürtçülüğün geleceği nokta, Öcalan’ın son çağrısında dillendirdiği tablo olacaktı, nitekim öyle de oldu…
Şimdi asıl merak edilen ve takip edilecek olan senaryo şu olsa gerek: DEM’in Kürtçülüğü ne olacak? Hatta daha kesin bir cümle kurabiliriz: DEM sırtını PKK’ya, PYD’ye yasladığını açıkça ilan etmişti; bundan sonra sırtını nereye, kimlere yaslayacak? Solculuğa mı?
Öngörümüz odur ki, bu süreç, önce CHP’yi bölecek ve CHP içinden yeni bir parti çıkacak. DEM partisi de kendi içinde bölünecek ve yeni bir parti ortaya çıkacak. CHP’yi de DEM’i de solcular bölecek. Zaten solculuk her alanda “bölücü” oldu/ olduruldu. Solculuğu “bölücü” tuzağından uzak tutabilenler ise (çoğu kendini sosyal demokrat diye tarif ediyor) hem sayıca az oldular hem de solculuk dayağı yemekten bellerini doğrultamadılar.
Kuşkusuz bir de “Kürtlerin Partisi” etiketli girişimler var. Bu girişimler içinde “Kürt nüfusu kaldıraç yapmak” içeriğinde popülist tuzak örenler olduğu gibi ciddi ciddi “Kürtçülük için eksiksiz Kürtler” hesabı yapanlar da var. Ancak yine aynı gündem/ handikap çıkıyor karşılarına: İslâm…
Tabii tüm bu “anormal” iklimlerde üreyen/ yetişen tuhaf gelişmelerden biri de “Müslüman Kürtçüler” diyeceğimiz sosyal dokular. Asılında birebir Kürtçülük yapan ancak kendilerini Müslüman görmekten mülhem bir “Kürtçülük lehine ümmetçilik” teorileri de geliştiren çevreler, PKK’nın feshini ve olası gelişmeleri tam kestiremiyorlar. Çünkü bu sonucun alınmasında payları ve de rolleri yoktu.
Dolayısıyla söz konusu sürecin sorumluluk adresi çok net. Cumhur İttifakı… Muhatapları da çok net: Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan ve Sayın Bahçeli… Kuşkusuz iki aktörün de büyük tecrübeleriyle beraber, yaşlarının kemale ermesi sebebiyle, kendilerinden sonrası için bir “halef-selef” programı hazırlığı içinde olup olmadıkları hem merak ediliyor hem de önem arz ediyor. Gerçekten de “Erdoğan-Bahçeli sonrası bu süreç ne olacak?” çok yerinde bir sorudur.
Silah kime karşı sustu!
Bu sorunun cevabı netleşmiş değil. Temenniler ve yorumlar var. Örneğin “Silahlar iktidara karşı sustu, iktidarla yapılan pazarlık sonucu sustu! Erdoğan koltuğu için bu sürecin parçası oldu!” diyenler var. Kuşkusuz bu iddia daha çok kendilerini iktidara yürüyor sanan muhalefet cephesinde seslendiriliyor.
Bir başka yorumda ise şunu dillendiriliyor: “DEM’in siyasal gücü silahlar yüzünden yavaş ilerliyordu; o nedenle silahlar DEM’in siyasallaşma volümü artsın için yapıldı!” Bu söylemi daha çok liberalleşen Kürtçüler dillendiriyor.
Kuşkusuz bir başka yorum da başka bir pencere aralıyor bize: “Uluslararasında yaşanan gelişmeler ve küresel güçlerin mutabakatıyla ortaya çıkan bir “politik müzakere” süreci yaşanıyor, müzakerenin meşru muhatabı Kürtçüler oldu!”
Bir de temenni var: “Silahlar topluma karşı kan kusuyordu, topluma karşı sustu! Toplumsal barış süreci başladı!”
Türk Devleti, PKK’nın kendini feshetmesini zorladı ve sonuç aldı
Sonuç olarak… Kim ne derse desin, hangi yorumu yaparsa yapsın, süreci hangi propaganda malzemesi kılarsa kılsın, bir tarihî gerçeklik var: Türk Devleti, PKK’nın kendini feshetmesini zorladı ve sonuç aldı. Kuşkusuz bir gerçeklik daha yaşanıyor: Kürtçülük kendini siyasal alanda meşru muhatap olarak uluslararası ölçekte akredite etti. Bu şu demektir: Kürtçülük dağdan indi!
O nedenle “Kürtçülük” üzerine, silahların gölgesi olmadan, konuşma dönemi, müzakere süreci başlamıştır. Ancak bu müzakere masasına Kürtçülük adına katılacak muhatabı netleştirmek noktasında büyük bir kavga başlamıştır: DEM mi, yani silahlı geçmişi olan dağ kadrosundan gelen reel politik aktörler mi yoksa Türk-Kürt Solculuğu geleneğinden gelen fikir-ideoloji elitleri mi?
İşte asıl “kırılma noktası” burada başlıyor. Çünkü silahlar sustuğunda, neyi neresinden konuşturacağını çözememiş bir solculuk sicili ile silahın gölgesi kendisiyle özdeşlemiş DEM’in Türkiye meselelerine yönelik hazırlıksızlığı söz konusu kırılma noktasını kırmakla kalmayacak, bir politik arbede de yaşanacaktır. Ancak, (inşallah) ömürleri yeterse Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Sayın Bahçeli bu kafa ve saha karışıklığına “müdahil” sıfatıyla eşlik edecek ve tarafları “demokrasiye kazandırmak” programına alacaktır.
“Demokrasiye kazandırmak” ne demek, diye sorulabilir. Cevabımız “malûmu ilan” olacaktır: Halkın iradesine inanmak ve Halka hizmet yolunda çalışmak! AK Parti’yi 23 yıl iktidarda tutan da, bundan uzaklaşıldığında da indirecek olan da bu gerçeklik değil mi!
Solculuk, sokak yerine sandıkta, silah yerine halkı iknada var olabilirse, zaten demokrasiye inanıyor demektir. İktidar seçeneği olarak halkın ilgisine de mazhar olur. Yok eğer sandıkta yenilmeyi “Diktatör gitsin!” bahanesiyle kirletmeye çalışıyor, silah-sokak seçeneğinin adını da “özgürlük için!” koyuyorsa, solculuk çoktan “Silahsız PKK” olmuş demektir. Dolayısıyla bu tarz solculuğun da eş zamanlı kendini feshetmesi çok tarihî bir karar olacaktır.



