DOĞUM ile ölüm
arasındaki koşturmacaya “yaşam” demişler. Buradan bakınca yaşam, bir süreç gibi
değerlendirilebilir. Ancak zamanın göreceliği devreye girdiğinde bu ne kadar
doğru bir değerlendirme olur, bilemiyorum. Çünkü yaşamak var, yaşayabilmek
var... Bir de yaşatmak var. Ancak bu üçüncü evreye geçebilmemiz için öncelikle,
ülkemizdeki bazı kimselerin evrimini tamamlamaları gerekiyor ki bu, kısa vadede
gerçekleşmeyecektir.
“Evrim”
dediğimde senin de gözlerinin önünden bir ceylanın bacağını ısırmaya çalışan
uzun saçlı, şişkin pazulu, ayakkabı numarası 49 olan ama ayakkabısı olmayan ve
amazonlarda koşan iri yarı bir insan geliyor mu? Benim geliyor. Birileri böyle
kodlamış. Neyse, şu insan yarmasını sepetleyelim buradan da konumuza dönelim…
“Yaşayabilmek”
diyordum, evet… Bizler yani Türkiye’de kadın olarak doğan ve doğacak olan tüm
bebekler bu ülkede yaşayabilmek için mücadele ediyoruz ve bu konunun feminizmle
gerçekten uzaktan yakından bir ilgisi yok. Geçtiğimiz ay yine bir kadın cinayetiyle
kalbimizin üzerinden tırlar yürüdü. “Kadın cinayeti” ifadesi bile benim midemi
kaldırıyor. Çünkü aslında cinayetin cinsiyeti falan olmaz, olamaz. Canilik,
kime yöneltilirse yöneltilsin, caniliktir. Çocuğa, kadına, hayvana yöneltilmesi
caniliğin boyutunu değiştirmiyor.
Hattâ
cansız varlıklara karşı yönelen acımasızlık bile caniliğin bir başka tezahürü
bence. Nitekim oyuncak bebeklerin kolunu gözünü çıkaran ve yapay bitkileri
parçalayan çocuklardan da oldum olası pek haz etmem. Belki de bu yüzden anne
yadigârı bebeğim Sibel ile yalnızca kardeşimin oynamasına izin verdim. Çünkü
hâlâ sakladığım sarışın Sibel bebeğimde, annemin Almanca tekerlemeleri, dedemin
parmak izleri ve anneannemin çakır gözleri var. Hayatta her şeyin kendisi için
var olduğuna inandırılan çocuk görünümlü bir hain gelse şimdi, “Oynayacağım”
bahanesiyle ya saçını koparacak ya da gözünü çıkaracak. Ben ortalarda yokken
biri gelip yanağına tükenmez kalemle bir çizik atmış bile... Gördün mü bak!
Caniliğin
cinsiyeti olmadığı gibi bazen yaşı da olmuyor. O çiziği gördüğümde canım nasıl
acıdı, bilemezsin! “Altı üstü bir bebek, hepi topu bir çizik” diyeceksin. Öyle
değil işte! İnsan kıymet verdiği herhangi bir şeye zarar geldiğinde nasıl da
eksiliyor. Düşün ki, bu değerli şey bir de canlıysa? Hele ki insansa? Yahut
evlât?
Üzgünüm
ama bu ülkede yaşananlar gösteriyor ki buralarda bir süre daha pozitif
ayrımcılık uygulanmak zorunda. Zira görüyoruz ki, adalet bazılarının kursağında
kalmış ve gönül yolundan aşağı kayamamış. Öksürse çıkacak, tıksırsa yutacak...
Aa helâl, helâl! Bizden yana her şey helâl olsun! Çünkü biz, sadece yaratılmış
olduğunuz için bile değerli olduğunuza inanıyoruz. Hayat bahşedilen her canlı
kadar yaşamaya hakkınız olduğunu düşünüyoruz.
Ancak
biz bu kadar gönlümüzü açarken, elbet biraz da saygı bekliyoruz. Örneğin Pınar
öldüğünde, “Su testisi su yolunda kırılır” demeyin istiyoruz. Instagram
profiline göre merhametinize nail olabilmeyi reddediyoruz. Bunları dile
getirdiğimizde bizi dilbaz kadın olarak değerlendiren bıyıklı amcaları riyakâr
buluyoruz. Zaten üç beş, bilemedin on on beş yıl sonra o bıyıkları kesecekleri
için şimdilik kendilerini ho(r)ş görüyoruz.
Bıyık
demişken… Aklıma dedemin sakalları geliyor. Öperken yanağıma batan, her Cuma
kısalttığı kar beyaz sakalları... O sakal da bahsettiğim bıyıklar gibi altı
üstü kıl mı sahiden? Bahsi geçen bıyıklar ile bir mi şimdi dedemin sakalları? Takiyye
ile teslimiyetin karşılığı bir mi? Sibel’in yanağındaki çiziğe sebep olan kız
ile kardeşim bir mi?
Bu
soruları sorduğumuzda, evliliğimizde sorun yaşadığımızı düşünerek suratlarında
hafif bir tebessümle “kehkeh” yapan ve bu şekilde kendilerini zeki hisseden
genç kardeşlerimizi ve onları doğuran dedikoducu teyzeleri de riyakâr
buluyoruz. Gördün mü bak, tesadüf diye bir şey yok!
Bazı
özelliklere sahip bazı kimselerin evlâtları, bazı benzer özelliklere sahip
oluyor. Renkli bir çift göz gibi, siyah uzun saçlar gibi, hayatı yaşama
biçimimiz de nesilden nesle aktarılıyor. Bu teyzelerle benim çakır anneannem
bir mi? Bütün sinsilikleriyle erk olanı yönettiğini zannederek gururlanan o zavallı
kadınlara acıyor, bunu başarı olarak değerlendirdikleri için bir bakıma
tiksiniyor, ancak yine de yılgın gönlümüze gem vuramıyor ve üzülüyoruz.
Gerçekten
yönettiğinizi zannettiğiniz şey, menfaatleriniz ölçüsünde peşkeş çektiğiniz öz
saygınız olmasın? Toplumun bir başka çirkin yanı da bu galiba... Birileri,
başkaları için çok da önemli olmayan herhangi bir şeye ilişkin önlem alınmasını
talep ettiğinde, bir şeylerin yanlış olduğunu söylediğinde ya da bir doğruyu
farklı bir şekilde dile getirdiğinde, derhâl o kişilerin özel hayatına mercek
tutup, toplumsal bir sorunu kişisel problemler ve zaaflar hâline getirmek ve
sorunu gerçeklerden uzaklaştırmak. Aslında kakafoni yaratmak... Bu,
edepsizliğin bir ikinci yüzü olmakla birlikte, ciddî bir kişilik zafiyetidir.
Feminizm
güzellemesi yaptığımızı düşünen ve toplum sorunlarıyla bağlantısı VPN
bağlantısından ibaret olan bu insanların her birinin rûhunun hasta olduğunu düşünüyoruz
ve bu hastalık, grip gibi ilâç kullanılmak sûretiyle geçmiyor. Korona gibi âniden
öldürmüyor, süründürüyor, acı çektiriyor, bir bidona sığdırıp üzerine beton
döktürüyor. Öldürmesi ise yine bir baht güzelliği meselesi...
Doğduğumuz toplumu eğrisiyle doğrusuyla benimsemeye varız; ancak toplumun –doğru, yanlış- her şeyini devam ettirmemiz gerektiğini düşünen insanlardan olamayız, olmamalıyız. Bu, en başta tüm canlılar içerisinde temyiz kudretini bendimize teşmil eden O Yüce Kudret’e hakaret olur. Bu yüzden bir sonraki kuşak için yapabileceğimiz en iyi şey, bu toplumun bir kara lekesi var ise, bunu kendi neslimizde çitileyerek yok etmek. Bu sebeple bir süre daha kalemimden bazı kimselerce bir kadın için fazla hâdsiz değerlendirilebilecek cümleler düşeceğe benziyor. Bu hâdsizlik de belki bir hayra nail olur ve İstanbul Sözleşmesi tartışmaları mâzide kaybolur.