Pınar, Sibel, Hande

Feminizm güzellemesi yaptığımızı düşünen ve toplum sorunlarıyla bağlantısı VPN bağlantısından ibaret olan bu insanların her birinin rûhunun hasta olduğunu düşünüyoruz ve bu hastalık, grip gibi ilâç kullanılmak sûretiyle geçmiyor. Korona gibi âniden öldürmüyor, süründürüyor, acı çektiriyor, bir bidona sığdırıp üzerine beton döktürüyor. Öldürmesi ise yine bir baht güzelliği meselesi...

DOĞUM ile ölüm arasındaki koşturmacaya “yaşam” demişler. Buradan bakınca yaşam, bir süreç gibi değerlendirilebilir. Ancak zamanın göreceliği devreye girdiğinde bu ne kadar doğru bir değerlendirme olur, bilemiyorum. Çünkü yaşamak var, yaşayabilmek var... Bir de yaşatmak var. Ancak bu üçüncü evreye geçebilmemiz için öncelikle, ülkemizdeki bazı kimselerin evrimini tamamlamaları gerekiyor ki bu, kısa vadede gerçekleşmeyecektir.

“Evrim” dediğimde senin de gözlerinin önünden bir ceylanın bacağını ısırmaya çalışan uzun saçlı, şişkin pazulu, ayakkabı numarası 49 olan ama ayakkabısı olmayan ve amazonlarda koşan iri yarı bir insan geliyor mu? Benim geliyor. Birileri böyle kodlamış. Neyse, şu insan yarmasını sepetleyelim buradan da konumuza dönelim…

“Yaşayabilmek” diyordum, evet… Bizler yani Türkiye’de kadın olarak doğan ve doğacak olan tüm bebekler bu ülkede yaşayabilmek için mücadele ediyoruz ve bu konunun feminizmle gerçekten uzaktan yakından bir ilgisi yok. Geçtiğimiz ay yine bir kadın cinayetiyle kalbimizin üzerinden tırlar yürüdü. “Kadın cinayeti” ifadesi bile benim midemi kaldırıyor. Çünkü aslında cinayetin cinsiyeti falan olmaz, olamaz. Canilik, kime yöneltilirse yöneltilsin, caniliktir. Çocuğa, kadına, hayvana yöneltilmesi caniliğin boyutunu değiştirmiyor.

Hattâ cansız varlıklara karşı yönelen acımasızlık bile caniliğin bir başka tezahürü bence. Nitekim oyuncak bebeklerin kolunu gözünü çıkaran ve yapay bitkileri parçalayan çocuklardan da oldum olası pek haz etmem. Belki de bu yüzden anne yadigârı bebeğim Sibel ile yalnızca kardeşimin oynamasına izin verdim. Çünkü hâlâ sakladığım sarışın Sibel bebeğimde, annemin Almanca tekerlemeleri, dedemin parmak izleri ve anneannemin çakır gözleri var. Hayatta her şeyin kendisi için var olduğuna inandırılan çocuk görünümlü bir hain gelse şimdi, “Oynayacağım” bahanesiyle ya saçını koparacak ya da gözünü çıkaracak. Ben ortalarda yokken biri gelip yanağına tükenmez kalemle bir çizik atmış bile... Gördün mü bak!

Caniliğin cinsiyeti olmadığı gibi bazen yaşı da olmuyor. O çiziği gördüğümde canım nasıl acıdı, bilemezsin! “Altı üstü bir bebek, hepi topu bir çizik” diyeceksin. Öyle değil işte! İnsan kıymet verdiği herhangi bir şeye zarar geldiğinde nasıl da eksiliyor. Düşün ki, bu değerli şey bir de canlıysa? Hele ki insansa? Yahut evlât?

Üzgünüm ama bu ülkede yaşananlar gösteriyor ki buralarda bir süre daha pozitif ayrımcılık uygulanmak zorunda. Zira görüyoruz ki, adalet bazılarının kursağında kalmış ve gönül yolundan aşağı kayamamış. Öksürse çıkacak, tıksırsa yutacak... Aa helâl, helâl! Bizden yana her şey helâl olsun! Çünkü biz, sadece yaratılmış olduğunuz için bile değerli olduğunuza inanıyoruz. Hayat bahşedilen her canlı kadar yaşamaya hakkınız olduğunu düşünüyoruz.

Ancak biz bu kadar gönlümüzü açarken, elbet biraz da saygı bekliyoruz. Örneğin Pınar öldüğünde, “Su testisi su yolunda kırılır” demeyin istiyoruz. Instagram profiline göre merhametinize nail olabilmeyi reddediyoruz. Bunları dile getirdiğimizde bizi dilbaz kadın olarak değerlendiren bıyıklı amcaları riyakâr buluyoruz. Zaten üç beş, bilemedin on on beş yıl sonra o bıyıkları kesecekleri için şimdilik kendilerini ho(r)ş görüyoruz.

Bıyık demişken… Aklıma dedemin sakalları geliyor. Öperken yanağıma batan, her Cuma kısalttığı kar beyaz sakalları... O sakal da bahsettiğim bıyıklar gibi altı üstü kıl mı sahiden? Bahsi geçen bıyıklar ile bir mi şimdi dedemin sakalları? Takiyye ile teslimiyetin karşılığı bir mi? Sibel’in yanağındaki çiziğe sebep olan kız ile kardeşim bir mi?

 

Bu soruları sorduğumuzda, evliliğimizde sorun yaşadığımızı düşünerek suratlarında hafif bir tebessümle “kehkeh” yapan ve bu şekilde kendilerini zeki hisseden genç kardeşlerimizi ve onları doğuran dedikoducu teyzeleri de riyakâr buluyoruz. Gördün mü bak, tesadüf diye bir şey yok!

Bazı özelliklere sahip bazı kimselerin evlâtları, bazı benzer özelliklere sahip oluyor. Renkli bir çift göz gibi, siyah uzun saçlar gibi, hayatı yaşama biçimimiz de nesilden nesle aktarılıyor. Bu teyzelerle benim çakır anneannem bir mi? Bütün sinsilikleriyle erk olanı yönettiğini zannederek gururlanan o zavallı kadınlara acıyor, bunu başarı olarak değerlendirdikleri için bir bakıma tiksiniyor, ancak yine de yılgın gönlümüze gem vuramıyor ve üzülüyoruz.

Gerçekten yönettiğinizi zannettiğiniz şey, menfaatleriniz ölçüsünde peşkeş çektiğiniz öz saygınız olmasın? Toplumun bir başka çirkin yanı da bu galiba... Birileri, başkaları için çok da önemli olmayan herhangi bir şeye ilişkin önlem alınmasını talep ettiğinde, bir şeylerin yanlış olduğunu söylediğinde ya da bir doğruyu farklı bir şekilde dile getirdiğinde, derhâl o kişilerin özel hayatına mercek tutup, toplumsal bir sorunu kişisel problemler ve zaaflar hâline getirmek ve sorunu gerçeklerden uzaklaştırmak. Aslında kakafoni yaratmak... Bu, edepsizliğin bir ikinci yüzü olmakla birlikte, ciddî bir kişilik zafiyetidir.

Feminizm güzellemesi yaptığımızı düşünen ve toplum sorunlarıyla bağlantısı VPN bağlantısından ibaret olan bu insanların her birinin rûhunun hasta olduğunu düşünüyoruz ve bu hastalık, grip gibi ilâç kullanılmak sûretiyle geçmiyor. Korona gibi âniden öldürmüyor, süründürüyor, acı çektiriyor, bir bidona sığdırıp üzerine beton döktürüyor. Öldürmesi ise yine bir baht güzelliği meselesi...

Doğduğumuz toplumu eğrisiyle doğrusuyla benimsemeye varız; ancak toplumun –doğru, yanlış- her şeyini devam ettirmemiz gerektiğini düşünen insanlardan olamayız, olmamalıyız. Bu, en başta tüm canlılar içerisinde temyiz kudretini bendimize teşmil eden O Yüce Kudret’e hakaret olur. Bu yüzden bir sonraki kuşak için yapabileceğimiz en iyi şey, bu toplumun bir kara lekesi var ise, bunu kendi neslimizde çitileyerek yok etmek. Bu sebeple bir süre daha kalemimden bazı kimselerce bir kadın için fazla hâdsiz değerlendirilebilecek cümleler düşeceğe benziyor. Bu hâdsizlik de belki bir hayra nail olur ve İstanbul Sözleşmesi tartışmaları mâzide kaybolur.