YERYÜZÜNDE sadece iyiliğin
ve mutluluğun var olduğu; hiçbir doğal afetin, kazânın, musîbetin, kederin
yaşanmadığı, insanların arasında kötülüğün olmadığı bir dünya hayatı nasıl
olurdu sizce?
Bu
soruyu muhtemelen çocukluk günlerimizde kendi kendimize sormuşuzdur. Çizgi
filmler böyle tasarlanıyor çünkü. Orada herkes iyi niyetli. Kötülük yok. Ölüm diye
bir şey yok. Her yer sütliman. Hoş, orada bile kovalamaca oluyor bazen, değil
mi? Yeri geliyor, çizgi filmde kedi fareyi kovalıyor. Yüzde yüz rahatlık diye
bir şey yine yok.
Hikmetinden
suâl olunmaz, Rabbim dünya hayatını bir imtihan vesilesi olarak kullarının
önüne koymuş, uyulması gereken kurallar bütününü Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de
açıklamış, bizlere tebliğ etmesi için de Sevgili Peygamberimizi (sav)
görevlendirmiştir. Kötülüğün, mutsuzluğun, elemin olmadığı yer olarak Cennet’i
yaratmış, “dünya hayatı” dediğimiz imtihandan başarı ile geçen kullarını Cennet
ile ödüllendireceğini vaat etmiştir.
“Lâ
rahâte fi’d-dünya” yani “dünyada rahat yoktur”. Böyle buyuruyor Sevgili Peygamberimiz
(sav). Âlemlerin Nûru, ümmetine burada çok önemli bir bilgi veriyor.
Yaşadığımız ve yaşayacağımız her şeyin bir imtihandan ibaret olduğunu
kabullendiğimiz an her türlü hastalığı, doğal afeti, kederi, kazâyı, belâyı da
cebimize koyup “Eyvallah” demiş oluyoruz. Ki Allah katında, zaten olgun bir
Müslümanın düşünce yapısının bu olması gerekiyor.
Malûm,
Covid-19 salgını nedeni ile tüm dünyada hayat neredeyse durmuş durumda. Gözle
göremediğimiz zerreden küçük mikroplar, taş taş üstünde bırakmadı. Sokaklar
boş, çarşı pazar boş, mecburiyetten mescitler boş, camiler boş, hattâ ve hattâ -kahrolarak
yazıyorum- Kâbe-i Muazzama boş. İnsanlık büyük bir sınav veriyor. Belki de bu
günler, hem bir insan, hem de bir Müslüman olarak kendimizi hesaba çekmemiz
için ortaya çıkan bir fırsattır.
Bir şeyi kabul edelim; insanoğlu yaratılışı gereği maalesef biraz nankör. Ayağına taş değse, dünyanın gamını kederini kendisinin taşıdığını düşünüyor. Üzerinde yaşadığımız dünya, yüzyıllardır savaşlarla, kıtlıklarla, salgın hastalıklarla boğuşurken, yaşadığımız şey sanki ilk kez bizim başımıza gelmiş gibi havalara giriyoruz. Oysa en büyük imtihanlardan Allah’ın (CC) en sevgili kullarının, Peygamberlerin geçtiğini unutuyoruz. Allah (CC) tarafından seçilmiş, ahlâklı ve erdemli kullar olmalarına rağmen, yine de Peygamberler, hayatları boyunca oldukça zorlu imtihanlarla sınanmışlardır. Sabrın, sağduyunun, metânetin, duânın en büyük gücümüz olduğu bu sıkıntılı dönemde, dilerseniz bizden çok daha büyük imtihanlara tâbi tutulan bazı Peygamberlerin yaşadıkları zorluklara yakından bir göz atalım. Âlemlerin Nûru, Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav) ile başlayalım…
Hazreti
Muhammed (sav)
“Âlemlere
rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimizin (sav) yeryüzünü
şereflendirdiği 63 senelik hayatı türlü sıkıntılarla, dünyevî imtihanlarla
geçti” desek yeridir. Rahmet Peygamberi (sav), Kendisi daha doğmadan babası
vefat ettiği için yetim büyümüştür. 6 yaşındayken de annesini kaybetmiş ve
dedesinin himâyesine girmiştir. Sağlığında yedi çocuğundan altısının vefatını
görmüş, bir insanın yaşayabileceği en büyük acılardan olan evlât acısını altı
kez tatmıştır. “Peygamber sabrı” dedikleri şey tam da budur zaten!
Hicret’in
onuncu yılında, Peygamber Efendimiz (sav), can vermekte olan oğlu İbrâhim’i
kucağına almış, gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamıştır. Sonrasında oğluna son
bir kez bakıp, “Vallahi ey İbrâhim, Biz senden ayrılmakla çok üzgünüz” şeklinde
buyurmuştur. Sonra da karşısındaki dağa, “Ey dağ! Eğer bendeki üzüntü sende
olsaydı muhakkak yıkılıp gitmiştin! Fakat Biz, Allah’ın bize emrettiğini
söyleriz. Rabbü’l-Âlemin olan Allah’a hamd ederiz” diye buyurmuştur.
Peygamber
Efendimizin (sav) İbrâhim için ağladığı sırada Üsame b. Zeyd feryâda başlayınca,
Hazreti Peygamber onu uyarmıştır. Üsame, “Senin de ağladığını gördüm Ya
Resûlullah” deyince, Resûl-i Ekrem, “Ağlamak, acımaktan ileri gelir. Feryat ve
figân ise şeytandandır” diye buyurmuştur.
Putperestliğin,
hayâsızlığın hüküm sürdüğü Cahiliye Dönemi’nde insanların cehaleti karşısında
bağrına taş basmıştır Sevgili Peygamberimiz (sav). Kendisi ve O’na inanan ilk
Müslümanlar, Mekkeli putperestlerin hakaret, alay ve türlü eziyetine maruz
kalmışlardır. Hakikatten bîhaber cühelâ silsilesi, yoluna dikenler koyup
küçücük çocukları kandırarak taşlatmışlardır. Neyse ki, Allah’ın (C.C)
hikmetiyle Peygamberimizin burnu bile kanamamıştır. Elli iki yıl hayat sürdüğü
Mekke’den, ilerlemiş yaşına rağmen çıkarılmış, 500 kilometreye yakın çöl ve
taşlık yolu geçerek Medine’ye hicret etmiştir. Medine’den daha sonra Kâbe’yi
ziyaret için geldiğinde Mekke’ye kabul edilmemiş, Kâbe’ye yaklaşık 20 kilometre
uzaklıkta olan Hudeybiye’den geri döndürülmüştür. Müşrikler, Kendisini defaatle
öldürmek istemişlerdir. Yine Allah’ın (CC) hikmetiyle, mağara içinde ağlarını
ören bir örümcek ve yuva yapan güvercinler sayesinde kılına zarar gelmemiştir.
Sevgili
Peygamberimiz rahat bir yaşam sürmemiş, ümmetine örnek teşkil etmesi için,
başına gelen her türlü musîbete, hayrın da şerrin de Allah (CC) tarafından
geldiğini bilerek sabretmiştir. Kendisi sabır ve metânetle duâ etmiş, zor zamanlarda
Allah’tan (CC) yardım dilemiştir.
Hazreti
Mûsâ (as)
Yüce
Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de ismi tam 136 kere geçen Hazreti Mûsâ (as), çileli
hayat süren Peygamberlerdendir. Bir yandan Firavun gibi acımasız bir zalimle
mücadele ederken, bir yandan da Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ ile
mükellef olduğu İsrailoğullarının sürekli sapkınlığa meyletmesi nedeniyle türlü
sıkıntılar yaşamıştır. Örneğin, Hazreti Mûsâ, İsrailoğullarını “Arz-ı Mev’ud”
denilen yere yerleştirmek için götürürken, İsrailoğullarının orada bulunan
Amâlika kavminden korkması sebebi ile Allah (CC) onları 40 yıl Tih sahrasında
kalmaya mahkûm etmiştir.
Mûsâ
Peygamber (as), kardeşi Harun Peygamber’i (as) yerine vekîl bırakıp Tûr dağına
gittikten sonra, Sâmirî isimli nankör bir Yahudi, Hazreti Mûsâ’nın (as)
yokluğunu fırsat bilerek bir buzağı yapmış ve İsrailoğullarından ona
tapmalarını istemiştir. Zafiyete düşen İsrailoğulları buzağıya tapma gafleti
göstermiş, Mûsâ Peygamber (as), İsrailoğullarına iman etmeleri için uzun uğraşlar
vermiş ve birçok mucizeler göstermiştir. Onları imana davet etmiş fakat onlar
çoğu kez nankörlük yaparak yoldan çıkmışlardır.
Hazreti
Yûnus (as)
Kur’ân-ı
Kerîm’de kendi adına bir sûre bulunan Hazreti Yûnus (as), Âsur Devleti’nin
başkenti olan Ninova halkına gönderilmiş bir peygamberdir. Putlara tapan Ninova
ahalisinin türlü hakaretlerine maruz kalan Hazreti Yûnus, geminin içindeyken
denizin ortasına bile atılmıştır. Kendisini bir balığın karnında bulan Hazreti Yûnus,
o zorlu süre boyunca Allah’a yönelmiş ve âyette bildirildiği üzere içi kahır
dolu olarak Rabbine çağrıda bulunmuştur (Kalem, 48). Bu zorlu imtihan ortamında
Allah’a kalpten yönelen Hazreti Yûnus (as), Rabbimizin rahmet ve şefkati ile
balığın karnından kurtulmuştur.
Hazreti
Yûsuf (as)
Hazreti
Yûsuf’un (as) hayatında da çok büyük imtihanlar ve zorluklar vardır. İftiraya
uğraması ve yıllar boyu zindanda unutulması, elbette zorlu imtihanlardır. Fakat
onun, Allah rızâsı için şevkle ve zevkle göğüs gerdiği en büyük imtihanlardan
biri, kuşkusuz, küçük yaşta kardeşleri tarafından kuyuya atılması ve bu
karanlık yerde kurtuluşu beklemesidir. Eğer onun kuyuda bulunduğu sırada kervan
o bölgeden geçmese, bu topluluk kuyudan su almaya karar vermese, orada günler
boyunca süren zorlu bir şehâdet ile dünyadaki yaşamı belki de son bulmuş
olacaktır. Fakat kuşkusuz ki her şey Allah’ın (CC) dilemesiyledir. Hazreti Yûsuf’u
(as) değerli, üstün ve mübarek bir peygamber olarak yaratan Allah (CC), onun
kurtuluşunu da en güzel şekilde kaderinde belirlemiştir.
Hazreti
Lût (as)
Kur’ân-ı
Kerim’de adı 27 defa geçen Hazreti Lût (as), sapkın bir topluluğun zorlu
baskılarına karşı mücadele vermiştir. Sodom ve Gomore şehirlerinde yaşayan Lût
kavmine peygamber olarak gönderilmiştir.
Sodom
ve Gomore ahalisi, azgın ve ahlâksız bir kavimdir. Putlara tapmış, livata gibi
cinsî sapıklıklarda bulunmuşlardır. Allah’ın (CC) kadim yasalarına aykırı,
eşcinsellik gibi, geçmiş milletlerde görülmeyen her türlü ahlâksızlığı işleyen
bir topluluktur. Hazreti Lût (as), çok ağır şartlar altında, bir rivayete göre
40 sene mücadele vermiş fakat kavminin yaptığı zulüm ve ahlâksızlıkları sona
erdirememiştir. Yıllarca kavminin saâdet ve hidâyeti için çalışmış, fakat
kendisine iki kızıyla birlikte çok az kimse iman etmiştir. Hattâ eşi bile azgın
kavmin tarafını tutmuştur.
Lût kavmi eşcinsellik gibi iğrenç bir günahı işlediği için Allah (CC), onlara önce korkunç bir ses duyurmuş, sonra memleketlerinin altını üstüne getirmiş, daha sonra da üzerlerine taş yağdırmıştır. Böylece hepsi yerin dibine girip helâk olmuşlardır. Helâk olanların arasında Hazreti Lût’un (as) karısı da bulunmaktadır.
Hazreti Eyyûb, tevekkül ve teslîmiyeti ile bedenine, malına ve evlâdına gelen musîbetlere karşı büyük bir sabır göstererek İlâhî takdire râzı olmuştur. Kendisinin dillere destan olan sabır ve teslimiyeti, bir ibret numûnesi olarak insanlık tarihine geçmiştir.
Hazreti
Eyyûb (as)
Hazreti
Eyyûb (as), orta yaşına kadar oldukça zengin bir hayat yaşamış. Başta,
gençliğinde kendisine bahşedilen mal-mülk zenginliği olmak üzere, evlâtları ve
nâil olduğu bütün nimetler, İlâhi bir imtihan olarak birer birer elinden
alınmıştır. Cenâb-ı Hakk, Hazreti Eyyûb’u (as) imtihan etmeyi murâd edince, ilk
olarak mallarını elinden almıştır. Bir sel ile koyunları telef olmuş, bir
rüzgâr ile de ekinleri bozulmuştur. Şeytan, çoban kılığına girerek hemen Hazreti
Eyyûb’a (as) koşmuş, ağlaya ağlaya olup biteni ona haber vermiştir: “Ey Eyyûb!
Büyük bir felâket oldu. Allah (CC) senin bütün mal ve mülkünü telef etti.” Hazreti
Eyyûb (as) ise bu haber karşısında telâşlanmadan, büyük bir tevekkül ve sükûnet
içinde Rabbine hamd etmiş ve insan kılığına girmiş bulunan şeytana, “Mal ve
mülkü bana Rabbim vermişti, şimdi de aldı. Yegâne sahip O’dur! Dilerse verir,
dilerse alır!” cevabını vererek şeytanı kahr-u perişan eylemiştir.
Daha
sonra, Hazreti Eyyûb’un (as) çocukları, bir zelzele ile vefât etmişlerdir.
Şeytan bu sefer de feryâd ederek Hazreti Eyyûb’un (as) yanına gelmiş, onu isyan
ettirmek için gözlerinden seller gibi yaşlar döküp, “Ey Eyyûb! Allah (CC) evini
bir zelzele ile yıktı. Bütün çocuklarını elinden aldı. Onların canhıraş feryatları
dayanılacak gibi değildi. Sen hâlâ duruyor musun?” dedi ve hâdiseyi o kadar
acıklı bir şekilde nakletti ki Hazreti Eyyûb’un (as) tevekkül ve teslimiyet ile
yoğrulmuş kalbindeki merhamet hissiyatı taşarak mübarek gözlerinden yaş geldi.
Ancak bu imtihan karşısında da büyük bir sabır göstererek, İlâhî tecelliye rızâ
gösterdi. Maksadına yine nâil olamayan şeytan, öfkeden kudurdu. Hazreti Eyyûb
şeytana dönerek, “Ey mel’ûn! Sen iblissin ve beni Rabbime karşı isyana teşvik
etmek istiyorsun! Bilesin ki, evlâtlarım birer emanetti, Sahibi geri aldı!
Veren O, alan O, niçin incineyim? Ben, her ahvâlde Rabbime hamd eden bir kulum!”
dedi.
Hazreti
Eyyûb, tevekkül ve teslîmiyeti ile bedenine, malına ve evlâdına gelen
musîbetlere karşı büyük bir sabır göstererek İlâhî takdire râzı olmuştur.
Kendisinin dillere destan olan sabır ve teslimiyeti, bir ibret numûnesi olarak
insanlık tarihine geçmiştir.
Hazreti
Îsâ (as)
Hazreti
Îsâ daha anne karnındayken, annesi Hazreti Meryem Annemiz iftiralara maruz
kalmıştır. Allah’ın (CC) emriyle doğduktan sonra konuştuğu için büyücülük ve
sihirbazlıkla yaftalanmıştır. 30 yaşında peygamberlik şerefine nâil olan, 33
yaşında ise Allah’ın (CC) takdiri ile göğe yükseltilen Hazreti Îsâ (as),
özellikle peygamberlik süresince türlü imtihanlara tâbi tutulmuştur. Ümmetinin
büyük bir kısmı Hazreti Îsâ’nın (as) tebliğ etmiş olduğu dini inkâr etmiş, o
dönemdeki hükümdarlarının dinine girmiş, teslis akîdesini ortaya atmış, Son
Peygamber olarak müjdelenen Âlemlerin Nûru Hazreti Muhammed’i (sav) inkâr etme
gafletine düşmüşlerdir. Türlü sapkınlıklara girip İncil’i tahrif ederek
değiştirmişlerdir. Bir peygamber için, ümmetinin gaflete düşmesinden daha büyük
bir elem olabilir mi?
Hazreti
İbrâhim (as)
Hazreti
İbrâhim (as), hayattaki tek oğlu İsmail’i (as) Allah’a (CC) kurban etmesi ve
zalim Nemrut tarafından ateşe atılması ile imtihan edilmiştir.
Hazreti
İbrâhim (as), oğlu İsmail’i Allah’a (CC) kurban etmek üzere bıçağı oğlunun
boynuna bilediği zaman, bir an bile imanından geri adım atmamış, kendisi gibi
yetiştirdiği oğlu da, Allah’ın takdirine rızâ göstererek tam bir teslimiyet
içinde olmuştur. Allah’ın (CC) emriyle gökten inen bir koç, inananlara Kurban Bayramı’nı
müjdelemiştir.
Hazreti
İbrâhim (as), vaktin bir zamanında hakikatten bîhaber Keldânî kabilesinin
putlarla doldurduğu Kâbe’ye gitmiştir. Orada gümüş, bakır ve ağaçtan yapılmış
putlar vardır. Hazreti İbrâhim, büyük putun dışındaki putların hepsini balta
ile kırıp, sonra da baltayı büyük putun boynuna asmıştır. Akşam olunca Keldânî
kabilesinin ileri gelenleri, gördükleri manzara karşısında büyük bir şaşkınlığa
düşmüşler, tahmin yürüterek bu işi Hazreti İbrâhim’in (as) yapmış
olabileceğinden şüphelenmişlerdir. Bu işi onun yapıp yapmadığını sorduklarında,
Hazreti İbrâhim (as) onlarla alay edercesine, bu işi büyük putun yaptığını,
inanmazlarsa puta sorabileceklerine söylemiştir. Putperestler putların
konuşamayacağını söyleyince, Hazreti İbrâhim (as), konuşamayan ve kendilerini
bile korumaktan aciz varlıklara nasıl taptıklarını sorar. Putperestler rezil
rüsvâ olmuşlardır. Yaşadıkları durumu Nemrud’a anlatıp güya Hazreti İbrâhim’in
(as) cezalandırılmasını isterler.
Nemrud’un
huzuruna getirilen Hazreti İbrâhim (as), Nemrud’un kendisine secde etmesi isteğini
reddeder ve “Beni yaratandan başkasına secde etmem!” cevabını vererek yalnızca
Allah’a (CC) secde edeceğini söyler. Bu yanıt karşısında hiddetlenen Nemrud, Hazreti
İbrâhim’i (as) ateşte yakmaya karar verir. Hazreti İbrâhim (as) ateşe atılmak
üzereyken, kulunun yüce teslimiyeti ve yalnız Hakk’a tevekkülü üzerine, o daha
ateşin içine düşmeden Allah-u Teâlâ, ateşe emreder: “Ey ateş, İbrâhim’e serin
ve selâmet ol!” (Enbiya, 69)
Görüyorsunuz
ya, Sevgili Peygamberimiz başta olmak üzere, insanları doğruya, güzele,
selâhiyete yöneltmek için vazîfelendirilen Peygamberler, bizim çektiğimiz
sıkıntıların katbekat fazlasına göğüs germiş, her türlü zulüm ve işkence
altında Allah-u Teâlâ’ya gıpta edilecek bir teslimiyet içerisinde, başlarına
gelen musîbetlere sabretmişlerdir. Şüphesiz Nebîler âleminin yaşamış olduğu
bütün bu zorluklar, biz aciz kulların, Peygamberlerin samîmiyetlerine şâhit
olması ve onların üstün ahlâklarını örnek alması için birer vesîledir.
Şunu
unutmayalım: Salgın hastalık nedeniyle zor bir süreç yaşadık, hâlâ yaşıyoruz.
Sadece memleketimiz ve İslâm âlemi için değil, tüm insanlık için meşakkatli bir
dönemden geçiyoruz. Lâkin Sevgili Peygamberimiz (sav) gibi yerimizden
yurdumuzdan edilmedik. Hazreti Mûsâ (as) gibi kendi ümmetinin düştüğü gafleti
görmedik. Hazreti Yûnus (as) gibi bir balığın karnına konulmadık. Hazreti Yûsuf
(as) gibi kör kuyulara atılmadık. Hazreti Lût (as) gibi, yaşadığımız şehirde
taş taş üstünde kalmaması gibi bir durum olmadı. Hazreti Eyyûb (as) gibi
sahip olduğumuz her şeyi bir bir yitirmedik. Her ne kadar Allah (CC) tarafından
göğe yükseltilmiş olsa da Hazreti Îsâ (as) gibi canımıza kasteden olmadı. Hazreti
İbrâhim (as) gibi ateşlere atılmadık. Yapmamız gereken tek şey, evde kalmak…
Nebîlerin yaşadıklarının yanında bizim yaşadığımız nedir ki? Haksız mıyım?