Peygamber sabrı

Rahmet Peygamberi (sav), Kendisi daha doğmadan babası vefat ettiği için yetim büyümüştür. 6 yaşındayken de annesini kaybetmiş ve dedesinin himâyesine girmiştir. Sağlığında yedi çocuğundan altısının vefatını görmüş, bir insanın yaşayabileceği en büyük acılardan olan evlât acısını altı kez tatmıştır. “Peygamber sabrı” dedikleri şey tam da budur zaten!

YERYÜZÜNDE sadece iyiliğin ve mutluluğun var olduğu; hiçbir doğal afetin, kazânın, musîbetin, kederin yaşanmadığı, insanların arasında kötülüğün olmadığı bir dünya hayatı nasıl olurdu sizce?

Bu soruyu muhtemelen çocukluk günlerimizde kendi kendimize sormuşuzdur. Çizgi filmler böyle tasarlanıyor çünkü. Orada herkes iyi niyetli. Kötülük yok. Ölüm diye bir şey yok. Her yer sütliman. Hoş, orada bile kovalamaca oluyor bazen, değil mi? Yeri geliyor, çizgi filmde kedi fareyi kovalıyor. Yüzde yüz rahatlık diye bir şey yine yok.

Hikmetinden suâl olunmaz, Rabbim dünya hayatını bir imtihan vesilesi olarak kullarının önüne koymuş, uyulması gereken kurallar bütününü Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de açıklamış, bizlere tebliğ etmesi için de Sevgili Peygamberimizi (sav) görevlendirmiştir. Kötülüğün, mutsuzluğun, elemin olmadığı yer olarak Cennet’i yaratmış, “dünya hayatı” dediğimiz imtihandan başarı ile geçen kullarını Cennet ile ödüllendireceğini vaat etmiştir.

“Lâ rahâte fi’d-dünya” yani “dünyada rahat yoktur”. Böyle buyuruyor Sevgili Peygamberimiz (sav). Âlemlerin Nûru, ümmetine burada çok önemli bir bilgi veriyor. Yaşadığımız ve yaşayacağımız her şeyin bir imtihandan ibaret olduğunu kabullendiğimiz an her türlü hastalığı, doğal afeti, kederi, kazâyı, belâyı da cebimize koyup “Eyvallah” demiş oluyoruz. Ki Allah katında, zaten olgun bir Müslümanın düşünce yapısının bu olması gerekiyor.

Malûm, Covid-19 salgını nedeni ile tüm dünyada hayat neredeyse durmuş durumda. Gözle göremediğimiz zerreden küçük mikroplar, taş taş üstünde bırakmadı. Sokaklar boş, çarşı pazar boş, mecburiyetten mescitler boş, camiler boş, hattâ ve hattâ -kahrolarak yazıyorum- Kâbe-i Muazzama boş. İnsanlık büyük bir sınav veriyor. Belki de bu günler, hem bir insan, hem de bir Müslüman olarak kendimizi hesaba çekmemiz için ortaya çıkan bir fırsattır.

Bir şeyi kabul edelim; insanoğlu yaratılışı gereği maalesef biraz nankör. Ayağına taş değse, dünyanın gamını kederini kendisinin taşıdığını düşünüyor. Üzerinde yaşadığımız dünya, yüzyıllardır savaşlarla, kıtlıklarla, salgın hastalıklarla boğuşurken, yaşadığımız şey sanki ilk kez bizim başımıza gelmiş gibi havalara giriyoruz. Oysa en büyük imtihanlardan Allah’ın (CC) en sevgili kullarının, Peygamberlerin geçtiğini unutuyoruz. Allah (CC) tarafından seçilmiş, ahlâklı ve erdemli kullar olmalarına rağmen, yine de Peygamberler, hayatları boyunca oldukça zorlu imtihanlarla sınanmışlardır. Sabrın, sağduyunun, metânetin, duânın en büyük gücümüz olduğu bu sıkıntılı dönemde, dilerseniz bizden çok daha büyük imtihanlara tâbi tutulan bazı Peygamberlerin yaşadıkları zorluklara yakından bir göz atalım. Âlemlerin Nûru, Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav) ile başlayalım…


Hazreti Muhammed (sav)

“Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimizin (sav) yeryüzünü şereflendirdiği 63 senelik hayatı türlü sıkıntılarla, dünyevî imtihanlarla geçti” desek yeridir. Rahmet Peygamberi (sav), Kendisi daha doğmadan babası vefat ettiği için yetim büyümüştür. 6 yaşındayken de annesini kaybetmiş ve dedesinin himâyesine girmiştir. Sağlığında yedi çocuğundan altısının vefatını görmüş, bir insanın yaşayabileceği en büyük acılardan olan evlât acısını altı kez tatmıştır. “Peygamber sabrı” dedikleri şey tam da budur zaten!

Hicret’in onuncu yılında, Peygamber Efendimiz (sav), can vermekte olan oğlu İbrâhim’i kucağına almış, gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamıştır. Sonrasında oğluna son bir kez bakıp, “Vallahi ey İbrâhim, Biz senden ayrılmakla çok üzgünüz” şeklinde buyurmuştur. Sonra da karşısındaki dağa, “Ey dağ! Eğer bendeki üzüntü sende olsaydı muhakkak yıkılıp gitmiştin! Fakat Biz, Allah’ın bize emrettiğini söyleriz. Rabbü’l-Âlemin olan Allah’a hamd ederiz” diye buyurmuştur.

Peygamber Efendimizin (sav) İbrâhim için ağladığı sırada Üsame b. Zeyd feryâda başlayınca, Hazreti Peygamber onu uyarmıştır. Üsame, “Senin de ağladığını gördüm Ya Resûlullah” deyince, Resûl-i Ekrem, “Ağlamak, acımaktan ileri gelir. Feryat ve figân ise şeytandandır” diye buyurmuştur.

Putperestliğin, hayâsızlığın hüküm sürdüğü Cahiliye Dönemi’nde insanların cehaleti karşısında bağrına taş basmıştır Sevgili Peygamberimiz (sav). Kendisi ve O’na inanan ilk Müslümanlar, Mekkeli putperestlerin hakaret, alay ve türlü eziyetine maruz kalmışlardır. Hakikatten bîhaber cühelâ silsilesi, yoluna dikenler koyup küçücük çocukları kandırarak taşlatmışlardır. Neyse ki, Allah’ın (C.C) hikmetiyle Peygamberimizin burnu bile kanamamıştır. Elli iki yıl hayat sürdüğü Mekke’den, ilerlemiş yaşına rağmen çıkarılmış, 500 kilometreye yakın çöl ve taşlık yolu geçerek Medine’ye hicret etmiştir. Medine’den daha sonra Kâbe’yi ziyaret için geldiğinde Mekke’ye kabul edilmemiş, Kâbe’ye yaklaşık 20 kilometre uzaklıkta olan Hudeybiye’den geri döndürülmüştür. Müşrikler, Kendisini defaatle öldürmek istemişlerdir. Yine Allah’ın (CC) hikmetiyle, mağara içinde ağlarını ören bir örümcek ve yuva yapan güvercinler sayesinde kılına zarar gelmemiştir.

Sevgili Peygamberimiz rahat bir yaşam sürmemiş, ümmetine örnek teşkil etmesi için, başına gelen her türlü musîbete, hayrın da şerrin de Allah (CC) tarafından geldiğini bilerek sabretmiştir. Kendisi sabır ve metânetle duâ etmiş, zor zamanlarda Allah’tan (CC) yardım dilemiştir.

Hazreti Mûsâ (as)

Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de ismi tam 136 kere geçen Hazreti Mûsâ (as), çileli hayat süren Peygamberlerdendir. Bir yandan Firavun gibi acımasız bir zalimle mücadele ederken, bir yandan da Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ ile mükellef olduğu İsrailoğullarının sürekli sapkınlığa meyletmesi nedeniyle türlü sıkıntılar yaşamıştır. Örneğin, Hazreti Mûsâ, İsrailoğullarını “Arz-ı Mev’ud” denilen yere yerleştirmek için götürürken, İsrailoğullarının orada bulunan Amâlika kavminden korkması sebebi ile Allah (CC) onları 40 yıl Tih sahrasında kalmaya mahkûm etmiştir.

Mûsâ Peygamber (as), kardeşi Harun Peygamber’i (as) yerine vekîl bırakıp Tûr dağına gittikten sonra, Sâmirî isimli nankör bir Yahudi, Hazreti Mûsâ’nın (as) yokluğunu fırsat bilerek bir buzağı yapmış ve İsrailoğullarından ona tapmalarını istemiştir. Zafiyete düşen İsrailoğulları buzağıya tapma gafleti göstermiş, Mûsâ Peygamber (as), İsrailoğullarına iman etmeleri için uzun uğraşlar vermiş ve birçok mucizeler göstermiştir. Onları imana davet etmiş fakat onlar çoğu kez nankörlük yaparak yoldan çıkmışlardır.

Hazreti Yûnus (as)

Kur’ân-ı Kerîm’de kendi adına bir sûre bulunan Hazreti Yûnus (as), Âsur Devleti’nin başkenti olan Ninova halkına gönderilmiş bir peygamberdir. Putlara tapan Ninova ahalisinin türlü hakaretlerine maruz kalan Hazreti Yûnus, geminin içindeyken denizin ortasına bile atılmıştır. Kendisini bir balığın karnında bulan Hazreti Yûnus, o zorlu süre boyunca Allah’a yönelmiş ve âyette bildirildiği üzere içi kahır dolu olarak Rabbine çağrıda bulunmuştur (Kalem, 48). Bu zorlu imtihan ortamında Allah’a kalpten yönelen Hazreti Yûnus (as), Rabbimizin rahmet ve şefkati ile balığın karnından kurtulmuştur.

Hazreti Yûsuf (as)

Hazreti Yûsuf’un (as) hayatında da çok büyük imtihanlar ve zorluklar vardır. İftiraya uğraması ve yıllar boyu zindanda unutulması, elbette zorlu imtihanlardır. Fakat onun, Allah rızâsı için şevkle ve zevkle göğüs gerdiği en büyük imtihanlardan biri, kuşkusuz, küçük yaşta kardeşleri tarafından kuyuya atılması ve bu karanlık yerde kurtuluşu beklemesidir. Eğer onun kuyuda bulunduğu sırada kervan o bölgeden geçmese, bu topluluk kuyudan su almaya karar vermese, orada günler boyunca süren zorlu bir şehâdet ile dünyadaki yaşamı belki de son bulmuş olacaktır. Fakat kuşkusuz ki her şey Allah’ın (CC) dilemesiyledir. Hazreti Yûsuf’u (as) değerli, üstün ve mübarek bir peygamber olarak yaratan Allah (CC), onun kurtuluşunu da en güzel şekilde kaderinde belirlemiştir.

Hazreti Lût (as)

Kur’ân-ı Kerim’de adı 27 defa geçen Hazreti Lût (as), sapkın bir topluluğun zorlu baskılarına karşı mücadele vermiştir. Sodom ve Gomore şehirlerinde yaşayan Lût kavmine peygamber olarak gönderilmiştir.

Sodom ve Gomore ahalisi, azgın ve ahlâksız bir kavimdir. Putlara tapmış, livata gibi cinsî sapıklıklarda bulunmuşlardır. Allah’ın (CC) kadim yasalarına aykırı, eşcinsellik gibi, geçmiş milletlerde görülmeyen her türlü ahlâksızlığı işleyen bir topluluktur. Hazreti Lût (as), çok ağır şartlar altında, bir rivayete göre 40 sene mücadele vermiş fakat kavminin yaptığı zulüm ve ahlâksızlıkları sona erdirememiştir. Yıllarca kavminin saâdet ve hidâyeti için çalışmış, fakat kendisine iki kızıyla birlikte çok az kimse iman etmiştir. Hattâ eşi bile azgın kavmin tarafını tutmuştur.

Lût kavmi eşcinsellik gibi iğrenç bir günahı işlediği için Allah (CC), onlara önce korkunç bir ses duyurmuş, sonra memleketlerinin altını üstüne getirmiş, daha sonra da üzerlerine taş yağdırmıştır. Böylece hepsi yerin dibine girip helâk olmuşlardır. Helâk olanların arasında Hazreti Lût’un (as) karısı da bulunmaktadır.

Hazreti Eyyûb, tevekkül ve teslîmiyeti ile bedenine, malına ve evlâdına gelen musîbetlere karşı büyük bir sabır göstererek İlâhî takdire râzı olmuştur. Kendisinin dillere destan olan sabır ve teslimiyeti, bir ibret numûnesi olarak insanlık tarihine geçmiştir.

Hazreti Eyyûb (as)

Hazreti Eyyûb (as), orta yaşına kadar oldukça zengin bir hayat yaşamış. Başta, gençliğinde kendisine bahşedilen mal-mülk zenginliği olmak üzere, evlâtları ve nâil olduğu bütün nimetler, İlâhi bir imtihan olarak birer birer elinden alınmıştır. Cenâb-ı Hakk, Hazreti Eyyûb’u (as) imtihan etmeyi murâd edince, ilk olarak mallarını elinden almıştır. Bir sel ile koyunları telef olmuş, bir rüzgâr ile de ekinleri bozulmuştur. Şeytan, çoban kılığına girerek hemen Hazreti Eyyûb’a (as) koşmuş, ağlaya ağlaya olup biteni ona haber vermiştir: “Ey Eyyûb! Büyük bir felâket oldu. Allah (CC) senin bütün mal ve mülkünü telef etti.” Hazreti Eyyûb (as) ise bu haber karşısında telâşlanmadan, büyük bir tevekkül ve sükûnet içinde Rabbine hamd etmiş ve insan kılığına girmiş bulunan şeytana, “Mal ve mülkü bana Rabbim vermişti, şimdi de aldı. Yegâne sahip O’dur! Dilerse verir, dilerse alır!” cevabını vererek şeytanı kahr-u perişan eylemiştir.

Daha sonra, Hazreti Eyyûb’un (as) çocukları, bir zelzele ile vefât etmişlerdir. Şeytan bu sefer de feryâd ederek Hazreti Eyyûb’un (as) yanına gelmiş, onu isyan ettirmek için gözlerinden seller gibi yaşlar döküp, “Ey Eyyûb! Allah (CC) evini bir zelzele ile yıktı. Bütün çocuklarını elinden aldı. Onların canhıraş feryatları dayanılacak gibi değildi. Sen hâlâ duruyor musun?” dedi ve hâdiseyi o kadar acıklı bir şekilde nakletti ki Hazreti Eyyûb’un (as) tevekkül ve teslimiyet ile yoğrulmuş kalbindeki merhamet hissiyatı taşarak mübarek gözlerinden yaş geldi. Ancak bu imtihan karşısında da büyük bir sabır göstererek, İlâhî tecelliye rızâ gösterdi. Maksadına yine nâil olamayan şeytan, öfkeden kudurdu. Hazreti Eyyûb şeytana dönerek, “Ey mel’ûn! Sen iblissin ve beni Rabbime karşı isyana teşvik etmek istiyorsun! Bilesin ki, evlâtlarım birer emanetti, Sahibi geri aldı! Veren O, alan O, niçin incineyim? Ben, her ahvâlde Rabbime hamd eden bir kulum!” dedi.

Hazreti Eyyûb, tevekkül ve teslîmiyeti ile bedenine, malına ve evlâdına gelen musîbetlere karşı büyük bir sabır göstererek İlâhî takdire râzı olmuştur. Kendisinin dillere destan olan sabır ve teslimiyeti, bir ibret numûnesi olarak insanlık tarihine geçmiştir.

Hazreti Îsâ (as)

Hazreti Îsâ daha anne karnındayken, annesi Hazreti Meryem Annemiz iftiralara maruz kalmıştır. Allah’ın (CC) emriyle doğduktan sonra konuştuğu için büyücülük ve sihirbazlıkla yaftalanmıştır. 30 yaşında peygamberlik şerefine nâil olan, 33 yaşında ise Allah’ın (CC) takdiri ile göğe yükseltilen Hazreti Îsâ (as), özellikle peygamberlik süresince türlü imtihanlara tâbi tutulmuştur. Ümmetinin büyük bir kısmı Hazreti Îsâ’nın (as) tebliğ etmiş olduğu dini inkâr etmiş, o dönemdeki hükümdarlarının dinine girmiş, teslis akîdesini ortaya atmış, Son Peygamber olarak müjdelenen Âlemlerin Nûru Hazreti Muhammed’i (sav) inkâr etme gafletine düşmüşlerdir. Türlü sapkınlıklara girip İncil’i tahrif ederek değiştirmişlerdir. Bir peygamber için, ümmetinin gaflete düşmesinden daha büyük bir elem olabilir mi?

Hazreti İbrâhim (as)

Hazreti İbrâhim (as), hayattaki tek oğlu İsmail’i (as) Allah’a (CC) kurban etmesi ve zalim Nemrut tarafından ateşe atılması ile imtihan edilmiştir.

Hazreti İbrâhim (as), oğlu İsmail’i Allah’a (CC) kurban etmek üzere bıçağı oğlunun boynuna bilediği zaman, bir an bile imanından geri adım atmamış, kendisi gibi yetiştirdiği oğlu da, Allah’ın takdirine rızâ göstererek tam bir teslimiyet içinde olmuştur. Allah’ın (CC) emriyle gökten inen bir koç, inananlara Kurban Bayramı’nı müjdelemiştir.

Hazreti İbrâhim (as), vaktin bir zamanında hakikatten bîhaber Keldânî kabilesinin putlarla doldurduğu Kâbe’ye gitmiştir. Orada gümüş, bakır ve ağaçtan yapılmış putlar vardır. Hazreti İbrâhim, büyük putun dışındaki putların hepsini balta ile kırıp, sonra da baltayı büyük putun boynuna asmıştır. Akşam olunca Keldânî kabilesinin ileri gelenleri, gördükleri manzara karşısında büyük bir şaşkınlığa düşmüşler, tahmin yürüterek bu işi Hazreti İbrâhim’in (as) yapmış olabileceğinden şüphelenmişlerdir. Bu işi onun yapıp yapmadığını sorduklarında, Hazreti İbrâhim (as) onlarla alay edercesine, bu işi büyük putun yaptığını, inanmazlarsa puta sorabileceklerine söylemiştir. Putperestler putların konuşamayacağını söyleyince, Hazreti İbrâhim (as), konuşamayan ve kendilerini bile korumaktan aciz varlıklara nasıl taptıklarını sorar. Putperestler rezil rüsvâ olmuşlardır. Yaşadıkları durumu Nemrud’a anlatıp güya Hazreti İbrâhim’in (as) cezalandırılmasını isterler.

Nemrud’un huzuruna getirilen Hazreti İbrâhim (as), Nemrud’un kendisine secde etmesi isteğini reddeder ve “Beni yaratandan başkasına secde etmem!” cevabını vererek yalnızca Allah’a (CC) secde edeceğini söyler. Bu yanıt karşısında hiddetlenen Nemrud, Hazreti İbrâhim’i (as) ateşte yakmaya karar verir. Hazreti İbrâhim (as) ateşe atılmak üzereyken, kulunun yüce teslimiyeti ve yalnız Hakk’a tevekkülü üzerine, o daha ateşin içine düşmeden Allah-u Teâlâ, ateşe emreder: “Ey ateş, İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” (Enbiya, 69)

Görüyorsunuz ya, Sevgili Peygamberimiz başta olmak üzere, insanları doğruya, güzele, selâhiyete yöneltmek için vazîfelendirilen Peygamberler, bizim çektiğimiz sıkıntıların katbekat fazlasına göğüs germiş, her türlü zulüm ve işkence altında Allah-u Teâlâ’ya gıpta edilecek bir teslimiyet içerisinde, başlarına gelen musîbetlere sabretmişlerdir. Şüphesiz Nebîler âleminin yaşamış olduğu bütün bu zorluklar, biz aciz kulların, Peygamberlerin samîmiyetlerine şâhit olması ve onların üstün ahlâklarını örnek alması için birer vesîledir.

Şunu unutmayalım: Salgın hastalık nedeniyle zor bir süreç yaşadık, hâlâ yaşıyoruz. Sadece memleketimiz ve İslâm âlemi için değil, tüm insanlık için meşakkatli bir dönemden geçiyoruz. Lâkin Sevgili Peygamberimiz (sav) gibi yerimizden yurdumuzdan edilmedik. Hazreti Mûsâ (as) gibi kendi ümmetinin düştüğü gafleti görmedik. Hazreti Yûnus (as) gibi bir balığın karnına konulmadık. Hazreti Yûsuf (as) gibi kör kuyulara atılmadık. Hazreti Lût (as) gibi, yaşadığımız şehirde taş taş üstünde kalmaması gibi bir durum olmadı. Hazreti Eyyûb (as) gibi sahip olduğumuz her şeyi bir bir yitirmedik. Her ne kadar Allah (CC) tarafından göğe yükseltilmiş olsa da Hazreti Îsâ (as) gibi canımıza kasteden olmadı. Hazreti İbrâhim (as) gibi ateşlere atılmadık. Yapmamız gereken tek şey, evde kalmak… Nebîlerin yaşadıklarının yanında bizim yaşadığımız nedir ki? Haksız mıyım?