Peygamber ocağında “sıddıkîyet makâmı”

“Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil…”

ESMA kızı Emine ile aynı yastığa baş koyan İbrahim Efendi, o sabah erkenden kalkarak önce abdestini aldı, ardından sabah namazını edâ etti. Taze gelin, tandır ekmeğini kınalı parmaklarıyla ıslatıp sofra bezine sararken, evin erkeği, tahta masanın üzerinde dantel altına konan radyonun kulağını büküp istasyon aramaya başladı.

Frekans geçişlerindeki cızırtı ile ispirto ocağın üzerindeki tereyağlı yumurtanın çıkardığı ses birbirine karışıyordu. Aradığı dalgayı nihayet bulmuştu. Radyodaki gizemli adam, “Peygamberlerden sonra ‘sıddık’ tâbiriyle tarif edilen, Rablerine ve insanlara verdikleri sözleri bihakkın yerine getiren insanlar gelir” cümlesini sarf etti. Devamında ise, Cenâb-ı Allah’ın bizden “dua” etmemizi istediğini ve nimet bahşettiği kulları arasına bizi katmasını istememizi, günde 40 kez okuduğumuz Fâtihâ Sûresi’nde, “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil”  mealindeki âyeti hatırlattı.

Alelacele kahvaltısını yaparak doğru tarlaya gitti. Radyodan ve evden uzaklaşmıştı ama hakikatin sesi kulağına altın küpe gibi asılmıştı. Onun bu hâlini gören ağabeyi Abidin Efendi, “Yine neye daldın?” sorusunu yöneltti. “Şey” dedi, yutkundu. Kendini toparlayarak, “Galiba ikinci kez amca oluyorsun” dedi. Amca adayı, “O zaman, oğlan olursa, adı ‘Sıddık’ olsun” dedikten sonra devam etti: “Sabah radyo dinlerken duydum, orada geçiyordu.”

İbrahim Efendi şaşırmıştı. Daha birkaç saat önce aklından geçenleri ağabeyi dillendiriyordu. İki kardeş, birbirlerine tebessüm ederek yeniden işe koyuldular…

Aradan tam yirmi sene geçmişti. Yokluk, kıtlık ve bin bir zorlukla geçen yirmi uzun sene… Ablası Şemsinur’dan sonra dünyaya gelen Sıddık, Nedime, Selahattin, Sadet, Halil, Celil ve Elaattin isimli kardeşlerine ablalık ve ağabeylik yapma zevkini tatmışlardı. Çok sonraları ise bu halkaya Recep ve son beşik Sâdık dâhil olacaktı...

O bir asker

Serpilmiş, yağız bir delikanlı olmuştu. Babası, onu meşhur bir lokantada işe yerleştirmişti. Ustası, aynı zamanda kirvesi olan Aşçı Halil’in çırağıydı artık. Lezzetli yemeklere kepçe, odun ateşinde pişen dönere de bıçak sallıyordu. Soğuk bir Şubat sabahında bel hizasına erişen kara aldırış etmeden çıktığı kerpiç evden, elinde yoklama kâğıdı, sırtında ise yeşil renkli melbusat çantasıyla içeri girdi. Anası, sesini çıkarmadan ayağa kalkıp uzun, ince yapılı evlâdına sarıldı.

Askerlik çağına gelmesine rağmen halâ utangaçtı. Yüzüne bakıldığında masumiyeti ortaya çıkıyor, edeple başını öne eğiyordu. İlk kez başını eğmedi ve gururla, “Ede, oğlun asker oluyor, Peygamber ocağına gidiyor” dedi. Annesi, sadece “Nereye?” diye sorabildi. Cevap: “Ankara ede Ankara!”

Gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var!

Yola çıkmasına üç gün kalmıştı. Yeni evlenen Şemsinur Ablasının köyüne gitti. Gidip dönecekti ama orada iki gece üst üste kaldı. Belli ki, hasret uzun sürer diye endişe ediyordu. Ablasına sarılıp, “Belki giderim ama bir daha dönmem, hakkını helâl et!” diyerek helâllik isterken henüz yaşını doldurmuş yeğeni Sevim’i kucağına aldığında, küçük kızın kulağındaki küpeler ile kıvrım kıvrım kollarındaki naylon bileziklerle göz göze geldi. “Askerden gelsin, dayın sana yenilerini alacak” dedi ve elma gibi kızarmış yanaklarından doya doya öpüp ablasıyla vedalaştı.

Sırada işyeri vardı. Yanına kardeşini alarak ustasından destur istemeye gitti.

Baba sözü

Yerine, henüz on beşindeki küçük kardeşi Selahattin geçecek, tezgâha bıraktığı bıçak ile kepçeyi de sahiplenecekti. Öyle de oldu. Hazırlıklar sürerken bir yandan da al ver ediyor, evlilikle ilgili fikrini ufaktan ufağa dillendiriyordu: Komşu kızı Fikriye…

Babasının ise şartı vardı: “Hayırlısıyla git gel, isteriz…”

İçine umut düşmüştü. O umuda sarılarak, taş duvarla çevrili komşu bahçenin etrafında bir iki tur attı ama istediği gözlerle temas kuramadı.

Askere gideli tam üç ay olmuştu. Belli aralıklarla gelen mektuplar seyrelmiş, sonrasında ise tamamen kesilmişti.

Anne ile baba, “Demek ki talimden vakit bulamıyor!” diyerek hasret ateşine teselli dökerken, amca bunu dillendirir: “İbrahim, Sıddık’tan haber var mı?” “Yok!” cevabını alınca, “Bu böyle olmaz!” diyerek kardeşine çıkışır ve Alay Komutanına haber ulaştırmak üzere Askerlik Şubesi’nin yolunu tutar.

Çok geçmeden, amcazâdeleri Hurşit Kaplan’a konuyla ilgili bilgi ulaşır ulaşmasına da yüreği el vermez! İşi, Abidin Efendi’ye havale eder. Kara haberi vermek üzere mahalleye döner. Eve varır varmaz, arkasından mor elbiseli, bisikletli postacı gelir ve elindeki kara mektubu Abidin Efendi’ye uzatır. İçeriği bilmesine rağmen, zayıf da olsa “Bir umuttur” diyerek hızla göz gezdirir satırlara: “Oğlunuz Sıddık, kan kanseri teşhisiyle tedavi görmekte olduğu Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde vefat etmiştir.”

Yıkılan amca, metanetini koruyarak bal rengi gözlerinden yaş akıtmayı erteler, acısını içine gömer ve elindeki bel küreğiyle tarlada harıl harıl çalışmakta olan kardeşine seslenir. Tarla başından ter ve nefes içinde koşarak gelen İbrahim Efendi’den önce aynı avluyu paylaşan iki evin fertleri, dibek taşının etrafına doluşur. Bulutlar, sadece yağmur taşımamaktadır. “Al, oku” der postacının getirdiği mektubu kardeşine uzatarak. O sırada herkes, “Başımız sağ olsun, Sıddık vefat etmiş” cümlesini duyar. İki kardeş, gözyaşlarını birleştirip birbirlerine sarılırken, genç anne ise oracıkta yığılıp kalır. Feryâdı ise bütün mahalleden duyulur.

Yokluk günleri

Yaslı babanın bir çift öküzü vardır; onu da satıp yollara düşse, ihtimâl, maişet sıkıntısı çekecektir. Zaten ağabeyi de bunun farkındadır ve izin vermez. Askerlik Şubesi’ne cenazeyi almaya gidemeyecekleri bilgisi verilir. Bıyıkları henüz terlemiş asker, bir daha memleket yüzü görmeden, silah arkadaşlarının omuzunda askerî mezarlığa taşınır. Gurbet elde toprağa verilen Sıddık, peygamberlerden sonra, şehitlerden evvel gelen makâmdadır ve sıddîklerle beraberdir…

O günden sonra sıklıkla baygınlık geçirmekte olan anneyi, ilçenin meşhur ve merhametli doktoru merhum Dr. Yılmaz’ın muayenehanesine götürürler. İlacın hâricinde, “Sigaraya başlasın” tavsiyesinde bulunur. Baygınlık bıçak sırtı gibi kesilse de kalbini baştanbaşa yaran acısı dinmeyecek, eline aldığı tütünün dumanı ise ölene dek tütecektir.