“Peygamber” medeniyettir

Hazreti Muhammed Efendimizin (sav) varlığının kâinattaki medeniyet etkisi, kıyamete kadar sürecektir. İnsanın Peygamber’e inanıp inanmaması kendi varlığını sekteye uğratsa da, Peygamber’in varlığını ve âleme bıraktığı etkiyi hiçbir surette kesintiye uğratamaz.

TARİHÎ bilgi ve verilere baktığınızda, insanın, zamanın bir kesitinde toplu yaşamaya ve yerleşik düzene geçtiği söylenir. Bunun böyle söylenmesinde insanî zaviyede aklî gerekçeleri var. Çünkü insanın tarih ve arkeoloji bilimlerine özenle eğilişi, bilimsel atılımların her geçen gün artış göstermesiyle doğru orantılı ilerleme kaydediyor. Fakat insan bilmeyendir. İnsan, bilmeyen olduğundan, öğrenmesi gerekendir. Öğrenmesi gereken olduğundan, bir öğretene ihtiyaç vardır. Öğreten de O’dur. Öyleyse hatırlayalım: “Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona anlayıp açıkça anlatmayı öğretti.” (Rahmân, 1-4)

Yaradan şefkat ve merhametiyle Kur’ân’ı insana bahşettiğinde, ona insanı, zamanı, Yaradan’ı ve mahlûkatı anlamayı da öğretti. İnsana akıl ve ruh verdi. Ruhu tanımamızda da, aklı kullanmamızda da tıpkı beş duyu organı gibi sınırlar halk etti. Bu sınırlar insanın yaratılmış olduğunu, bir Yaradan’a ait olduğunu ve O’nun mülkünde, O’nun hükümranlığında ömür sürdüğünü anlatır durur.

Aslında dikkatle dinlediğimizde tüm bunlar ve daha fazlası birer anlatımdır. Bütün tabiat ve canlı organizma, bütün insanî vasıflar ve melekeler, bütün sınırlar ve görülebilen uzakların hepsi birer anlatım… Bu İlâhî anlatımda zihnin bütün şifreleri çözmesi mümkün olmadığından, birtakım şifreleri çözmek, kapıları açmak ve uzaklara erişmek yolunda gösterilen gayretler, insanoğlunu bilim dallarında gezintiye çıkarıyor.

İşte tarih ve arkeoloji de insanın nereden gelip nereye gittiğini, bu yolculukta ne gibi değişimlere ve dönüşümlere uğradığını, hangi kitlesel sınavlardan geçtiğini ve millet millet ne gibi gelişimleri ziyaret ettiğini ölçme ve değerlendirme usullerinden biri. Fakat bu usulde es geçilen “bilginin kaynağı” olunca, elde edilen yığma yargılar da bir noktada eksik ve hasarlı olabiliyor. İlk başta da dediğim gibi, arkeoloji insan hayatını mercek altına aldığında yerleşik bir yaşama geçişi “Neolitik devrim” olarak niteler ve ilk insandan oldukça uzak bir menzile işaret eder. Fakat bunu yaparken elbette kısıtlı bir geçmiş yoklaması kabiliyetine başvurur. Çünkü zamanı yerinde ve çıplak gözle tespit edecek bir akıl kazanımı var olmadığından ve duyu organları ile bütün zihnî melekeler de bu geçmiş ziyaretine imkân tanımadığından, insan, birtakım bilimsel öğrenme metotları uygular.

Öncelikle yazılı tarih ile yazının olmadığı söylenen zaman dilimleri arasında da araştırma yönünden oldukça büyük farklar vardır. Yazılı iletişim ve yazılı eserlerin aydınlığında izlenemeyen geçmiş çağlar, arkeolojik kazılarla ve ele geçen buluntuların çeşitli yöntemlerle tarihlendirilmesi esasıyla daha aydınlık bir zeminde etüt edilir. Böylece var olan bilgiye ve elde edilen buluntulara bakarak, uzmanlarca bir insanlık serüveni lanse edilir. Genel kabul gören tarihin ne kadarı tam olarak doğru bilemesek de, Yaradan’ın bildirdikleri ile çok daha izbe ve loş çağlar da güçlü ışık kaynaklarına kavuşuyor ve sırlar ayan oluyor.

Yaradan, Hazreti Âdem’i yarattıktan sonra ona bütün insanî ve dünyevî bilgileri de öğretti. Meleklerin bilmediğini artık insan biliyordu. Bilmek, ancak bildirenin bir nimeti olabilirdi. Ancak böyle bir bilgi hazinesiyle şereflendirilen insan için gelecek bütün bilgi arayışları imkân bulabilirdi. Çünkü hiçbir bilgiye sahip olmayan, doğada öylesine salınan bir insan tipolojisi, tarih ve arkeoloji için son derece dikkat çekici görünse de böyle bir varlığın bilmeye ve öğrenmeye böylesi bir açlık hissetmesi de beklenemezdi.

Hazreti Âdem’de olan bilginin hâlâ büyük bir kısmı çağdaş insanın aklında yer kaplamıyor yazık ki. Ama yine de ilk insanı ve ilk insan topluluklarını daha hayvanî formlara sokmak isteyen aciz bir akıl temayülü ile karanlığa mahkûm olmaya devam ediyoruz.

Elmaya “elma” demeyi öğreten Allah’a hamdolsun ki bu öğrenme ile bugün en uzak gezegenleri bilme tutkusuna erişebiliyoruz. Çünkü bilgi ve sezgi daha ilk andan itibaren insana bahşedilmeseydi tıp, astronomi, matematik ve ne kadar kıymettar bilim varsa hiçbirinde, insanın bırakın bilgisini, bilgiye götüren merak duygusu bile kendiliğinden var edilemezdi.

Hiçbir canlı, bilme duygusu ve bu duyguya hizmet eden akıl, zihin ve duyu organları gibi kazanımlara sahip olmadan, cehalete “cehalet” diyemeyecek bir algı potansiyelinden uzaya bakacak bir ferasete erişemez. Bugün kediler nasıl ki fezaya uydu gönderme arzusu taşımıyorsa, bundan trilyonlarca yıl sonra da bu derde düşmeyecekler. Çünkü bundan binlerce yıl önce de hiçbir hayvan, tıbbın geliştirilmesi ve insanın en hassas damarlarına tüp sokulup kamerayla incelenebilmesi yönünde bir ihtimâli düşünmemişlerdi. Bundan böyle de düşünmeyecekler.

Ama insan, Hazreti Âdem’den beri bilginin ve sezginin Yaradan tarafından lütfedildiği bir varlık olarak, her an yeni bir bilgiye ulaşabilme gayretiyle yaşamını sürdürüyor.

Âdemoğlu dışında hiçbir canlı varlık bilgisiz değildir. Çünkü bilgisizlik, bilinmesi gerekeni es geçme ya da bilmeye gayret etme zaruretini bertaraf etme yoluyla gerçekleşebilir. Sınırlı bilgi ve güdüye sahip olan tüm varlıklar nasıl ki O’nun öğrettiği kadarına erişebiliyorlarsa, insan da var oluşundan bu yana belli sınırlar içinde ve Rabbin bildirdiği kadarıyla bir hedefe varabiliyor. Bundan yüz yıl sonra varılacak ilmî ve aklî gelişimin son raddesi neresiyse, orası, zaten en baştan beri insana müsaade edilmiş hududun dâhilindedir.

Tarih biliminin bahsettiği ilkel prototip, asla söylediği şekliyle var olmamıştır. Ama pek tabiî insan belli devirlerden belli imkânlarla geçmiştir. Her ne kadar kıtalar arası farklılıklar da olsa, elbette geçen zaman ve verilen emekle teknoloji ve bilim açısından sürekli ilerlemektedir. Çünkü Hazreti Âdem’e bahşedilen bilgi, gelecek toplumlarca kaybedilmiş, çeşitli yaşam biçimleri ve inanç sistemleri peyda edilmiş, böylece insan ilkel kalmıştır. Bu ilkellikten kurtuluş için de Yaradan, insanlığa Hazreti Muhammed’i göndermiştir. Elhamdülillah!

Elmaya “elma” demek İlâhî bir hikmet ve insanın bir sonraki mühendislik hesapları kademesine geçişte olmazsa olmaz bir şarttır. Ama insan elmaya elma demese de elma elmadır ve kâinatta Yaradan tarafından var edildiği sürece etkisini sürdürür. Bu her şey için böyledir. İnsan denizi ve okyanusu ve çeşitli su kütlelerini birbirinden ayıracak bir bilgi sergüzeştine sahip olabilir, bunun üzerine eğilip hacimsel farklılıklar gösteren su kütlelerindeki yaşam potansiyelini araştırabilir. Çünkü bu menzil de Yaradan tarafından insanlığa bir güzergâh olarak bahşedilmiştir. Ama insan deniz, okyanus, göl, gölet ve ne kadar su birikintisi varsa hepsine aynı adlandırma ve sıfatlandırma yoluyla tek tipleştirse ve hatta bütün bunlara bir isim ve sıfat verme gereği bile duymasa, bütün bu su kütleleri tabiatta varlığını ve etkisini sürdürmeye devam eder. Bitkiler var olduğu sürece fotosentez yapacaklar, biri çıkıp bitkiye “bitki”, eyleme de “fotosentez” demese de bu böyle sürüp gidecektir. Hiç kimse çıkıp da yağmurun toz zerrelerinde tutunan damlacıklardan başladığı gerçeğine erişim sağlamasa da, yağmur yağmurluğunu icra etmeye devam edecektir.

Güneş Sistemi’nin 18’inci yüzyılda telaffuz edilmeye başlanması ve bu tarihten sonra var olan bilginin geliştirilmesi suretiyle detaya inilmesi, Güneş Sistemi’nin Yaradan tarafından var edildiğinden beri O’nun emriyle kesintisiz bir çalışma içinde olduğu gerçeğini değiştiremez. Bundan sonra da hiç kimse Güneş Sistemi’ne isim, sıfat ve alt başlıklar vermese dahi bu sistem emrolunduğu üzere kâinatın bir fonksiyonu olarak var olmaya devam edecektir.

Başlıkları hiç zorlanmadan çoğaltabilir, alt başlıklarla içini doldurabiliriz. Zira insanın insan olduğu Yaradan tarafından bildirilmeseydi, insanın bu tarihî yolculuğu ve bilimsel gelişimi de mümkün olmazdı. Ama şimdi hiç kimse insana insan demese, insanın bütün donanımını inkâr da etse, verilmiş bilgiler ve bilme tutkusu, olduğu gibi âlemde yankılanmaya devam edecektir.

Öyleyse Hazreti Âdem’den beri bilgili ve şerefli yaratılan insanın özünü unutup ilkelleştiği ve peygamberlerle bir miktar medeniyete erişip yeniden değerini kaybettiği bu vasatta, Hazreti Muhammed’le birlikte ilkellik de tamamen ortadan kalkmıştır.

Şimdi birileri çıkıp Hazreti Muhammed’in (sav) inkâr edilemez varlığını ve O’nun kulu ve Rasulü oluşunu inkâr etse ne çıkar? Hazreti Muhammed Efendimizin (sav) varlığının kâinattaki medeniyet etkisi, kıyamete kadar sürecektir. İnsanın Peygamber’e inanıp inanmaması kendi varlığını sekteye uğratsa da, Peygamber’in varlığını ve âleme bıraktığı etkiyi hiçbir surette kesintiye uğratamaz.