Pervâneler

Kara haber tez duyulmuştu; bir buçuk yıllık evli çiftin yakınları, tez zamanda İstanbul’a gelip cenaze işlemlerini başlattılar. Asuman Bayraktar, henüz yirmi yaşında ve karnındaki sekiz aylık bebeğiyle, Fatih Bayraktar ise yirmi sekiz yaşında, şofbenden sızan gazla hayata gözlerini yummuştular. Onları ayıran, şofbenden sızan gaz değildi. Onları ayıran, “İyi günde, kötü günde; bir ömür, bir yastıkta” diye başlayan evlilik akitlerine muhalif esen rüzgârdı.

KAVURUCU yaz sıcağına aldırış etmeden, mayalanmış hamuru un yordamıyla açıyor, maharetli parmaklarıyla baklava dilimi çiziyordu. Yumurta sarısı sürdüğü pidelerin üzerine susam ve çörek otu atarak fırına sürüyordu.

Günde kaç kez bu işi yaptığını hiç hesap etmemişti. Hesap ettiği tek şey, fırın tezgâhının önünde uzun kuyruklar oluşturan ve bir an önce iftar sofrasıyla buluşmak için sürekli konuşan, para uzatan müşterilerini vakitlice evlerine göndermekti.

Üç kardeş, sabah namazıyla başlayan mesailerinin sonuna gelmişlerdi. İşçilerin yevmiyelerini terleri kurumadan verdiler. Salih Usta, gömlek yakasıyla boynu arasındaki mendili çekerek avuçlarının içine yerleştirip alnında gezdirdi ama teri kesilmemişti. Kendini dışarı attı, ezan okunmak üzereydi. Hızlı adımlarla yola koyuldu. Güleç yüzüne sanki ay ışığı düşmüştü. Yol boyunca bu aydınlık kendisine eşlik etti. Üç erkek evlâdından sonra nihayet bir kızı olacaktı. Sevinçliydi. Abilerinden önce yola koyulmasının da nedeni buydu.

Merdivenlerden çıkarken kapı aralandı. Elindeki ekmekleri eşi Yüksel Hanım’a uzattı. Genç kadın, sıcak ekmekleri bir çiçek buketi almışçasına sevinirken, kucağına verilen ekmeklerin kokusunu içine çekti.

Ellerini yıkayıp sofraya oturdu. Yer sofrasının etrafına dizilen oğulları Murat, Fatih ve Muhip’e göz gezdirdi. Gururlandı, kendi getirdiği pideyi eliyle parçalayarak pay etti ve “Bismillah” deyip çorbaya kaşığını daldırdı…

3 ay sonra…

Her zamanki gibi fırında ekmek üretimine katkı sunmaktaydı Salih Usta. Birdenbire nereden geldiği ve kimin söylediği belli olmayan bir haber aldı. Fırın ilk kez bu kadar sıcaklığa erişmişti. Omuzlarına bir dağ bindi de bir adım ötesine gidemedi. Öyle ki, alevlerin kendisini yutacağından korktu. Korktukça, alevler üzerine geldi. Kendini toparlayıp yürümeye, ardından koşmaya başladı. Koşuyordu ama ayağındaki terliklerin düştüğünden de haberi yoktu.

Genç kadın, doğum sırasında, karnındaki bebekle birlikte hayata veda etmişti etmesine de ne eşi Salih Usta’ya, ne de evlâtlarına vedâ edebilmişti!

Eşinin ardından günlerce gözyaşı döken adam, küçük yaşta öksüz kalan evlâtlarının ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyordu. Onların ağlayışına kayıtsız kalamıyor, ağladıklarında seslerini kesmeyi beceremiyordu. Etrafındakilerin telkini ve desteğiyle evlâtlarına analık edebilecek bir aday bulundu…

Hafize, evin yeni hanımıydı. Üç erkek çocuğuna analık etmeye çalışırken üç kız evlâdı doğurdu. Çocuklar büyümeye başlamış, hayatın içine atılmışlardı. Annelerinden sonra eve gelen Hafize Hanım’a alışamadan, onun feci ölüm haberiyle sarsıldılar. Salih Usta ikinci kez yıkılmıştı. Babalarını teselli etmek çocuklarına düşmüştü. Birbirlerine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladılar. Bir onlar ağladı, bir de onları o hâlde görenler… Genç kadıncağız, yeni yol mevkiinde karşıdan karşıya geçerken, dikkatsiz bir sürücünün aracının altında kalarak son nefesini vermişti.

Azrail’in çıkmadığı ev

Altı çocukla tek başına kalan Salih Usta’nın üçüncü kez evlenmeye mecâli kalmamıştı. Zaten isteseydi de evlenemezdi. Evlenemezdi, çünkü Azrail, ruhunu kabzetmek üzere o eve üçüncü kez inmişti.

 

Herkes şoktaydı! Umutsuz ve çâresizdi… Ağlayıp sızlamamın çâre olmayacağını bile bile gözyaşı döktüler. Murat, hem abi, hem de baba rolüne soyunmuştu. Fatih ile Muhip ise abisine destek veriyordu. Babalarından sonra sırayla amcalarını kaybeden çocuklar, baba yadigârı fırını ayakta tutmak için var güçleriyle çalıştılar ama muvaffak olamadılar. En nihayet, fırını elden çıkarmak zorunda kaldılar. Fatih, kuzenleriyle birlikte yedi tepeli İstanbul’un yolunu tuttu. Ne de olsa dağ taş altındı…

Dayılarının mütevazı oto yıkama dükkânına sığındılar. Hem kalacak yer sorununu hâlletmiş, hem de koca şehirde sığınacakları güvenli bir limana demir atmışlardı. Çok geçmeden iş buldular. Ceplerine giren üç kuruşun ikisini memleketlerine gönderirken, geri kalanı da ihtiyaçlarını karşılamak için ayırdılar.

Asuman

Fatih, Uzunköprü’deki askerliğini yaptıktan sonra tekrar İstanbul’a döndü. Sultanahmet günlerinde oto yıkama dükkânının önünden sıklıkla geçen bir güzeli takibe almıştı. Önce kaldığı yeri, ardından işyerini, en son adını öğrendi: “Merhaba, ben Fatih” Duraksayan ve tebessüm eden genç kız, “Ben de Asuman” dedi ve koşar adım gözden kayboldu…

Fatih, “Bu iş oldu!” dedi içinden. Kader, Fatih’i yanıltmamıştı. Kendi aralarındaki konuşmaları sıklaştırmış, en nihayet, aile fertlerine duyurmuşlardı. Kadir dayısıyla Adalet yengesi, “Elçiye zeval olmaz!” diyerek çikolata ve çiçeklerini yaptırıp, “Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle kızınız Asuman’ı, oğlumuz Fatih’e istiyoruz” diyerek kutsal bir vazifeyi edâ etti. Kız tarafının, “Rabbim yazmışsa, bizim sözümüz olmaz” diyerek rızâ göstermesiyle birlikte yüzükler takıldı, duâlar edildi. Kısa bir süre sonra da düğün yapıldı.

Zeytinburnu Nuripaşa Mahallesi Zeynep Apartmanı No:12’ye gelinlik ve damatlıkla girdiler. Her ikisinin de yüzünde tebessüm vardı. Asuman ulusal bir gazetede çalışıyor, Fatih ise kendi imkânlarıyla ikâme ettiği bir otoparkı işletiyordu. Her şey istedikleri gibi gidiyordu. Zora düştüklerinde ise dayısı ve kuzenleri kol kanat geriyordu.

Çok geçmeden eşi müjdeyi verdi: “Fatih, galiba baba oluyorsun!” Dünyalar onun olmuştu. Ne yapacağını şaşırmıştı. İlk muayeneyi takiben, düzenli olarak doktor kontrollerini yaptılar. Hamileliğin dördüncü ayında ise doktorlarının “Bir oğlunuz olacak” müjdesiyle âdeta kanatlandılar. Vakit kaybetmeden bunu yakınlarıyla paylaştılar. Asuman’ın anne ve babası, kızlarının ilk deneyiminde ona ve damatlarına kucak açtılar. Hafta sonları hep birlikte vakit geçiriyor, Pazartesi günü de işbaşı yapıyorlardı.

Doğuma tam 40 gün kalmıştı. Bir yandan alışveriş yapılıyor, diğer yandan da isim aranıyordu…

Fatih, eşini koluna takıp her hafta olduğu gibi o hafta sonu da rutin olarak kayınpederlerine gitmek üzere trene bindi ve Sultanahmet’te indi. Kızlarını ve damatlarını karşılayan ev sakinleri, ertesi sabah ameliyat olan oğullarının yanına gitmek üzere evden ayrıldılar...

7 Kasım 2001 sabahı…

Baba, oğlu Osman’ın ameliyatı hakkında kızı ve damadına bilgi vermek için telefona sarıldı. İlk denemesinde başarısızdı. İkinci kez denedi, yine cevap alamadı. “Amma uyudular” dese de yavaştan yavaşa tedirgin bir hâl belirdi yüzünde. Aramanın biri bitiyor, diğeri başlıyordu. Ama nafile! Durumdan şüphelenen anne, “Ne oldu bey, nedir bu hâlin?” diye sorunca, “Bir şey yok hanım. Asumanları uyandırayım dedim ama cevap vermediler! Ne yapsak? Komşuya mı haber versek?” diye cevap verdi. “Ne duruyorsun, hemen ara!” deyince hanımı, kapı komşularına durumu aktardılar. Komşu bir çırpıda denileni yaptı ve kapı ziline bastı. “Çocuklar, meraktan çatlattınız annenleri!” sitemine hazırlanırken, sessizlik onu da derinden etkilemişti. Zili bırakıp yumruklamaya, yumruğun yerine de tekme atmaya başladı. Olmadı, her ikisinin isimlerini zikrederek seslendi ama yine cevap alamadı!

İstemeyerek de olsa eli telefona gitti. “Vallahi açan olmadı!” cümlesiyle dünyası karardı adamın. “Hanım, hazırlan, eve gidiyoruz” dedi…

Hastaneyle ev arasında sürekli duâ ettiler: “Allah’ım, evlâtlarımızı bize bağışla, bir şey olmasın!” Sultanahmet Mahallesi Mimar Mehmet Ağa Caddesi'ndeki apartmanın önüne geldiklerinde, manzara her şeyi izah eder vaziyetteydi. Polis arabaları, ambulanslar ve komşularının tedirgin bekleyişi…

Adam, cebindeki anahtarlığı çıkardı, ancak kapıyı açacak takati bulamadı. Nihayet kapı açılmıştı. Girişteki banyo kapısını ürkerek açtıklarında korkunç manzarayla karşılaştılar! Kendisine torun verecek kızı ve damadı, kurna başında cansız yatmaktaydılar.

Daha fazla dayanamadı, “Yavrum!” dedi ve oracıkta yere yığıldı. Onu eşi takip etti. Polis aile fertlerini, ATT görevlileri ise cansız bedenleri dışarı çıkartmak için çaba sarf ediyordu ki olay mahalline gelen dayısı, eline geçirdiği nevresimlerle yeğenlerinin üzerini örttü. Sağlık ekibinin başında yer alan doktor, holdeki ilk kontrolün ardından “Başınız sağ olsun” dedi. Gözyaşları bir anda sel olup aktı…

Polis ve savcı, incelemelerini tamamladıktan sonra cenazeleri Adlî Tıp Kurumu'na gönderdi.

Cehalet ve inat

Kara haber tez duyulmuştu; bir buçuk yıllık evli çiftin yakınları, tez zamanda İstanbul’a gelip cenaze işlemlerini başlattılar. Asuman Bayraktar, henüz yirmi yaşında ve karnındaki sekiz aylık bebeğiyle, Fatih Bayraktar ise yirmi sekiz yaşında, şofbenden sızan gazla hayata gözlerini yummuştular. Onları ayıran, şofbenden sızan gaz değildi. Onları ayıran, “İyi günde, kötü günde; bir ömür, bir yastıkta” diye başlayan evlilik akitlerine muhalif esen rüzgârdı.

Asuman’ın babası, “Ben kızımdan sonra buralarda kalamam. İzin verin kızımı, torunumu ve damadımı Nevşehir’e götüreyim, yan yana toprağa vereyim”  teklifinde bulundu. Fatih’in daha sonra kanser illetinden vefat edecek abisi Murat ile amcasının oğlu ise, “Hayır, siz verin, biz götürelim” diyerek karşı çıktı. Bunun üzerine taraflar cenazelerini alarak İstanbul’dan ayrıldılar.

Ölümün dahi ayırmadığı genç çiftleri, “cehalet” ve “inat” ayırmıştı…