Perdeler

Kendimize zaman ayıralım, donanımlarımızı geliştirelim, sonsuzluğa saklanmış olan gizemlere, bizi bekleyen sürprizlere merak ve ihtiyaç duyalım. Bu sayede çevremize ışık ve heyecan yayalım, yaşamı renkten renge boyayalım.

İŞİTTİKLERİM işitemediklerime perde. Bildiklerim bilemediğim birçok şeye ulaşmama perde. Gördüklerim sonsuzlukta görebileceklerime perde. Duygu ve hislerim hissedemediklerime perde.

İnsan olmak sıra dışı. Yaşamak bambaşka bir boyut. İsterdim ki, bize normal gelen, sıradan bir şeymiş gibi geçiştirdiğimiz varlığımızı ve yaşadıklarımızı masaya yatıralım ve içerdiği başka anlamları bulmaya çalışalım. Hatta dünya üzerindeki en öncelikli konu bu olsun. Bizi biz yapan şeyleri tanıyamadan, bu konuda konuşamadan geçip giderken, “Eh, yaşadım işte!” diyerek konuyu/hayatı kapatmayı sindiremiyorum. Milyarlarca insan geçip gitti bu âlemden. Kendilerinin ve yaşamın farkında olmadan gidişleri sizi etkilemiyor mu? Peki, bizi bizden mahrum bırakan şey ne?

Sebeplerin tamamını yalnız Allah bilir; esas çareyi de. Bize düşen, içimize düşeni paylaşabilmek. Rabbim bize bir bin yıl verse ne olacak? Tüm kitapları okusak, yine de okumayı öğrenmiş olur muyuz? Satırlara göz gezdirmenin, düşünceyi geliştirmenin ötesine, sırların ötesine, perdelerin arkasına geçebilir miyiz? Yaklaşık on senedir daha yoğun yazma gayretindeyim. Şu ana kadar geçmek istediğim sınırı bir türlü geçemedim. Belli bir merkezin etrafında dönüp duruyorum. Konuştuklarımın, anlayıp hissedebildiklerimin daha fazlasına ihtiyacım var. Büyük bir açlık içimi yakıp duruyor. “Neysem oyum. Kırklarda, ellilerdeyim. Bu saatten sonra daha fazlası olmaz” demeyi içime sindiremem, bunu onaylayamam. Yaratan’dan yardım istemeye devam edecek, daha çok okuyup daha fazla yazacağım. Lâkin bunların da yetmeyeceğini biliyorum. Kişinin tek başına çabası yeterli olmuyor, bu nedenle hepimiz elindekini paylaşırsa daha fazla yol alırız.

Kâinat kat kat katlanmış, kiminin ömrü boyunca hiç karşılaşamadığı, çözmeye çalışanların farklı çözümler ve sırlar bulduğu, buldukça kaybolduğu sonsuz bir bulmaca. Hakikate yaklaşanlar ise bulmacayı var eden ile temastalar. Bulmacanın ismi insan. İnsan insanı bütünüyle çözemeyecek elbet. Eline geçen sadece çalıştığı ve nasibi kadarı olacak. Bazımız bu bulmacayı daha da kurcalayacak ve perdelerin arkasına diğerlerinden daha fazla bakma imkânı bulabilecek. Perdeleri aralayarak ötelere pencere açıp orada şahit olduklarımızı paylaşma ve birleştirme imkânı bulabilirsek, bulmacada ilerlememiz o kadar hızlı ve verimli olacak.

Nasıl yürümeden bir yere varılmıyor, yazmadan yazarlık, hitap çalışması yapmadan konuşmacı olunmuyorsa, kendini kurcalamadan da kendinin ve yaşadıklarının daha fazlasına uyanılmıyor. Merak etmek ve ihtiyaç duymak gerekiyor. Bu yolun tek yakıtı bu. Perdelerin ötesine duyduklarımız, gördüklerimiz, bildiklerimiz ve hissettiklerimizle bakamayız; merak etmeli, ihtiyaç duymalı, paylaşmalıyız. Kendimizi keşfetme yolculuğuna çıkmadan potansiyelimize, yaşam alternatiflerine yelken açmak mümkün olmayacak.

Şunu da ifade etmeli: Ömrün çoğunda aynı şekilde gülmek, aynı şeylere ağlamak, aynı şekilde hissetmek, aynı sokaklardan geçmek, aynı yiyeceklerin tadına bakmak, aynı kişilerle görüşmek istenebilir. Seçim buysa yani aynı kişi olarak bütün bir ömrü tek bir benlikte, tek bir günde yaşamak talebi varsa karışamayız.

Her gün sayısız rolde hayatın içine karışıp etkileşiyoruz. Şehre su sağlayan sistem ve çalışanları sayesinde sabah elimizi yüzümüzü yıkıyor, bardakta emeği geçenlerin vesilesiyle suyumuzu içerek güne başlıyoruz. Kahvaltı masasında sadece yiyecek ve içecekler değil, o malzemelerin o sofraya ulaşmasında ve toplanmasında emeği geçenler de var. Sonra yollar ve yollardaki araçlar bizi bekliyor. Burada da başkaları var ve etkileşim mevcut. Okulda, işte hakeza. İnsan için kurulmuş bu sistemlerde zaman sermayesi harcanıyor.

Evde bir hanım evi için, hastanede doktor, hemşire, güvenlik, temizlikçi insan için bekliyor, çalışıyor. Fırıncı ekmeğini uzatıyor, konfeksiyoncu elbise, manav sebze ve meyve, kasap et, hayvan sahibi et-süt-yumurtasını uzatıyor hayata. Herkes elinde olanı uzatıyor, paylaşıyor. Bilgisi olan bilgisini, gücü olan gücünü, sanatı olan sanatını diğer insanlarla paylaşıyor. Ama kazanç, ama fayda için…

İki sokaktan farklı insan ve toplum manzaraları

Yaşam, komplike bir meydan. Tüm bunların bir de arka plânı var. Olanı anlamaya ve ötesini görmeye çalışmak, insanın kendini anlamlandırma gayreti ve daha ötesine geçme çabası. Bence en kutsal uğraş. Büyük bir kütüphane düşünelim; raflarda dünyadaki bütün kitaplar, bütün yaşamlar, bütün insanlar dizili. İçlerinden seçtiğimiz, aynı işi yapan iki kişi olsun; farklı sokakları ellerindeki süpürgeyle temizleyen temizlik işçileri… Bu iki kişilik kitabı önce normal bilinçle elimizden gelen anlayış ve görüşümüz kadar okumaya çalışalım. Sonra da perdeleri aralamaya çalışıp arka plândakileri…

İlk çalışanımızın ismi “Enes”; sorumlu olduğu sokaksa “Meydan Sokağı”. İkinci çalışanımızın ismi “Mert” ve onunki de “Devran Sokağı” olsun. Enes her gün Meydan Sokağı’nı pırıl pırıl yapıyor, temizliği zaten çok seviyor. Yaşadığı dünyayı temizleme imkânı bulmuş, bu vesileyle evine ekmek götürüp çocuklarının eğitimini karşılayabiliyor. Enes’i bu sokağın sakinleri çok seviyor; çünkü karşılaştığı kişileri içtenlikle selâmlıyor, tebessümü insanlara sıcak geliyor. İşini titizlikle yapan Enes, yaptığı işe saygı duymakta ve diğer işlerle kıyaslamamakta. Ayrıca çalışma elbisesine, süpürge ve küreğine, çöp torbasına kadar iş malzemelerine gerekli özeni gösterip, verimli, sağlıklı ve örnek bir çalışan.

Mert ise Devran Sokağı’ndaki temizliği zorla yapmaktadır. İstemeye istemeye kabul etmiştir. Sevemediği bir işi yapmak ona her gün yük ve dert. Yüzünde memnuniyetsizlik ifadeleri… Bu negatif hislerinden dolayı çevresinde de olumsuz izlenimler bırakmakta. İşi düzensiz. Sokağın sakinleriyle iletişim kurmak istemiyor. İşindeki keyifsizliği eve de yansıyan Mert, ev halkının da keyfini kaçırıyor. Çalışma malzemeleri çok çabuk tahrip oluyor, amirleri her geçen gün baskıyı artırıyor ve sonuç olarak Mert’in acilen yeni bir iş bulup buradan kurtulması gerekiyor.

Burada başka neler görülebilir, tartışalım…

Sanırım önce iyi ve kötü örnek, sonra da “İnsanın içi neyse dışına o yansır” yorumları gelecek. Belki Mert’i haklı bulan da olur; yaşam standartlarını, bazı dertlerin insana ağır geldiğini, başarı ve kendine hâkim olmanın zorluğunu öne sürebilir. Bunlar haklı yorumlar olabilir lâkin perdeyi aralamaktan kastım bu değil.

Her insan bir dünya ve o dünyada her şey yaşanabilir. Bu iki arkadaştan örnekle, yaşanan her ne olursa olsun yaşandığı ile kalıyorsa, günler aynı şekilde ilerliyorsa ve kişi, varlık olarak yaşama hep aynı benliği ile çıkıyorsa, bana göre etrafına bir çember çizmiş hâlde perdeler çekmiştir ve o merkezin içinde dönüp duruyordur.

Ne kadar mutlu ya da üzgün olduğunun, nelere sahip olup olmadığının tartışmasından ötede, olanın hep aynı olmasından kaynaklanan bir soruna dikkat çekmekteyim: Yaşamın sağlığı akıştadır. Akışa karşı durmak kişiye fazla bir şey kazandırmaz. Akıştan ders almak gerekir. Akışta ilerleme vardır; bir yerde durup göl olmaz, gölün rengi ve manzarası ne kadar güzel olursa olsun, nehrin yerini tutmaz.

Çalışan iki örneğe gelelim: Enes, kişiliği ve imkânlarıyla elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışarak örnek teşkil etse de bir noktaya demir atmış ve sürekli bu merkezin etrafında dönüp bu döngüyü kabul ediyorsa o da perdelerle kapatmıştır etrafını. Mert’e gelince; haklı ya da haksız, çeşitli sıkıntıları var (hepimiz gibi, herkesin kuyusu kendine derin), insan kendi kuyusundan çıkamıyor bazen ve bu nedenle hayatında fazla değişiklik göremiyor. İnsan belli bir sürenin üstünde derde maruz kaldığında gerekli tedbirleri almaz, kontrolü kaybederse kendi içine çökmeye başlar. Bu deneyimi yaşamış biri olarak söyleyebilirim ki, ayağa kalkmak çok zor ve çok zaman kaybedebilirsiniz. Böyle zamanlarda ruh hâliniz hayatınızın her anına bulaşır ve dışarıya olumsuz tablo verilebilir. Aslında kişi sadece kontrolü kaybetmiştir ama adı da çıkmıştır.

Perdeyi şöyle hafifçe araladığımızda neler görebiliriz acaba? Enes ve Mert, uyku dışında ne yaşarsa yaşasın, doğru yanlış, haklı haksız, eğri doğru, imkânlı imkânsız, sağlıklı sağlıksız fark etmeden yaşamış. Bizim, yaşananı kabul edip saygı duymamız gerekir.

Perdenin ardına ancak şu şekilde bakılabilir: Kişi zihni ve kalbi ile yalnız kalabildiğinde varlığını ve yaşadıklarını önüne koyup değerlendirir, “Yaşadığım bu ama başka ne mümkün? Nasıl gelişme ve iyileştirme yapabilirim?” ve benzeri sorular sorabilir, sonrasında bilincinin sessiz bir köşesinde kalabilirse, ilerleyen zamanlarda şahit olacaktır ki içine bazı cevaplar düşer ve bu cevaplara göre bazı kararlar alıp uygular. Böylece nehir, daha güzel akabilir.

Enes yaşadığı güzel şeylere, aldığı takdirlere, güzel iletişimlere, huzurlu evine ve işine razı olmuş, kabul etmiştir. Bu çerçevede bu çizgiyi korumak istemektedir ki yaşanan şeyler güzel olursa -sağlık ve huzur varsa insan daha ne ister- kişi anlayışını hâkim kılar. Ki insan Allah’ı biraz düşünse bile bunu çözecektir. İnsan daha fazlasını istemeli bence. “Daha fazla”dan kastımın dünyalık anlam taşımadığını takdir edersiniz. Var oluşunun genişlemesinden bahsediyorum ki kişi, farkındalık denen olguyu hayatına daha fazla katabilsin.

Mert imkânsızlıklarına, kendisine yapılan haksızlıklara ve benzeri nedenlere zihninde takılı kalmaktan dolayı, onun yaşadıkları bir döngüye dönüşmüş durumda. Bilincinde sessizliği ve sakinliği yakalamak zorunda; kendinden ve yaşadıklarından biraz uzaklaşıp dinlenmek, sonra soru sormak zorunda. Burada “zorunluluk” kastım, zaman geçtiğine ve hemen bir yerden başlamak gerektiğine vurgudur.

Perdelerin arkasına bakarken olmazsa olmaz uygulama, sorular sormaktır. Cevap alınır ya da alınmaz, bu önemli değil. Soru sormak, bence bu hayatın en önemli sırlarından ve anahtarlarından. Soru, bir yazıya, bir konuşmaya başlık koymak gibidir. Başlığı koymazsanız, neyin peşinden gideceğinizi bilemezsiniz. Sonsuzluğun ortasında yol almak için bakacağınız yıldızlar olmalıdır. Sorusunu sorduğumuz şeyin kapısı belirir ve o kapıdan içeri girmek suretiyle yol alırız. Niyetimiz ve gayretimiz oranında kapı daha belirgin, yol daha aydınlık olur. Sorusunu sorduğunuz şey hayat bulur yaşamda.

Haydi burada örnek bir soru soralım: “Gün içinde kendimle, her şeyden uzakta, bildiklerimin ötesinde nasıl baş başa kalabilir, yaşadıklarımı ve yaşamı nasıl elden geçirebilir, bu sayede hayatıma nasıl farklı renkler katabilirim?”

Bu kadar. Cevabı boş verin. Ne olacağını boş verin. Siz, size düşeni yaptınız. Kendinize bir zaman dilimi ayırıp kendinizle ilgilendiniz ve kendi adınıza bir niyet sorusunda bulundunuz. Sonsuzluğun tam orta yerinde bir ışık yaktınız. Işığın size ne getireceğini yalnız Allah bilir. Önemli olan, büyük bir adım attığınız gerçeği; soru ne olursa olsun. Böylece dediniz ki, “Yaşadıklarım ne olursa olsun, yeni bir pencere açmak, yeni bir soluk almak ve artık bir şeyleri değiştirmek istiyorum”.

Evrenin işleyişini, varlığımızın sınırlarını ve Allah’ın yaratışını tam olarak bilmemize imkân yok. Herhangi bir konuda kesin konuşamayız. Elimizdeki veriye, içimizdeki özelliklere göre hareket ederiz. Deneyimlerimizi ve paylaştıklarımızı katarak ilerleriz. Lâkin ötesine ancak ötesini isteyerek ulaşabiliriz. Ötelere ihtiyaç duymadan, merak etmeden ve soru sormadan bilincimizde, kalbimizde ve ömrümüzde nasıl yol açılacak Allah dilemedikçe? Çok uçta şeyler yaşayan biri bile olsa, meselâ Olimpiyat şampiyonu, sınav birincisi, önemli bir keşif sahibi olmak ya da zenginlik ve güce kavuşmak gibi her ne olursa olsun, hayatta bambaşka bir sayfa açmanın yerini tutamaz. Her insan bir kâinat. Kâinatı kurcalamak iyi olmaz mıydı? Şu an kim ve nasıl bir konumda olursak olalım, içimizde keşfedilmeyi bekleyen sonsuzluğu şu an sahip olduklarımızla değişmeyelim, ne olur! Böyle bir anlayışa razı olmayalım; tefekkür edelim, tartışalım. Çevremizden de sorumluyuz.

Hani büyük bir kütüphaneden bahsetmiştim de raflardan Enes ve Mert’i alıp konuşmuştuk. Bu kütüphaneye tekrar dönmek istiyorum. Yaşam ve varoluş denen bu kütüphanenin raflarında sonsuz bir zenginlik var ve hepsi senin benim için. İnsan için oraya yerleştirilmiş her biri. Buradan birkaç kitabı alıp okumak ve yaşamak yeterli geliyor mu? Bence bunun üzerinde düşünmeliyiz.

İnsan DNA’sı ile ilgili bir yazı okumuştum; tam olarak bahsettiğim kütüphaneye benzer bir açıklama yapılmıştı. İnsanın işleyişine dair kodları DNA’da tespit etkilerini ama yine de tespit edilen kısmın dışında kalan ve çözülemeyen devasa bir kısmın kaldığına dikkat çekmişlerdi. Bilim insanları DNA içindeki çözülemeyen devasa kod kütüphanesinin insana ait başka hangi sırları sakladığını anlamaya çalışıyorlar. Hayat kütüphanesinin raflarında gördüğümüz, işittiğimiz, hissettiğimiz ve bildiğimizin ötesinde kim bilir insan için ne tür bilgiler, âlemler ve sırlar var. Peki, bu raflara kim ulaşacak, kim okuyabilecek? Elbette bunun ihtiyacını duyan, merakında olan, dua edip gayret eden nasipli kullar…

İnsan beyni kâinatı kapsayacak özellik ve yetenekte yaratılmış; karşılaşabileceğimiz her şeyin içimizde bir karşılığı var. Bu nedenle insan beyni ilk kez bir görüntü, bilgi ya da farklı bir algıyla uyarıldığında o kısma dair yer karanlıktaki bir sokağı aydınlatır gibi aydınlanır. Beynin liderliğinde bedene farklı his ve duygular yaşatılır. Bunlar çok olmaz ama olduğu zamansa kolay unutulmaz. Sonrasında beyin, sürekli uyarıldığı noktalara ait yerler için bedene sinyal göndermez, artık otomatik pilota alır. Yeni evine geçip her köşesinde dikkatle göz gezdirenin algısı ile o evde beşinci yılını tamamlayanın algıları aynı değildir, zamanla uyarılar ve etkileşimler azalır. Beyin sürekli açtır, yeni şeylerle karşılaşmak ve karanlıkta kalan sonsuzluğunda yeni ışıkların yanmasını ister.

Biz insanlar yaşadığımız koşullara beğensek de, beğenmesek de çabuk bağlanan ve teslim olan varlıklarız. Yaşadığımız çevreyi kolay kolay bırakamıyoruz. Tanıdığım birçok insana sordum ve hepsinden aynı cevabı aldım ki, “Yaşadığın şehri değiştirmek ister miydin?” sorusu ağırlıkla “Hayır!” cevabı aldı. Kişi, belli bir yaştan sonra, özellikle kırkların sonuna doğru, artık sahip olduğu kimliğin dışına çıkma cesareti gösteremiyor, hatta bunun için bir ihtiyaç da duymuyor. Benzer bir konu da hayâl kurmak. “Hayâlin ne?” sorusuna aldığım cevaplar genellikle yaşam şartlarına bağlı şeyler. Ev ve araba gibi… Hayâl dediğinin çılgınca, sıra dışı bir şeyler olması gerekmez mi? Gerçekle bağlantısına, olabilirliğine takılmadan, insan en azından zihnindeki sınırlardan özgür olabilmeli.

Benim hayâllerim mi? Meselâ okyanusları ve derinliklerini çok merak ederim. Herhangi bir cihaza ve donanıma gerek kalmadan, bir okyanusun tam ortasında biraz zaman geçirmek ve okyanusla, içindekilerle iletişim kurmak isterim. Uzayın sonsuzluğunda sonsuz bir hızla yol almak, farklı gezegenlerde molalar vermek isterim. Beyin konusunda da çok hayâl kurar, bu konuda yazmayı çok severim. Beynimin gizemlerine ara ara yolculuklar yapmak, farklı his ve yetenekleri deneyimlemek isterim.

Son olarak şunu ifade etmek istiyorum: Kendimize zaman ayıralım, donanımlarımızı geliştirelim, sonsuzluğa saklanmış olan gizemlere, bizi bekleyen sürprizlere merak ve ihtiyaç duyalım. Bu sayede çevremize ışık ve heyecan yayalım, yaşamı renkten renge boyayalım.

Esenlikle kalın efendim…