Perdeler

Tuttuğumuz meşalelerse ruhumuza eş olanı bulmamızda birer yol aydınlatıcısı vazifesini yüklenirler. Ruhlarımız o gün eşlerini kaybettikleri için huzursuzlar. Daim arayıştalar. Sırtlarında kırk batman yük, önlerinde kat kat perdeler var.

“HİCRANIN ateşi ney’ledi beni?/ Gurbette divane eyledi beni./ Cümle cihan bir olup söyledi beni./ Belâ kimden gelmiş, kime giderim?/ Ümidi kaybedersem ben ne ederim?”

Yoklar âlemine gelen her canın cevabını aradığı tek soru vardır: “Aslım nedir, oradan neden ve niçin ayrıldım ve bu hicranın bitmesi mümkün mü?”

Bu sorunun cevabını bulduğu -daha doğrusu hatırladığı- gün, var olmayı başarabilecektir. Asıldan kastımız, Elest Meclisidir. Asıl varın, varlığın, Hakk’ın huzurudur. Hepimiz o huzurda bir defa bulunma şerefine nail olduk. Orada toplanan ruhlarımız, vuku bulan her şeye şahit oldu. O mâkâmdan ayrılınca şahitlik ettikleri her şeyin üzerini toz kapladı. Tozdan kurtulmak için cilâ gerektiği gerçeğini kimse bizlere hatırlatmadı. Kalbimiz pas tuttukça tuttu. Ona görüntü yansımaz oldu. Bu sebepledir ki, ayrılık gününden itibaren hep bir hicrandayız. Bu gurbet diyarı, gün geçtikçe özümüzün üzerine kara bulutlar çekip birer divaneye döndürüyor bizi.

Peki, o mecliste neler yaşandı ki her dem onun mestliğinde dolaşır dururuz? Hep arayıştır menzilimiz, neden? Bir ney misali zar zar inleriz. Bir ses var, hep onu söyler, onu dinleriz. Biz, o mecliste yalnızca bulunmadık, bir de söz verdik, ahit verdik. “Elestü birabbiküm?” sorusuna “Belâ!” dedik. “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” diye gönülden tasdik ettik. Lâkin zaman geçti, gün döndü, devran değişti. Ne o meclisi, ne de ahdi hatırlar olduk. Bu sebepledir ki, belâ başımızdan, gönlümüzden eksik olmaz.

Bize aslımızı ve ahdimizi hatırlatacak kâmil gönüllere, canlara ihtiyacımız var. Bu canlar ki, bizi uyandırmalılar bu kara, kapkara uykudan. Buralı olmadığımızı, burada mutluluk bulamadığımızı, fuzûli arayışın bizi ancak balçık çukuruna götüreceğini hatırlatmalılar. Çünkü bizim ruhumuz bu âleme ait değil. Aslında bize ilişkin pek çok şey buraya ait değil. İnsanı insan yapan akıl da, aşk da buraya ait değil. Buraya ait olan sadece bedenimiz. Onu ödünç aldık ve vakti geldiğinde asıl sahibine teslim edeceğiz.

Birer âdem yani toprak olarak yaratıldık. Yaratıldığımız toprak, bu âlemin. Bu yüzden yalnızca cismimiz buralı. Fakat içimizdeki öz, cevher topraktan değil. Buraya ait değildi, olmadı, olamaz. İşin özü; kalıbımız buralı, ruhumuz gurbette. Gurbette acı çeken ruh, kanat takıp yükselebilmek için savaş veriyor. Bu âlemin taşları ayağına takılsa da arayıştan ve umuttan vazgeçmiyor. Hep bir gayret içerisinde çırpınıyor fakat perdeler var. Bu perdeler hakikati gizlemişler. O perdenin arkasına bakıp hakkı ve hakikati görebilmek meşakkatli iş. Bunun için İlâhî ihsan ve hibelere ihtiyacımız var.

“Kalkamazsa bu ruhumdan perdeler,/ Nereye gittiler, şimdi nerdeler?/ Ölmeden önce ölünen yerdeler./ Pusula kimden gelmiş, kimde kalmış?/ Bir toprak yığını uykuya dalmış.”

Beden cesedini ödünç aldığımız günden beri ruhumuza perdeler çekildi. Bunlardan kurtulmak için arıyoruz, soruyoruz, yoruyoruz, yoruluyoruz. Lâkin vazgeçmiyoruz. Demek ki ruh, kendi aslına kavuşma konusunda hiçbir zaman ümitsiz değil.

Her zaman huzuru, dinginliği bulma gayretinde olan ruhumuzu dünyalık zehirle temas ettirdiğimizde, ruh, o huzursuzluk ve gam yükünü yükleniyor. Ne vakit ki bu zehirleri ismimizden, cismimizden uzaklaştırırsak, feraha ve neşeye erişiyoruz. Bu ruh ki, istikametini bulma yolunda gözünü karartmış, bu yolda her adımla huzur duyuyor. Tıpkı “rüyasında Hindistan’ı gören filler” gibiyiz. Nasıl ki filler vatanları olan Hindistan’ı özler ve ararlarsa ruhumuz da aslını özlüyor ve arıyor. Biz yol engelleri koyup onu durdurmaya kalkışsak da o vazgeçmiyor. Çünkü cevher, bu âleme ait bir şey değildir. Cevheri içimize Hakk koymuştur. O, bize pusula olacak ve nereye dönersek dönelim, hep asıl vatanı gösterecektir.

Aslımızı kaybetmemizin esasında ruh uyuması vardır. Ruhlarımız bir gaflet uykusundadırlar. Zira bu uyku hâlinden dolayı gırtlağımıza kadar dünyalığa batıyoruz. Kör duyularımız bu batmayla birlikte cevher duyularımızı tamamen perdeliyor. Lâkin o perdelerin altında çırpınan, feryat eden, o yüklerle boğulan can kuşlarımız tutacak bir el arıyor. O el ki, aynaların paslarını silecek, o el ki, her yan onunla Hindistan’a dönecek.

Çoğumuz o ele ancak öldükten sonra ulaşabiliyoruz. Öyle halis canlar da var ki, onlar henüz hayattayken vuslata erişebiliyorlar. Kavuşma zamanına gitmek değil, onu çekip getirmeyle müjdeleniyorlar. O has cevher kullar, “ölmeden önce ölmeyi” hem dünyalık, hem ukbalık olarak kuşanıyorlar.

Oysa ölmek düşüncesi bile birçoğumuzda korku, endişe, belirsizlik duygusuna neden oluyor. Bunun sebebi, Hakk’ın heybetini perdeleyip tutsak olduğumuz kafeslerin boş kalacağı vehmidir. Çünkü bu kafes, ruhu her daim kendisine yapışık ister. Ona yapışır, onunla bir olur, onunla diri olur. Onun yokluğunun boşluğu ise onu dehşete düşürür.

“Hindistan’ı rüyada görürse filler,/ Dönüp dönüp ardına durmadan inler,/ Bu âdem, bu âdemde ninniler dinler./ Mutlak dönüş Onadır, ben neçe duram?/ Tekrar tekrar başımı taşlara vuram?”

Bir boşluğun hoşluğunda daim inliyoruz. Ney de öyle değil miydi? İçinin ateşi onu yaktıkça inledi. Bu inleyişle her gelene eş oldu, yoldaş oldu. Kimi zaman iyiler çıktı huzuruna, kimi zaman kötüler. Tıpkı insan toplulukları gibi… Akı da vardı, karası da; derdi de vardı, derdin içinde devası da… İnsanların içinde de cevher yönünden zıtlıklar bulunabilir. Kimisi zehir olurken, kimi bal devşirilen cinstendir. Bunların hepsinin varlık sebebi bir diğerine bağlıdır. Birbirleri için ölçü mahiyetinde yaratılmışlardır. Zira biri olmadan diğerinin kıymeti bilinemez.

Bu ikisi arasındaki zıtlık ve mücadelenin kökeni İblis’e kadar dayanmaktadır. Çekişmeleri ezelde başlamıştır, kıyamete kadar da kesilmeksizin devam edecektir. Çünkü özü değiştirmek mümkün değildir. İyiyi kötü, kötüyü iyi yapmaya hiçbir elin gücü yetmez. İşin hayret mâkâmı da şudur ki, her ikisi de bulundukları mecliste hemen seçilip tanınır. Kimisi dosta kanat takar takva yolunda, kimisi de bir taş gibi kanatlarına çöküp ağırlık oluşturur. Kimin ne mal olduğu gün gibi aşikârdır. Yüzleri onları ele verir. İyiyi kötüden seçebilmek gönlü uyanıkların meziyetidir. Onlar ki gaflet perdelerini yırtıp âlemle bağlantılarını kesmişlerdir. Onlar için her sır ayandır. Bu nedenle kimle karşı karşıya olduklarını anında vehmederler. Aldıkları ruh eğitimi gereği nazarlarının nuru sayesinde her şey apaçık görünür, bütün işaretler anlamlarına kavuşur.

Üzerinde durulması gereken bir başka önemli husus ise bu ulu nazarların her gördüklerini dile getirmelerine müsaade edilmemesidir. Öyle muhataplar vardır ki onların karşısında susmak, konuşmaktan evlâdır. Susma vazifesini yüklenen canlar da ney misali inler, bu iniltiyle feryatlarını dile getirirler. Onların her bir feryadında, her bir iniltisinde ayrılığın ateşi ile kavuşmanın ümidi vardır.

Cehillik ile ehillik arasındaki harf noksanlığının tümlüğünü görebilenler, bu iniltilerdeki mânâları da çözebilirler. Çözülen her gönül düğümü, mutluluk ve huzurun kapısını aralar. Hakk’ın ilmine ulaşıp karanlık mağaralardan çıkmamız için bizlere birer meşale olur.

Tuttuğumuz meşalelerse ruhumuza eş olanı bulmamızda birer yol aydınlatıcısı vazifesini yüklenirler. Ruhlarımız o gün eşlerini kaybettikleri için huzursuzlar. Daim arayıştalar. Sırtlarında kırk batman yük, önlerinde kat kat perdeler var. Ancak bunlardan kurtuldukları vakit huzura erecek ve var olmanın varlığını yaşayacaklar. Vesselâm…