Penguenleri izlerken kalbe dokunabilmek

Bir belgesel yolculuğumuz penguenlerden başlamış, sonunda kalplerimize dokunarak nihayetlenmişti. Gözlerimiz sulanmış, ufaktan kızarmaya dönmüştü. Boğazımdan aşağıya geçmeyen bir yumruk olmuştu. Artık diyecek söz bitmiş, hayat kendi merhamet kurallarını kalın harflerle dağlara taşlara kazımıştı.

PENGUENLER ile ilgili bir belgesel seyrediyorum. Afrika penguenleri… Sonra gençler sessizce odaya, yanıma geliyor. Ellerinde telefon ile meşgûl (!) olsalar bile, program zaman zaman onların da ilgisini çekiyor. Pürdikkat televizyona odaklanmış olmama rağmen, fark ediyorum ki büyük oğlum hafifçe burun kıvırıyor: “Yine mi?”

Ben yaratılmışların (mümkünse) her birinden haberdar olabilmeyi, bana hissettirdiklerini, tefekkür sebebim olmalarını, ufak bir ayrıntının peşinden giderek nice büyük meselelere kapı aralayabilmiş olmayı önemsiyor, keyifle yolculuğuma devam ediyorum. Çoğu zaman ne seyrettiğim ya da okuduğum değil, o anki keyifli hâlim çekiyor dikkatlerini. Koltukta yer değiştirmeler, gülümsemeler, kalem ile çıkardığım sesler, ufak bir melodiyi dilime dolayarak şarkı mırıldanmalar…

Merak ve hayret hissimden onlara da bir parça düşüyor. Ağzımdan dökülecek iki kelâmın talipleri olduklarını görüp bilerek şükrediyorum. O an diyorum ki içimden, “İşte şimdi ne söyleyeceksen/susacaksan söyle/sus, tam zamanı!”.

“Önemsiyorum, onlar ise benim önemsediğim şeyleri değil, önemseme hâlimi önemsiyorlar.”

Sonra birdenbire kendimizi bir programı izliyor ya da başka bir meseleyi konuşuyor buluyoruz. Kesin olarak bildiğim bir şey var: Artık, “Haydi beraber televizyon seyredelim” muhabbeti sona erdi. “Sona erdi” derken, bir konu üzerinde kafa yormaya, konuşmaya ya da herhangi bir ekrandan bir program seyretmeye son verme hâlini kastetmiyorum. Konunun tamamen form değiştirdiğini; benim istediğim zaman değil, “Haydi gelin!” denildiği zaman değil, kendiliğinden oluşacak zaman aralıklarında (!) olabileceğini söylüyorum.

Kendimden biliyorum. Çocukluğumda ya da ilerleyen zamanlarda ruh dünyama şekil veren, üzerimde derin izler bırakan, karakterimi şekillendiren, benliğimi oluşturan olayların, konuşmaların, anların, işte bu “tanımlanamayan ve hesaplanamayan olay-zaman-konuşmalardan” hâsıl olduğunu yaşım ilerledikçe çok daha iyi görüyor ve biliyorum.

İzlemeye devam ediyoruz.

***

Yaratılan her bir varlık gibi penguenler de vazifelerini muazzam bir şekilde yerine getiriyorlar. Eşlerine olan sadâkat ve ilgileri, gerçekten ibret alınası ölçüde! Büyük zorlukların ardından yuva hazırlıkları, sonrasında bu yuvanın korunması, gözetilmesi ve derken bir çift yumurtanın başında nöbetleşe çekilen çileli günler… Çoğunlukla dişi penguen yuvada kalırken, erkek penguenin zorlu av sureci, günlerce suda avlanması, dönüşte yüzlerce penguenin içinde koşturarak yuvasını bulması ve dişisini önce derin bir selâmlama ve sevgi gösterileri ile kucaklayıp sonrasında yuttuğu yiyeceklerin bir kısmı ile onu beslemesi…

Anlatıp yazarken bir çırpıda olup bitiverdiğine aldanmayın. Hakikaten son derece zor ve emek isteyen bir süreç bu. “Altı üstü bir penguen” diye aklından geçirenler olabilir sanırım. Yuvada hiç kalkmadan günlerce yatan dişi penguenin ayakları hareket etsin, biraz dolaşsın diye erkeğin yalvarırcasına, “Lütfen!” dercesine dişiyi nasıl teşvik ettiğini görmelisiniz. Gagasını yavaşça sürterek onu itiyor ve “Haydi!” diyor, “Ben beklerim, sen biraz dolaş”.

***

Akıl sahibi olmakla övünen insanoğlunun sahip olduğu bazı değerlerin azalması ya da kaybolması sonucunda, haber bültenleri baştan sona üçüncü sayfa haberleriyle ruhumuzu karartmaya ne yazık ki devam ediyor. Herkes yaralı… Herkes gerçekten yaralı!

“Öngörülmesi zor ya da imkânsız küçük zaman aralıklarının yine öngörülmesi mümkün olmayan nice güzelliklere gebe olduğu” (!) gerçeğinden bahsetmek istiyorum.

Artık daha belirgin bir biçimde, hep beraber izliyoruz belgeseli. Hayran olmamak, izlerken içten içe utanmamak mümkün değil. Yönetmen, çektiği filmi son bir vuruşla bitirmek niyetinde... Derken boğazımı düğüm düğüm eden şey oluyor. Daha önce hiç bilmediğim, hiç görmediğim, anlamakta ve anlatmakta zorlandığım o son…

***

Erkek penguen yaşamını devam ettirebilmek ve yumurtalarından çıkan yavrularını besleyebilmek için yola düşer. Derin okyanuslarda yeniden o tehlikeli avına çıkmak zorundadır. Ve sulara hiç düşünmeden dalar. Şans eseri bir köpekbalığı saldırısından kurtulur. (Bunun şans olup olmadığıyla ilgili fikrimin az sonra değişebileceğinden habersiz bir şekilde seyretmeye devam ediyorum.)

Yaralı da olsa, kursağında bir sürü balık ile yuvasını aramaya koyulur. Ama bu sefer farklı! Ben ne olduğunu anlamaya çalışıyor, bir taraftan yaralı olduğuna üzülüp diğer taraftan avlanarak yuvasına doğru gelmesinden dolayı memnunluk duyuyorum. Ama dedim ya, bu sefer bir başka geliyor. Çok isteksiz, yavaş, sessiz, başına geleceği biliyormuş gibi… Uzaktan yuvasını görünce direkt oraya doğru koşmuyor. Ufak daireler şeklinde yürüyerek, kendini dişi penguene, yavrulara gösteriyor. Biz hâlâ olayı anlamaya çalışıyoruz. (...)

Erkeğinin yaralı olduğunu gören dişi, tereddüt bile etmeden sırtını erkeğe dönüyor. Kanatlarının altına saklamaya çalıştığı yavrularını da kendi gibi babaya bakmamaları için diğer tarafa çeviriyor. Baba koşarak dişinin onu görmesi için bir o tarafa, bir bu taraf doğru çaresizce koşmaya devam ediyor. Bizler afallamış durumda, anlam veremediğimiz bu manzaranın tesiriyle şaşkınız!

Dişi penguen bir an olsun düşünmeden, tek bir tereddüt yaşamadan, kendi hayatını ve yavruların hayatını (bize çok merhametsizce gelse de) korumaya çalışıyor. Erkek penguen çaresiz, yuvasına yaklaşmadan başını eğip oradan uzaklaşıyor. Şanslı olup bu yaradan ölmezse, belgeselin yapımcısının anlattığına göre tekrar bir yuva kurma ihtimâli düşük de olsa varmış.

Böyle bir köpekbalığı saldırısında yaralanan penguen, yuvasının yanına yaklaşırsa, yavrularının onun taşıdığı bakteri ve mikroptan dolayı yaşama şansları çok azmış. Bunu bilen erkek, yuvaya yaklaşmak konusunda inat etmiyor. Bunu bilen dişi de neslinin devamını sağlayabilmek için hiç düşünmeden erkeğe sırtını dönebiliyor(!).

***

Bir belgesel yolculuğumuz penguenlerden başlamış, sonunda kalplerimize dokunarak nihayetlenmişti. Gözlerimiz sulanmış, ufaktan kızarmaya dönmüştü. Boğazımdan aşağıya geçmeyen bir yumruk olmuştu. Artık diyecek söz bitmiş, hayat kendi merhamet kurallarını kalın harflerle dağlara taşlara kazımıştı.

Sessizliğe gömülmeye talip olmuştum.

Dağıldık.

Ve Sezen Aksu duyuldu: “Ah beni beni…”