Pencereden mi bakmalı, sınıra mı dayanmalı?

İkinci Abdülhamid Han, tüm icraatıyla hürmeti ve muhabbeti hak etmektedir elbette, ancak onun bir çöküş sürecini idare ettiğini fark etmeli ve Türkiye’nin de yükseliş dönemine girdiğini görerek bu süreci Sultan Selim anlayışıyla yönetmenin ne büyük kazançlar getireceğini anlamak zorundayız.

BİR zorlama var, farkında mıyız?

Deniliyor ki, Devlet’in televizyon kanalında yayınlanan “Payitaht: Abdülhamid” dizisiyle, Cennet Mekân Abdülhamid Han’ın Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a benzetildiği ifade ediliyor.

Zorlaya zorlaya hem de…

Ben bu ifadeye katılmıyorum!

Evet, bir zorlama var ve farkındayım…

Ancak bu zorlama, Ulu Hakan’ın Cumhurbaşkanımıza benzetilmesi yönünde değil, Cumhurbaşkanımızın kaderinin Ulu Hakan’ınkine benzetilmesi yönünde!

Evet, Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı anlamak, çok şeyi anlamaktır.

Fakat o, hızlı bir çöküşün önünü almak adına tek tabanca mücadele etmiş ve etrafında güvenebileceği hiç kimse olmaksızın dâhilî ve hâricî darbelere göğüs germiş, maalesef sonunda ise bu savaşı kaybetmiştir.

Peki, Sayın Cumhurbaşkanımızı, hazin sonunu bildiğimiz bir şahsiyetle güya “kader birliği” başlığı altına hapsetmenin bize ne faydası var?

Motivasyon anlamında ihtiyaç duyduğumuz ve Sayın Cumhurbaşkanımızın da ihtiyaç duyduğu tarihî temsil kodlaması, kader birliği değil, fikriyat birliğidir.

Bu durumu şöyle izah edelim:

Binlerce yıllık tarihi boyunca, İslâm öncesi ve İslâm sonrasında Türkler, dünyaya damgasını vurmuş yüzlerce büyük hükümdar ve devlet adamı yetiştirmişlerdir.

Her biri birbirinden kıymetli bu hükümdar ve devlet adamları, her fâni gibi bekâ âlemine göçüp gitmiştir.

Kimi çok uzun bir idare dönemi yaşamış, kimiyse çok kısa…

Kimi yaptığı savunmayla destanlaşmış, kimi yedi iklime fermânını duyurmuş…

Mete Han’dan Kutluk Han’a, Gazneli Mahmud’dan Baybars’a, Melikşah’tan Celâleddin Harezmşah’a, Tuğrul Bey’den Fatih Sultan Mehmed’e, İkinci Abdülhamid’den Gazi Mustafa Kemal’e ne çok hükümdar ve devlet adamımız varsa, o kadar tecrübe, o kadar strateji ve taktik erbâbıyız…

Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yüzüncü yılına dayandığı eşikte savunma, müdafaa yahut defans hattında tutularak bu büyük bilgi, strateji ve tecrübeden uzak kalmaya ikna edilmeye çalışılmaktadır.

Türkiye bugün en şiddetli savaşlarından birini verirken, birileri kulağına âdeta “Tamirci Çırağı” şarkısını fısıldamaktadır.

Olağanda, savaş sırasındaki motivasyon, tarihteki hücum, zafer ve fetih birikimlerinden demlenen cesaretle sağlanır.

Fakat maalesef Türkiye’nin kaderiyle kendi kaderi tecessüm etmiş Sayın Cumhurbaşkanımızı İkinci Abdülhamid Han ve onun kaderiyle bir tutarak, hem Liderin şahsına, hem ailesine, hem de topyekûn Devletimize büyük bir motivasyon çatlağı vurulmaktadır.

Hâlbuki onun giyinmesi gereken gömlek bu değildir!

***

İstanbul’un Fethi’ni gerçekleştirmeye mazhar olmuş güzel kumandanın torunu olarak Sultan Selim Han, dedesinin gözünden okuduğu Roma tipi devlet aklını Türk irfan suyuyla yıkayarak berraklaştırdı.

Batıda, doğuda ve güneyde yaptığı hamlelerle Kızılelma dâvâsını en zirveye taşıyarak yedi yıl gibi çok kısa bir zamanda âdeta yüzlerce yıllık icraat yaparak çok büyük bir nüfuz alanına erişti.

Korkut Ata ile başlayan irfan, Zengi Ata ve Yusuf Hamedanî ile İslâm suyundan alıp Hoca Ahmed Yesevî nefesiyle demlenerek Hacı Bektaş ve Hacı Bayram ismiyle rüzgâr olup Sultan Selim ile bizzat devlete aşılandı.

O bu cesareti göstermemiş olsaydı, devlette vahdet yaşanamadığı gibi, yeni bir fetret dönemine girilecek, tüm cihana hitap eden himâyenin önü kesilecekti.

Sultan Selim Han, Fatih Sultan Mehmed öncesinde yine bir Müslüman Türk olan Emir Timur’un Anadolu’ya gelerek indirdiği darbeyi, yaşadığı tarih itibariyle çok daha derinlemesine süzmüş ve bunların tekrarlanmaması için önce içeride devletin varlığına, bağımsızlığına ve yükselişine engel olanları etkisiz kıldı.

Bir tarafta dedesinin şehâdetini hazırlayan Vatikan ile diğer tarafta Anadolu’yu tehdit eden Doğu-Güney ittifakının nefesini de doğrudan devletinin ensesinde hissediyordu.

Dedesinin başlattığı kutlu fetih nabzını devam ettirmenin tek yolu, devleti vahdet içinde tutacak atılım ve açılım politikasını ilerletmekti.

Bunun yolu, önce Topkapı’daki yapıyı kendi iradesine almak ve sonrasında da evlâdı Süleyman’a bırakacağı mîras ile daima sahada olmaktı.

Tüm sınırları zorladı bu yüzden…

***


Ulu Hakan Sultan Selim Han, devletini savunma hattında tutsaydı ne Hilâfet gibi bir mâkâmı Mülk-ü Âli’ye katabilirdi, ne de Vatikan ve Doğu-Güney ittifakının hışmından kurtarabilirdi devletini.

Bugün Sayın Cumhurbaşkanımızın, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı öncesinde sadece Refah Partisi’nin bir İl Başkanı olarak başlattığı “sahada olmak” dinamiğini bilen cümle siyaset ve medya organizatörleri, niçin onu yükselişin hakanı ile hemdem etmek yerine savunma yapmaktan başka çâresi kalmayan ve sonu hazin gelen hakan ile bir tutmaya gayret ediyorlar?

Yüz yıl oldu, Çanakkale Şehitlerini Anma Günü’nü “hafta” şekline getirerek vatanımızı nasıl savunduğumuzu gururla anıyoruz.

Peki, İstanbul hâlâ bizim olmasına rağmen, başkalarının içinde bu şehir köklü bir uhde olarak kalmasına rağmen, İstanbul’un Fethi’ni niçin haftalarla anmıyoruz?

Yoksa hücum etmeyi mi sevmiyoruz?

Kusura bakmayın, hücum etmezseniz gol atamazsınız!

Ridaniye’yi, Mercidabık’ı, Mohaç’ı, Sırpsındığı’nı, Pasinler’i, Miryakefalon’u anmazsanız, yâd ettirmezseniz, sonra birileri çıkıp, “Orada ne işimiz var, burada ne işimiz var?” demeye devam eder durur…

Son yıllarda Malazgirt’i anmanın bizzat Cumhurbaşkanlığı himâyesindeki törenlerle gerçekleştirildiğini niçin kimse anlayamıyor?

Bu, sadece bir anma programı organize etmek değil, tarihimizin en geniş hacimli hamlesinin hatırlatması ve damarlarımızda akana sahip olduğu potansiyeli duyurma hareketidir.

Cumhurbaşkanımız, defans yapan Türkiye’nin değil, yükselen Türkiye’nin lideridir!

Bunu anlayan anladı, bir tek biz mi anlamadık?

Sayın Cumhurbaşkanımızın ihtiyacı olan Sultan Selim motivasyonunu ona sağlayabilmek için, Sultan Selim Han’daki hamle, açılım, basiret ve cesaret kodlarını millet olarak öncelikle biz anlamalıyız.

İkinci Abdülhamid Han, tüm icraatıyla hürmeti ve muhabbeti hak etmektedir elbette, ancak onun bir çöküş sürecini idare ettiğini fark etmeli ve Türkiye’nin de yükseliş dönemine girdiğini görerek bu süreci Sultan Selim anlayışıyla yönetmenin ne büyük kazançlar getireceğini anlamak zorundayız.

Selâm ve duâ ile…