-Hiçbir şey
anlatmadan bir şey anlatan hikâye-
KAPININ zili çalınca gayr-i ihtiyârî duvardaki saate gitti
gözüm. Hiçbir şeyden habersiz akrep yerinde sayar gibi sinsilik ediyor,
yelkovansa aksine zıplayıp duruyordu. Dışarıda müdahale edemediğimiz, etsek
bile sonuca çok da katkımızın olmadığı bir akış vardı anlaşılan.
Saatleri parçalamak, büyük plâna bağlı yaşam sürecimizde
etkisiz elemandı. Yelkovanın her tık’ında gerçekleşen sonsuz ihtimâller
içerisinde, plânladıklarımızdan çok plânlamadıklarımız etken oluyordu
hayatımızda. Bizim yaşama dair kişisel, beşerî plânlarımız, İlâhî plân
içerisinde eğilip bükülüyor, değişime uğruyor ve eğer o büyük plânla uyum
içinde değilse yok olmaya mahkûm oluyordu. Olması gereken yani “hayat”
dediğimiz hikâye tam olarak buydu belki de…
Kafamı çevirip pencereden dışarı baktım. Öbek öbek siyah
yağmur bulutları kaplamıştı gökyüzünü. Şehrin kirlenmişliğine isyan eder gibi
çakan şimşekler eşliğinde birazdan bardaktan boşalırcasına yağacak yağmurla sokaklar
sular altında kalacaktı kim bilir. Şimşeğin çakmasını, yağmurun yağmasını engelleyebilecek
bir güç var mıydı? Ya da o zilin çalmasını engelleyecek bir güç?
Evet, dün de bu saatlerde gelmiş, giderken “Lütfen beni
dinler misin?” der gibi gözlerimin içine bakıp, “Çok şey var anlatacak” diyerek
çıkmıştı kapıdan. Bu nasıl oluyordu bilmiyorum ama dinlemeye yatkın bir yapım
olduğunu başkaları da keşfetmiş olmalıydı. Ertesi gün çok büyük ihtimâlle
kiminle ne konuştuklarını bile hatırlamayacak olan ve iki buçuk saat aralıksız
konuşan zilzurna tipleri bile dinlemişliğim vardı geçmişte. O nedenle kimin
geldiğini tahmin etmek hiç de zor değildi.
Zille birlikte dışarıdaki kasvetli havayı olduğu gibi
soluduğumu hissettim. Gökyüzündeki kara kara bulutlar her hücreme sirâyet
etmişti. İki gündür âşinâ olduğum sıkıntı bir kez daha oturuvermişti içime. Bu
tür durumlardan sıkıntı duyuyordum, çünkü artık eskisi kadar tahammüllü ve
sabırlı değildim. Her geçen gün azalacağına aksine artar sorunlara yenilerinin
eklenmesi can sıkıcı bir durumdu. Pıtrak dikeni gibi paçalarıma tutunmuş
onlarca problemden kurtulma çabası enerjimi tüketmeye yetiyordu.
Açılan kapı aralığından onu görmemle birlikte kafama, sağ
kaşımın üstünden başlayıp kulağımın arkasından enseme doğru ince bir ağrı dolmaya
başladı. Bu benim sağlığım açısından hayra alâmet bir durum değildi. Çünkü birazdan
neler olacağını biliyordum. Bu ince ağrı gitgide sertleşecek, sonra kulağımın
arka kısmında, enseme yakın bir bölgede toplanacak ve zonklamanın şiddetinden
başımı sağa sola çeviremez hâle gelecektim. İki gündür dert dinlemekten
yapamadığım işler bugün de kalacak, işlerin aksaması beni daha çok strese
sokacağı için başımdaki ağrının şiddeti artacak, ağrı arttıkça ertelenen işler
çoğalacak, derken birbirini tetikleyen bir kısır döngü sarmalında kuyruğunu
yakalamaya çalışan kedi gibi dönüp duracaktım. Tam da “Kendim ettim, kendim
buldum” hayıflanmasına tipik örneklik teşkil edecek bir durumdu içinde
bulunduğum hâl. Çünkü karşılaştığımız ilk gün onu çaya buyur eden bendim.
Ona, hastane dönüşü ofisimin bulunduğu caddede rastladım.
Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. Bu semtte, üstelik bu hâlde görmek hem
şaşırtmış, hem de meraklandırmıştı beni. O meşhur gülümsemesi de olmasa yol
ortasında beni durduran okul arkadaşımı tanımam pek mümkün olmayacaktı. Dudaklarını
yüzünün bir tarafına doğru çekerek gülümsediğini görünce, karşımdaki yarı
pejmürde şahsın Mehmet olduğundan emin olmuştum.
Hâline çok şaşırmıştım, çünkü bizim bildiğimiz Mehmet her
zaman şıktı; pahalı zevkleri ve arkadaşları olarak imrendiğimiz bir hayatı vardı.
Hem fakülte yıllarında, hem de sonrasında biz yaşama tutunma mücadelesi
verirken, ona bakıp “Hayat sana güzel!” dediğimiz çok olmuştur. Para ve iş
sorunu olmadığı için gelecek kaygısı taşımasını gerektirecek bir durum söz
konusu değildi. Hayat bizi bir köşede unutup bütün imkânları, bütün güzellikleri
onun önüne sermiş gibiydi âdeta. Özellikle okul zamanlarında bir ona, bir
kendimize bakıp hayatın hiç de âdil olmadığı ile ilgili varoluşsal analizler
yaptığımız, Yaradan’ı ve kaderi sorguladığımız zamanlar çok olmuştur.
Şimdi arkadaşların yer yer imrendiği, hâttâ kıskandığı o Mehmet
gitmiş, yerine insanda sadaka duygusu uyandıran biri gelmişti. Onu en son iki
yıl önce mezunlar toplantısında görmüştüm. Karşımda duran adam ile en son
mezunlar toplantısının sponsoru olan adamın aynı şahıs olduğuna kendimi ikna
etmem zor olacaktı. Bu durumda, ne olduğunu kim olsa merak ederdi sanırım. Ben
de çok merak etmiştim hâliyle ama bu baştan ayağa değişimin ayaküstü
konuşulabilecek bir mevzu olmadığını tahmin etmek zor değildi. Bu yüzden, belki
gelir konuşur, ne olduğunu anlatır diye nezaketen (“nezaketen” dediğime
bakmayın, aslında sırf merakımdan) ofise dâvet etmiştim.
“Birkaç gün önce yolda tesadüf edip hâl hatır sormanın
işi bu noktaya getirmesinde vardır bir hikmet” diye düşünmekten başka yapacak
bir şey yoktu şimdilik. Üç gündür parça bölük de olsa onun hayatını
konuşuyorduk. Daha doğrusu, o konuşuyor, ben dinliyordum. İçine dert olmuş ve
bir türlü sindiremediği konuların bazen başından başlıyordu, bazen sonundan. Yani
başından geçenlerin neresinin o an canını daha çok yaktığını düşünüyorsa o
kısmı anlatıyordu. “Ya abi, bu kadar da olur mu?” diye başlıyor, sesi
titreyerek yorulana kadar anlatıyordu. “Yeter” diyemiyordum. Çok sık görüşmüyor
olsak da sonuçta arkadaşımızdı ve bir dönemi paylaştığımız, ortak geçmişimiz
olan biriydi. Hatır ve vefanın yok olmadığını en azından kendime
göstermeliydim.
Dün ve önceki gün olduğu gibi çay söyledim ona, soğuk bir
şeyler içmek isteyip istemediğini sordum. Aç olup olmadığını sormadan yemek
söyledim. Konuyu açması için saçma sapan bir soru sormanız bile yeterliydi. O
nasılsa kestirmeden konuyu kendisi ile alâkalı, özellikle son bir yılda
yaşadığı sıkıntılara getirecekti. O nedenle direkt “Bugün nasılsın?” dedim ve
başka da bir şey demeye gerek kalmadı. O konuştukça gözleri doluyor, benimse çâresizliğim
ikiye katlanıyordu. Mehmet’i teselli edecek bir söz bulamıyordum. Benim işim zâten
rakamlarlaydı, o yüzden söze hâkim biri olmadım hiçbir zaman.
Oturduğum koltuktan kalkıp pencereye doğru yöneldim. Konumumu
değiştirmek, biraz hareket etmek ve düşünmek için zaman kazanmak istiyordum.
Bir bardak su isteyip istemediğini sordum yine zaman kazanma düşüncesiyle.
Bunca yıl rakamlarla, hesap kitapla uğraşmış biri olarak psikoloji bana çok
uzaktı. Bildiğim tek teselli cümlesi, “Üzülme, her şey geçer”den ibâretti. Ama
bunun Mehmet üzerinde gördüğüm kadarıyla bir etkisi olmuyordu.
Dışarıda soğuyan hava camları buğulandırmıştı. Küçükken
buğulaşan camlara yazılar yazıp sonra da onların eriyerek nasıl yok olduğunu
seyrederdik. Bunu hatırlamakla zihnimde bir şimşeğin çakması bir oldu. Zihnimde
canlanan fikirden habersiz Mehmet’e döndüm, “Baştan anlatır mısın, yazıyorum”
dedim.
Şaşkınlıkla baktı yüzüme. “Yazmak mı?” dedi. “Evet” dedim,
“Yazıyorum”. Mehmet, niyetimin ne olduğunu anlamamıştı, evet, ama gerçekte ne
yaptığımı ben de bilmiyordum, ne yapacağımı da… Bu bir yöntem miydi, daha önce
bir yerlerde uygulanmışı var mıydı? Varsa kim uygulamıştı, uygulanmışsa bir
faydası olmuş muydu? Hiçbir fikrim yoktu. Sadece işe yaraması için içten içe duâ
ediyordum.
Masamın üstünde duran ve günlük işlerimi not aldığım
ajandalardan birini kaptım heyecanla. “Bahsettiğin olay hangi gün olmuştu?”
diye sordum. “4 Eylül” dedi. Ajandanın o tarihli sayfasını açıp başladım
yazmaya. O anlattı, ben yazdım; ben yazdıkça o anlattı. Baştan garip gelen
yazma işinden, ben yazdıkça hoşlanmaya başlamıştı. Bunu ara ara gülümsemesinden
anlayabiliyordum. 10 Eylül’de bitirdi Mehmet seçtiğimiz konu ile ilgili anlatacaklarını.
Başını kaldırıp haklı olarak “Şimdi ne olacak?” dercesine baktı yüzüme. “Biliyorum,
çok saçma gelecek sana ama bu anlattığın problemini bana satmanı istiyorum”
dedim. Yüzü anlamsız biçimde şekil değiştirdi, gözleri kısıldı. Benim garip
teklifime doğal olarak bir anlam verememişti. Oturduğu koltukta şöyle bir
kımıldayıp ileri geri hareket etti. Kalkıp gideceğini sandım. Bu aşamada gitmesi
işime gelmezdi. Yöntemimin işe yaradığını görmek istiyordum. Bu da benim en
doğal hakkımdı. Denemekten zarar gelmeyeceğini söyleyerek ikna ettim. Ne
yapması gerektiğini sordu. Kendi el yazısıyla, buraya kadar anlattıklarının
artık kendi sorunu olmaktan çıktığını, çünkü onu bir başkasına devrettiğini,
üstelik bu devirden para kazandığı için mutlu olduğunu yazarak imzalamasını
istedim. Para, işin etkisini arttırmaya yönelikti aslında. Niyetim, suyun şifâsına
sığınmaktı.
O gün kapıdan gülümseyerek çıkan ve uzun süre uğramayan Mehmet,
yöntemin faydalı olup olmadığı konusunda beni hayli merakta bıraktı. Yaklaşık
iki ay sonra o meşhur gülümsemesiyle içeriye daldığında, yaptığımız pazarlığın
işe yaradığını anladım.
O gittikten sonra kullanılmamış promosyon ajandalardan
birini aldım, doğum tarihime denk gelen sayfası açtım. Bir yandan yazıyor,
diğer yandan yazdıklarımı satın alabilecek birini düşünüyordum...