Pazarlık

Başını kaldırıp haklı olarak “Şimdi ne olacak?” dercesine baktı yüzüme. “Biliyorum, çok saçma gelecek sana ama bu anlattığın problemini bana satmanı istiyorum” dedim. Yüzü anlamsız biçimde şekil değiştirdi, gözleri kısıldı. Benim garip teklifime doğal olarak bir anlam verememişti. Oturduğu koltukta şöyle bir kımıldayıp ileri geri hareket etti…

-Hiçbir şey anlatmadan bir şey anlatan hikâye-

KAPININ zili çalınca gayr-i ihtiyârî duvardaki saate gitti gözüm. Hiçbir şeyden habersiz akrep yerinde sayar gibi sinsilik ediyor, yelkovansa aksine zıplayıp duruyordu. Dışarıda müdahale edemediğimiz, etsek bile sonuca çok da katkımızın olmadığı bir akış vardı anlaşılan.

Saatleri parçalamak, büyük plâna bağlı yaşam sürecimizde etkisiz elemandı. Yelkovanın her tık’ında gerçekleşen sonsuz ihtimâller içerisinde, plânladıklarımızdan çok plânlamadıklarımız etken oluyordu hayatımızda. Bizim yaşama dair kişisel, beşerî plânlarımız, İlâhî plân içerisinde eğilip bükülüyor, değişime uğruyor ve eğer o büyük plânla uyum içinde değilse yok olmaya mahkûm oluyordu. Olması gereken yani “hayat” dediğimiz hikâye tam olarak buydu belki de…

Kafamı çevirip pencereden dışarı baktım. Öbek öbek siyah yağmur bulutları kaplamıştı gökyüzünü. Şehrin kirlenmişliğine isyan eder gibi çakan şimşekler eşliğinde birazdan bardaktan boşalırcasına yağacak yağmurla sokaklar sular altında kalacaktı kim bilir. Şimşeğin çakmasını, yağmurun yağmasını engelleyebilecek bir güç var mıydı? Ya da o zilin çalmasını engelleyecek bir güç?

Evet, dün de bu saatlerde gelmiş, giderken “Lütfen beni dinler misin?” der gibi gözlerimin içine bakıp, “Çok şey var anlatacak” diyerek çıkmıştı kapıdan. Bu nasıl oluyordu bilmiyorum ama dinlemeye yatkın bir yapım olduğunu başkaları da keşfetmiş olmalıydı. Ertesi gün çok büyük ihtimâlle kiminle ne konuştuklarını bile hatırlamayacak olan ve iki buçuk saat aralıksız konuşan zilzurna tipleri bile dinlemişliğim vardı geçmişte. O nedenle kimin geldiğini tahmin etmek hiç de zor değildi.

Zille birlikte dışarıdaki kasvetli havayı olduğu gibi soluduğumu hissettim. Gökyüzündeki kara kara bulutlar her hücreme sirâyet etmişti. İki gündür âşinâ olduğum sıkıntı bir kez daha oturuvermişti içime. Bu tür durumlardan sıkıntı duyuyordum, çünkü artık eskisi kadar tahammüllü ve sabırlı değildim. Her geçen gün azalacağına aksine artar sorunlara yenilerinin eklenmesi can sıkıcı bir durumdu. Pıtrak dikeni gibi paçalarıma tutunmuş onlarca problemden kurtulma çabası enerjimi tüketmeye yetiyordu.

Açılan kapı aralığından onu görmemle birlikte kafama, sağ kaşımın üstünden başlayıp kulağımın arkasından enseme doğru ince bir ağrı dolmaya başladı. Bu benim sağlığım açısından hayra alâmet bir durum değildi. Çünkü birazdan neler olacağını biliyordum. Bu ince ağrı gitgide sertleşecek, sonra kulağımın arka kısmında, enseme yakın bir bölgede toplanacak ve zonklamanın şiddetinden başımı sağa sola çeviremez hâle gelecektim. İki gündür dert dinlemekten yapamadığım işler bugün de kalacak, işlerin aksaması beni daha çok strese sokacağı için başımdaki ağrının şiddeti artacak, ağrı arttıkça ertelenen işler çoğalacak, derken birbirini tetikleyen bir kısır döngü sarmalında kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi gibi dönüp duracaktım. Tam da “Kendim ettim, kendim buldum” hayıflanmasına tipik örneklik teşkil edecek bir durumdu içinde bulunduğum hâl. Çünkü karşılaştığımız ilk gün onu çaya buyur eden bendim.

Ona, hastane dönüşü ofisimin bulunduğu caddede rastladım. Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. Bu semtte, üstelik bu hâlde görmek hem şaşırtmış, hem de meraklandırmıştı beni. O meşhur gülümsemesi de olmasa yol ortasında beni durduran okul arkadaşımı tanımam pek mümkün olmayacaktı. Dudaklarını yüzünün bir tarafına doğru çekerek gülümsediğini görünce, karşımdaki yarı pejmürde şahsın Mehmet olduğundan emin olmuştum.

Hâline çok şaşırmıştım, çünkü bizim bildiğimiz Mehmet her zaman şıktı; pahalı zevkleri ve arkadaşları olarak imrendiğimiz bir hayatı vardı. Hem fakülte yıllarında, hem de sonrasında biz yaşama tutunma mücadelesi verirken, ona bakıp “Hayat sana güzel!” dediğimiz çok olmuştur. Para ve iş sorunu olmadığı için gelecek kaygısı taşımasını gerektirecek bir durum söz konusu değildi. Hayat bizi bir köşede unutup bütün imkânları, bütün güzellikleri onun önüne sermiş gibiydi âdeta. Özellikle okul zamanlarında bir ona, bir kendimize bakıp hayatın hiç de âdil olmadığı ile ilgili varoluşsal analizler yaptığımız, Yaradan’ı ve kaderi sorguladığımız zamanlar çok olmuştur.

Şimdi arkadaşların yer yer imrendiği, hâttâ kıskandığı o Mehmet gitmiş, yerine insanda sadaka duygusu uyandıran biri gelmişti. Onu en son iki yıl önce mezunlar toplantısında görmüştüm. Karşımda duran adam ile en son mezunlar toplantısının sponsoru olan adamın aynı şahıs olduğuna kendimi ikna etmem zor olacaktı. Bu durumda, ne olduğunu kim olsa merak ederdi sanırım. Ben de çok merak etmiştim hâliyle ama bu baştan ayağa değişimin ayaküstü konuşulabilecek bir mevzu olmadığını tahmin etmek zor değildi. Bu yüzden, belki gelir konuşur, ne olduğunu anlatır diye nezaketen (“nezaketen” dediğime bakmayın, aslında sırf merakımdan) ofise dâvet etmiştim.

“Birkaç gün önce yolda tesadüf edip hâl hatır sormanın işi bu noktaya getirmesinde vardır bir hikmet” diye düşünmekten başka yapacak bir şey yoktu şimdilik. Üç gündür parça bölük de olsa onun hayatını konuşuyorduk. Daha doğrusu, o konuşuyor, ben dinliyordum. İçine dert olmuş ve bir türlü sindiremediği konuların bazen başından başlıyordu, bazen sonundan. Yani başından geçenlerin neresinin o an canını daha çok yaktığını düşünüyorsa o kısmı anlatıyordu. “Ya abi, bu kadar da olur mu?” diye başlıyor, sesi titreyerek yorulana kadar anlatıyordu. “Yeter” diyemiyordum. Çok sık görüşmüyor olsak da sonuçta arkadaşımızdı ve bir dönemi paylaştığımız, ortak geçmişimiz olan biriydi. Hatır ve vefanın yok olmadığını en azından kendime göstermeliydim.

Dün ve önceki gün olduğu gibi çay söyledim ona, soğuk bir şeyler içmek isteyip istemediğini sordum. Aç olup olmadığını sormadan yemek söyledim. Konuyu açması için saçma sapan bir soru sormanız bile yeterliydi. O nasılsa kestirmeden konuyu kendisi ile alâkalı, özellikle son bir yılda yaşadığı sıkıntılara getirecekti. O nedenle direkt “Bugün nasılsın?” dedim ve başka da bir şey demeye gerek kalmadı. O konuştukça gözleri doluyor, benimse çâresizliğim ikiye katlanıyordu. Mehmet’i teselli edecek bir söz bulamıyordum. Benim işim zâten rakamlarlaydı, o yüzden söze hâkim biri olmadım hiçbir zaman.

Oturduğum koltuktan kalkıp pencereye doğru yöneldim. Konumumu değiştirmek, biraz hareket etmek ve düşünmek için zaman kazanmak istiyordum. Bir bardak su isteyip istemediğini sordum yine zaman kazanma düşüncesiyle. Bunca yıl rakamlarla, hesap kitapla uğraşmış biri olarak psikoloji bana çok uzaktı. Bildiğim tek teselli cümlesi, “Üzülme, her şey geçer”den ibâretti. Ama bunun Mehmet üzerinde gördüğüm kadarıyla bir etkisi olmuyordu.

Dışarıda soğuyan hava camları buğulandırmıştı. Küçükken buğulaşan camlara yazılar yazıp sonra da onların eriyerek nasıl yok olduğunu seyrederdik. Bunu hatırlamakla zihnimde bir şimşeğin çakması bir oldu. Zihnimde canlanan fikirden habersiz Mehmet’e döndüm, “Baştan anlatır mısın, yazıyorum” dedim.

Şaşkınlıkla baktı yüzüme. “Yazmak mı?” dedi. “Evet” dedim, “Yazıyorum”. Mehmet, niyetimin ne olduğunu anlamamıştı, evet, ama gerçekte ne yaptığımı ben de bilmiyordum, ne yapacağımı da… Bu bir yöntem miydi, daha önce bir yerlerde uygulanmışı var mıydı? Varsa kim uygulamıştı, uygulanmışsa bir faydası olmuş muydu? Hiçbir fikrim yoktu. Sadece işe yaraması için içten içe duâ ediyordum.

Masamın üstünde duran ve günlük işlerimi not aldığım ajandalardan birini kaptım heyecanla. “Bahsettiğin olay hangi gün olmuştu?” diye sordum. “4 Eylül” dedi. Ajandanın o tarihli sayfasını açıp başladım yazmaya. O anlattı, ben yazdım; ben yazdıkça o anlattı. Baştan garip gelen yazma işinden, ben yazdıkça hoşlanmaya başlamıştı. Bunu ara ara gülümsemesinden anlayabiliyordum. 10 Eylül’de bitirdi Mehmet seçtiğimiz konu ile ilgili anlatacaklarını. Başını kaldırıp haklı olarak “Şimdi ne olacak?” dercesine baktı yüzüme. “Biliyorum, çok saçma gelecek sana ama bu anlattığın problemini bana satmanı istiyorum” dedim. Yüzü anlamsız biçimde şekil değiştirdi, gözleri kısıldı. Benim garip teklifime doğal olarak bir anlam verememişti. Oturduğu koltukta şöyle bir kımıldayıp ileri geri hareket etti. Kalkıp gideceğini sandım. Bu aşamada gitmesi işime gelmezdi. Yöntemimin işe yaradığını görmek istiyordum. Bu da benim en doğal hakkımdı. Denemekten zarar gelmeyeceğini söyleyerek ikna ettim. Ne yapması gerektiğini sordu. Kendi el yazısıyla, buraya kadar anlattıklarının artık kendi sorunu olmaktan çıktığını, çünkü onu bir başkasına devrettiğini, üstelik bu devirden para kazandığı için mutlu olduğunu yazarak imzalamasını istedim. Para, işin etkisini arttırmaya yönelikti aslında. Niyetim, suyun şifâsına sığınmaktı.

O gün kapıdan gülümseyerek çıkan ve uzun süre uğramayan Mehmet, yöntemin faydalı olup olmadığı konusunda beni hayli merakta bıraktı. Yaklaşık iki ay sonra o meşhur gülümsemesiyle içeriye daldığında, yaptığımız pazarlığın işe yaradığını anladım.

O gittikten sonra kullanılmamış promosyon ajandalardan birini aldım, doğum tarihime denk gelen sayfası açtım. Bir yandan yazıyor, diğer yandan yazdıklarımı satın alabilecek birini düşünüyordum...