Payitahtta salgın günleri

Hastalıktan her gün yüzlerce insan, evlerde, bazen de yollarda yürürken düşüp ölüyor, bir yandan sokakların ve evlerin temizliği yapılırken, bir yandan da halk camilerde duâ ediyordu. Bir ara salgın seyrini çok şiddetlendirdi ve ölü sayısı günde üç bini buldu. Bu durum üzerine, birer salgın yuvası hâline gelen İstanbul ve Galata’daki bekâr odaları yıktırıldı…

İNSANOĞLU enteresan bir canlı. Allah’ın (cc) kendisine düşünme ve mantık yetisi bahşetmesine rağmen, çoğu zaman bu yeteneğini unutur. Kâinatta zerre kadar yer kaplamamasına rağmen, başına bir musîbet geldiğinde kendini dünyanın merkezinde görür. Dünyanın gamını, kederini bir paratoner misâli üzerine çektiği yanılgısına düşer. Öyle ya, onun başına gelenler, daha önce kimsenin başına gelmemiştir. Yazsalar roman olur hayatı. Filme çekilse yeridir…

Malûm, tüm dünyayı etkisi altına alan ve tâbiri caizse hayatı durduran Kovid-19 salgını, ülkemize 10 Mart 2020 tarihi itibari ile giriş yaptığından bu yana, hayatımızda pek çok şey değişti. Sosyal mesafe, maske, tedbir, su, sabun, kolonya kelimelerini dakika başı duyar olduk. Her akşam Sağlık Bakanlığı tarafından turkuaz tabloda açıklanan vaka ve ölü sayılarını büyük bir dikkatle takip ettik. Sayılar düştükçe bir yandan keyiflendik, bir yandan da endişe ettik “İnsanımız bugünleri unutur da rehavete kapılıp tedbiri elden bırakır” diye.

Kendi kendimize tam da yukarıda tarifini verdiğim, kendini dünyanın merkezinde gören insanlar gibi, “Bu salgın dönemi de geldi, bizi buldu” diye hayıflanıp dururken, Allah’ın takdir ettiği kadere –hâşâ- karşı gelmek gibi bir vahamete düşebileceğimizden korktuk. Üstelik böyle bir düşünce, tarih boyunca bu topraklar üzerinde türlü hastalık ve musîbete karşı göğüs geren, sabreden ecdâdımıza haksızlık etmek demekti.

Yedi tepeli şehrin salgın hastalık karnesini araştırdığımızda, ortaya Koronavirüs salgınından çok daha büyük ve ürkütücü boyutlara varan bir tablo çıktı karşımıza. Maazallah, bunlar öyle kuvvetli salgınlarlardı ki zamanın Avrupa’sında kralları tahtlarından indirdi. Taş taş üstünde bırakmadı. Çok şükür, Devlet-i Âliyye-i Osmanî, günümüzde ise Türkiye Cumhuriyeti, bu salgınların hepsini alnının akıyla atlattı. Ama nasıl atlattı? Gelin, yakından bakalım...

1467 Veba Salgını

Bizans döneminde çeşitli tarihlerde Veba Salgını geçiren İstanbul, fetih sonrası salgınla 1467 yılında tanışır. Avrupa’yı kasıp kavuran ve nüfusun önemli bir bölümünü yok eden salgın, İstanbul’a sıçradığında doğal olarak halk içerisinde büyük paniğe yol açtı. İlgili tarihte herhangi bir kayıt tutulamadığı için günlük ölü sayısına dair sağlıklı bir veri bulunmuyor. Fakat şehirde hayatın durduğu iddia edilmektedir. Tarihçiler fikir birliği içinde olmasalar da o tarihte 100 binin üzerinde İstanbullunun hayatını kaybettiğini tahmin etmektedirler.

Veba şehirde tüm hızıyla yayılırken, Rumeli Seferi’nden dönen Fatih Sultan Mehmed’i salgın hastalık konusunda beraberindeki devlet adamları uyarmış, hastalığın kendisine sirâyet etmesi hâlinde Devlet-i Âliyye’nin tehlikeye düşeceği konusunda kendisini ikna ederek dönüş yolunu İstanbul’a değil, Sırbistan’ın Misya şehrine çevirmişler ve burada bir müddet kendilerini karantinaya almışlardır.

1491 Veba Salgını

Fetih sonrası yaşanan salgından yaklaşık 24 sene sonra, veba yeniden İstanbul’un kapısını çalar. Tarih kitaplarına göre 1491’deki Veba Salgını, şehirdeki gündelik yaşamı felç etmiş ve kısa süreli kıtlığa neden olmuştur. Sultan İkinci Bayezid, vebadan dolayı şehirdeki ölümlerin artması üzerine, hastalığın kendisine bulaşmasından imtinâ ederek, bir müddet Edirne’ye geçmiştir. Bu salgında İstanbul’da toplamda 80 binden fazla insanın hayatını kaybettiği belirtilmiştir ki o dönem kentin nüfusunun 200 bin kişi olduğu göz önüne alınırsa, bu rakam nüfusun yaklaşık yüzde 40’ına tekabül eder.

1591 Veba Salgını

1591 yılının Ekim ayı içinde başlayan salgının kaynağı bilinmemektedir. Salgın büyük bir hızla İstanbul’u sararak günlük yaşayışı altüst etmiş, hastalıktan ölenlerin sayısının günde 500’ü geçmesi üzerine, devrin padişahı Üçüncü Murad, Topkapı Sarayı’nı tedbir amaçlı terk ederek, haremi ile birlikte Boğaziçi Kasrı’na çekilmiştir. Bu dönemde Üçüncü Murad’ın cezaevlerindeki mahkûmların tamamını salgın dolayısı ile affederek dışarı saldığı tarih kaynaklarında yazmaktadır.

Hastalığın yayılma tehlikesine karşılık, esnafın kepenk indirdiği şehirde halk ciddî bir kıtlık tehlikesi ile karşı karşıya gelmişse de özellikle Lonca Teşkilâtı’nın devreye girmesi ile buğday ve un gibi temel gıda maddelerinin temini noktasında muhtemel bir kıtlık tehlikesinin önüne geçilmiştir. Salgın 6 ay boyunca devam etmiş, şehirde hayat durma noktasına gelmiştir. Salgın bittiğinde İstanbul’da 100 bine yakın insan hayatını kaybetmiştir. 1566 yılındaki nüfus sayımına göre İstanbul nüfusunun 600 bin olduğu düşünüldüğünde, bilançonun ne kadar vahim olduğu görülmektedir.

1625 Veba Salgını

1625 yılında görülen Büyük Veba Salgını da İstanbullulara korkulu günler yaşatmıştır. “Bayrampaşa Vebası” adıyla tarihe geçen bu salgında, vaka sayısı başlangıçta ağır seyrederken, daha sonra hızını âniden artırmış, ölü sayısının günde bini bulması üzerine paniğe kapılan İstanbul halkı, toplu hâlde Okmeydanı’nda duâya çıkmıştır.

Alınan tüm tedbirlere rağmen, salgın iki ay süreyle devam etmiş, ölü sayısı her geçen gün biraz daha artmıştır. Tarih kaynaklarında kesin bir rakam verilmemekle birlikte, bu salgında ölenlerin sayısının 10 bini aştığı tahmin edilmektedir.

1650 ve 1655 Veba Salgınları

İstanbul tarihinde en fazla görülen hastalık sıfatını taşıyan veba, bu tarihten sonra da sık sık kısa aralıklarla salgın hâlinde şehre yayılmıştır. Bunlar arasında 1650 ve 1655 Salgınları önemlidir. Bu iki salgından sonra İstanbul, 19’uncu yüzyıl başlarına kadar hastalık bakımından sakin bir devreye girmiş, birkaç küçük ölçekli salgını saymazsak İstanbullular yüzyılı aşkın bir süre salgın yüzü görmemişlerdir.

1812 Veba Salgını

19’uncu yüzyıl ilk çeyreği içinde, 1812 yılında İstanbul Limanı’na giren küçük bir yelkenli, beraberinde binlerce insanın ölümüne yol açacak bir hastalığın mikrobunu getiriyordu. Ocak ayının ilk günleri içinde İzmir’den gelen ve İstanbul-İzmir arasında yük taşıyan bu gemiden yayılan veba hastalığı, önce şehrin liman yükünü çeken Galata semtinde görülmüş, oradan da Beyoğlu’na sıçramıştı. Kısa zamanda salgın hâlini alan hastalık, daha sonra gittikçe yayılarak önce Fener ve Kumkapı semtlerine, ardından da şehrin tamamına yayılmıştı.

Hastalıktan her gün yüzlerce insan, evlerde, bazen de yollarda yürürken düşüp ölüyor, bir yandan sokakların ve evlerin temizliği yapılırken, bir yandan da halk camilerde duâ ediyordu. Bir ara salgın seyrini çok şiddetlendirdi ve ölü sayısı günde üç bini buldu. Bu durum üzerine, birer salgın yuvası hâline gelen İstanbul ve Galata’daki bekâr odaları yıktırıldı. Yıktırılan yerlerde ikâmet edenler, padişahın belirlediği yerlere yerleştirildi. Alınan bütün tedbirlere rağmen hastalık ancak on ay sonra son buldu.

1825 Çiçek Salgını

İstanbul tarihinde ilk büyük çiçek salgını, 1825 yılının Nisan ayı içinde baş göstermiş, bu süreçte beş bine yakın insan ölmüştü. Başlangıçta hastalıkla mücadele noktasında zafiyet gösterilmesi nedeniyle ilerleyen safhada hastalık Topkapı Sarayı’na sıçramış, sarayda bir şehzade ile iki sultan bu hastalığa yakalanıp ölmüşlerdi.


1831 Kolera Salgını

Sultan İkinci Mahmud devrinde, 1831 yılında İstanbul’da ilk defa görülen kolera salgınına önceleri kesin bir ad konulamadığından halk çâresiz kalmış, bunun sonucu olarak salgında ilk aylar içinde dört bine yakın İstanbullu hayatını kaybetmişti. Ancak daha sonraları hastalığın kolera olduğu ve yabancı bir gemi vâsıtasıyla İstanbul’a ulaştığı anlaşıldığından, zamanın Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi, Padişah ve sadrazamı ikna ederek yabancı ülkelerden gelen gemilerin Büyükdere açıklarında karantinaya alınmasını sağlamıştı.

Mustafa Behçet Efendi bununla da yetinmeyerek, kolera salgınından nasıl korunulacağını anlatan bir broşür hazırlamış ve bu broşür Matbaa-i Âmire’de basılarak halka ve ordu mensuplarına ücretsiz olarak dağıtılmıştı. Ayrıca kapı kapı dolaşan görevliler, hijyenin salgını önlemede ne kadar önemli olduğunu halka anlatmıştı.

Altı bin kişinin ölümüyle neticelenen bu salgından hemen sonra, İstanbul’da bulaşıcı hastalıklarla mücadele amacıyla bir sağlık kurulunun kurulması fikri ortaya atılmış, bu kurul 1838 yılında kurularak çalışmaya başlamıştı. O güne kadar halk, daha çok kendi kişisel gayretleri ve imkânlarıyla salgınlardan korunmaya çalışmış, ancak bu yapılırken tıbbî esaslar göz önünde bulundurulmadığından, salgınların önü alınamamıştı. Sağlık kurulunun faaliyete geçmesiyle birlikte bu tarihten sonraları bulaşıcı hastalıklara karşı bilimsel bir yol izlenmiş, halkın uyarıcı yayınlar ve çalışmalarla eğitilmesi üzerine hastalıkla mücadelede olumlu sonuçlar alınmıştır.

1859 Kolera Salgını

İstanbul 19’uncu yüzyıl ortalarında, 1859 yılında yine büyük bir kolera salgınıyla karşılaşmıştır. Sultan Abdülmecid zamanına rastlayan bu salgın, on bin kişinin ölümüne sebep olmuş, bu tarihlerde halk ve sağlık kurulunun bütün çabalarına rağmen hastalar tedavi olma noktasında istekli olmamışlardır. Bu yüzden önü alınamayan hastalık, büyük bir hızla yayılmaya devam etmiş, halkın yollarda sapır sapır döküldüğü, ölülerin kireç kuyularına atıldığı görülmüştür.

1877 Kolera Salgını

Bu tarihin üzerinden çok fazla bir zaman geçmeden yeni bir kolera salgını da 1877 yılında tekrar İstanbul’u altüst etmiş, ölü sayısı bakımından diğerlerini de geride bırakmıştır. 15 bin insanın can verdiği bu salgında, devletçe yapılan müracaat üzerine Pastör Enstitüsü’nden gönderilen Mauriece Nicolle, Mekteb-i Tıbbıye-i Şahâne’nin bahçesinde ilk bakteriyolojihâneyi kurmuş ve çalışmalarına başlamıştı. Devrin padişahı Sultan İkinci Abdülhamid, koleranın önünün alınmasına yardımcı olan bu kişiye çeşitli ihsanlarda bulunmuştur.

1912 Kolera Salgını

1912 yılının Eylül ayı içinde kolera, yeniden İstanbul’un kapısını çalmış, bu salgında bütün sağlık tedbirlerinin zamanında alınmasına rağmen, içlerinde ordu mensuplarının da bulunduğu on binden fazla İstanbullu hayatını kaybetmiştir. Halk arasında salgına patlıcanın sebep olduğu yolunda söylentiler çıkması üzerine, şehirde patlıcan satışları birden durmuş, resmî mâkâmlar tarafından halka el ve vücût temizliğinin, salgınla mücadelenin olmazsa olmazı olduğu konusunda uyarılar yapılmıştır.

Şehirdeki dükkân ve mağaza sahipleri, alınan karara uyarak iş yerlerindeki antiseptik madde dolu kaplar bulunduruyor, gelip giden müşteriler alışverişten sonra bu kaplarda ellerini yıkayarak dezenfekte ediyorlardı. Bunun yanı sıra, belediye tarafından görevlendirilen kişiler, hastalığın görüldüğü semtlerde, köşe başlarında açtıkları kuyularda kireç söndürerek halka dağıtıyorlardı.

Hastalığa yakalanan İstanbullular önceleri Sarayburnu Parkı’nda karantinaya alınırken, daha sonra sirâyeti önlemek amacıyla Yeşilköy’e nakledildiler. Bu durum Yeşilköy halkı arasında korkuya yol açtığından, pek çok kimse evlerini terk ederek başka semtlere göç etmiştir.

1943 Tifüs Salgını

Kötü hijyen koşulları altında bitler aracılığıyla hızla yayılarak salgına dönüşen tifüs, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ülkemize musallat olmuş, 1943 yılına gelindiğinde ülkeyi tehdit eder bir hâl almıştır. Bu hastalığın etkisini en çok hissettirdiği yer, kalabalık nüfusuyla yine İstanbul’dur. Ülke genelinde alınan tedbirler, daha çok İstanbul’da yoğunlaştırılmıştır.

Hastalığa karşı en güçlü silah temizlik olduğundan, İstanbul Belediyesi ve Sıhhat Müdürlüğü, tifüse karşı verilen savaşı daha sistemli bir şekilde yürütmek üzere Mücadele Teşkilâtı oluşturmuştur. Tifüsün ortadan kaldırılabilmesi amacıyla özellikle insanların toplu olarak bulunduğu nakil vasıtaları, mektep, hapishane, fabrika gibi yerler denetim altına alınmış, il genelinde âdeta bir temizlik seferberliği başlatılmıştır.

İnsanların rahatlıkla temizlenebilmeleri için hamamların sayısı arttırılmış, çok sayıda temizlik maddesi temin edilerek ihtiyacı olan yerlere gönderilmiştir. Tüm bu çalışmaların yanı sıra, salgınının durdurulmasında tifüs aşısından yararlanılmış ve yürütülen mücadele sonucunda salgın nihâyet bastırılabilmiştir.

1970 Kolera Salgını

İstanbul’un Sağmalcılar ilçesinde 1970 yılının yaz aylarında, eski suyollarının kirletilmesi ve bu kirli suyun içme suyu şebekesine karışmasıyla birlikte yeni bir kolera salgını yaşanmıştır. Durumun fark edilmesiyle birlikte dönemin Sağlık Bakanı, hastalığın kolera olmadığını açıklamıştır. Bunun sebebi, Avrupa’da yıllarca süren salgın hastalıkların Ticaret Protokolü’nde yarattığı değişikliktir. Pek çok ülke kolera salgını olan ülkelerle ticareti, salgının yayılmasını önlemek amacıyla doğrudan kesmektedir. Ticarî kaygılar nedeniyle Türkiye’nin “Para-Kolera” olarak adlandırdığı hastalık, kısa sürede ilçede yayılmış, Esenler ve Sağmalcılar karantinaya alınırken, Sağmalcılar Cezaevi Hastanesi dâhil olmak üzere bölgedeki tüm hastaneler, karantina hastanesi olarak ilân edilmiştir. Buna ek olarak, Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi de 400 yataklı karantina hastanesine çevrilmiştir.

Sağmalcılar ve Esenler ilçelerinde etkili olan salgın, bin beş yüz kişiye yayılırken, toplamda 52 kişinin ölümüne neden olmuştur. Salgının yaşandığı yıl Türkiye, Avrupa basınında geniş yer bulurken, bütün ülkeler Türkiye ile olan sınır kapılarını kısa süreyle kapatmıştır. Türkiye’de yeni gelişen turizm sektörü, yaşanan bu vaka nedeniyle büyük yara almış, Sağlık Bakanı’nın kolera ifadesini kullanmaması, salgının ekonomik etkilerini azaltmaya yetmemiştir. 1978 yılında Sağmalcılar ilçesinin adı, “salgının kötü hatıralarını silmek” amacıyla “Bayrampaşa” olarak değiştirilmiştir.


Kaynakça

Editör: İsmail Yaşayanlar, Burcu Kurt - Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Salgın Hastalıklar ve Kamu Sağlığı (Tarih Vakfı Yayınları)

Prof. Dr. Halil İnalcık - Devlet-i Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar 3. Cilt (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)

https://dokuz8haber.net/toplum-yasam/saglik/gecmisten-bugune-istanbulda-gorulen-salginlar

https://www.sabah.com.tr/galeri/yasam/istanbul_tarihindeki_salginlar