İNSANOĞLU enteresan bir
canlı. Allah’ın (cc) kendisine düşünme ve mantık yetisi bahşetmesine rağmen,
çoğu zaman bu yeteneğini unutur. Kâinatta zerre kadar yer kaplamamasına rağmen,
başına bir musîbet geldiğinde kendini dünyanın merkezinde görür. Dünyanın
gamını, kederini bir paratoner misâli üzerine çektiği yanılgısına düşer. Öyle
ya, onun başına gelenler, daha önce kimsenin başına gelmemiştir. Yazsalar roman
olur hayatı. Filme çekilse yeridir…
Malûm,
tüm dünyayı etkisi altına alan ve tâbiri caizse hayatı durduran Kovid-19
salgını, ülkemize 10 Mart 2020 tarihi itibari ile giriş yaptığından bu yana,
hayatımızda pek çok şey değişti. Sosyal mesafe, maske, tedbir, su, sabun,
kolonya kelimelerini dakika başı duyar olduk. Her akşam Sağlık Bakanlığı
tarafından turkuaz tabloda açıklanan vaka ve ölü sayılarını büyük bir dikkatle
takip ettik. Sayılar düştükçe bir yandan keyiflendik, bir yandan da endişe
ettik “İnsanımız bugünleri unutur da rehavete kapılıp tedbiri elden bırakır”
diye.
Kendi
kendimize tam da yukarıda tarifini verdiğim, kendini dünyanın merkezinde gören
insanlar gibi, “Bu salgın dönemi de geldi, bizi buldu” diye hayıflanıp
dururken, Allah’ın takdir ettiği kadere –hâşâ- karşı gelmek gibi bir vahamete
düşebileceğimizden korktuk. Üstelik böyle bir düşünce, tarih boyunca bu
topraklar üzerinde türlü hastalık ve musîbete karşı göğüs geren, sabreden ecdâdımıza
haksızlık etmek demekti.
Yedi
tepeli şehrin salgın hastalık karnesini araştırdığımızda, ortaya Koronavirüs
salgınından çok daha büyük ve ürkütücü boyutlara varan bir tablo çıktı
karşımıza. Maazallah, bunlar öyle kuvvetli salgınlarlardı ki zamanın
Avrupa’sında kralları tahtlarından indirdi. Taş taş üstünde bırakmadı. Çok
şükür, Devlet-i Âliyye-i Osmanî, günümüzde ise Türkiye Cumhuriyeti, bu
salgınların hepsini alnının akıyla atlattı. Ama nasıl atlattı? Gelin, yakından
bakalım...
1467
Veba Salgını
Bizans
döneminde çeşitli tarihlerde Veba Salgını geçiren İstanbul, fetih sonrası
salgınla 1467 yılında tanışır. Avrupa’yı kasıp kavuran ve nüfusun önemli bir
bölümünü yok eden salgın, İstanbul’a sıçradığında doğal olarak halk içerisinde
büyük paniğe yol açtı. İlgili tarihte herhangi bir kayıt tutulamadığı için
günlük ölü sayısına dair sağlıklı bir veri bulunmuyor. Fakat şehirde hayatın
durduğu iddia edilmektedir. Tarihçiler fikir birliği içinde olmasalar da o
tarihte 100 binin üzerinde İstanbullunun hayatını kaybettiğini tahmin etmektedirler.
Veba
şehirde tüm hızıyla yayılırken, Rumeli Seferi’nden dönen Fatih Sultan Mehmed’i
salgın hastalık konusunda beraberindeki devlet adamları uyarmış, hastalığın
kendisine sirâyet etmesi hâlinde Devlet-i Âliyye’nin tehlikeye düşeceği
konusunda kendisini ikna ederek dönüş yolunu İstanbul’a değil, Sırbistan’ın
Misya şehrine çevirmişler ve burada bir müddet kendilerini karantinaya
almışlardır.
1491
Veba Salgını
Fetih
sonrası yaşanan salgından yaklaşık 24 sene sonra, veba yeniden İstanbul’un
kapısını çalar. Tarih kitaplarına göre 1491’deki Veba Salgını, şehirdeki gündelik
yaşamı felç etmiş ve kısa süreli kıtlığa neden olmuştur. Sultan İkinci Bayezid,
vebadan dolayı şehirdeki ölümlerin artması üzerine, hastalığın kendisine
bulaşmasından imtinâ ederek, bir müddet Edirne’ye geçmiştir. Bu salgında
İstanbul’da toplamda 80 binden fazla insanın hayatını kaybettiği belirtilmiştir
ki o dönem kentin nüfusunun 200 bin kişi olduğu göz önüne alınırsa, bu rakam
nüfusun yaklaşık yüzde 40’ına tekabül eder.
1591
Veba Salgını
1591
yılının Ekim ayı içinde başlayan salgının kaynağı bilinmemektedir. Salgın büyük
bir hızla İstanbul’u sararak günlük yaşayışı altüst etmiş, hastalıktan ölenlerin
sayısının günde 500’ü geçmesi üzerine, devrin padişahı Üçüncü Murad, Topkapı
Sarayı’nı tedbir amaçlı terk ederek, haremi ile birlikte Boğaziçi Kasrı’na
çekilmiştir. Bu dönemde Üçüncü Murad’ın cezaevlerindeki mahkûmların tamamını
salgın dolayısı ile affederek dışarı saldığı tarih kaynaklarında yazmaktadır.
Hastalığın
yayılma tehlikesine karşılık, esnafın kepenk indirdiği şehirde halk ciddî bir
kıtlık tehlikesi ile karşı karşıya gelmişse de özellikle Lonca Teşkilâtı’nın
devreye girmesi ile buğday ve un gibi temel gıda maddelerinin temini noktasında
muhtemel bir kıtlık tehlikesinin önüne geçilmiştir. Salgın 6 ay boyunca devam
etmiş, şehirde hayat durma noktasına gelmiştir. Salgın bittiğinde İstanbul’da
100 bine yakın insan hayatını kaybetmiştir. 1566 yılındaki nüfus sayımına göre
İstanbul nüfusunun 600 bin olduğu düşünüldüğünde, bilançonun ne kadar vahim
olduğu görülmektedir.
1625
Veba Salgını
1625
yılında görülen Büyük Veba Salgını da İstanbullulara korkulu günler yaşatmıştır.
“Bayrampaşa Vebası” adıyla tarihe geçen bu salgında, vaka sayısı başlangıçta
ağır seyrederken, daha sonra hızını âniden artırmış, ölü sayısının günde bini
bulması üzerine paniğe kapılan İstanbul halkı, toplu hâlde Okmeydanı’nda duâya
çıkmıştır.
Alınan
tüm tedbirlere rağmen, salgın iki ay süreyle devam etmiş, ölü sayısı her geçen
gün biraz daha artmıştır. Tarih kaynaklarında kesin bir rakam verilmemekle
birlikte, bu salgında ölenlerin sayısının 10 bini aştığı tahmin edilmektedir.
1650
ve 1655 Veba Salgınları
İstanbul
tarihinde en fazla görülen hastalık sıfatını taşıyan veba, bu tarihten sonra da
sık sık kısa aralıklarla salgın hâlinde şehre yayılmıştır. Bunlar arasında 1650
ve 1655 Salgınları önemlidir. Bu iki salgından sonra İstanbul, 19’uncu yüzyıl
başlarına kadar hastalık bakımından sakin bir devreye girmiş, birkaç küçük
ölçekli salgını saymazsak İstanbullular yüzyılı aşkın bir süre salgın yüzü
görmemişlerdir.
1812
Veba Salgını
19’uncu
yüzyıl ilk çeyreği içinde, 1812 yılında İstanbul Limanı’na giren küçük bir
yelkenli, beraberinde binlerce insanın ölümüne yol açacak bir hastalığın
mikrobunu getiriyordu. Ocak ayının ilk günleri içinde İzmir’den gelen ve
İstanbul-İzmir arasında yük taşıyan bu gemiden yayılan veba hastalığı, önce
şehrin liman yükünü çeken Galata semtinde görülmüş, oradan da Beyoğlu’na
sıçramıştı. Kısa zamanda salgın hâlini alan hastalık, daha sonra gittikçe
yayılarak önce Fener ve Kumkapı semtlerine, ardından da şehrin tamamına yayılmıştı.
Hastalıktan
her gün yüzlerce insan, evlerde, bazen de yollarda yürürken düşüp ölüyor, bir
yandan sokakların ve evlerin temizliği yapılırken, bir yandan da halk camilerde
duâ ediyordu. Bir ara salgın seyrini çok şiddetlendirdi ve ölü sayısı günde üç
bini buldu. Bu durum üzerine, birer salgın yuvası hâline gelen İstanbul ve
Galata’daki bekâr odaları yıktırıldı. Yıktırılan yerlerde ikâmet edenler,
padişahın belirlediği yerlere yerleştirildi. Alınan bütün tedbirlere rağmen
hastalık ancak on ay sonra son buldu.
1825
Çiçek Salgını
İstanbul tarihinde ilk büyük çiçek salgını, 1825 yılının Nisan ayı içinde baş göstermiş, bu süreçte beş bine yakın insan ölmüştü. Başlangıçta hastalıkla mücadele noktasında zafiyet gösterilmesi nedeniyle ilerleyen safhada hastalık Topkapı Sarayı’na sıçramış, sarayda bir şehzade ile iki sultan bu hastalığa yakalanıp ölmüşlerdi.
1831
Kolera Salgını
Sultan
İkinci Mahmud devrinde, 1831 yılında İstanbul’da ilk defa görülen kolera
salgınına önceleri kesin bir ad konulamadığından halk çâresiz kalmış, bunun
sonucu olarak salgında ilk aylar içinde dört bine yakın İstanbullu hayatını
kaybetmişti. Ancak daha sonraları hastalığın kolera olduğu ve yabancı bir gemi
vâsıtasıyla İstanbul’a ulaştığı anlaşıldığından, zamanın Hekimbaşı Mustafa
Behçet Efendi, Padişah ve sadrazamı ikna ederek yabancı ülkelerden gelen
gemilerin Büyükdere açıklarında karantinaya alınmasını sağlamıştı.
Mustafa
Behçet Efendi bununla da yetinmeyerek, kolera salgınından nasıl korunulacağını
anlatan bir broşür hazırlamış ve bu broşür Matbaa-i Âmire’de basılarak halka ve
ordu mensuplarına ücretsiz olarak dağıtılmıştı. Ayrıca kapı kapı dolaşan
görevliler, hijyenin salgını önlemede ne kadar önemli olduğunu halka anlatmıştı.
Altı
bin kişinin ölümüyle neticelenen bu salgından hemen sonra, İstanbul’da bulaşıcı
hastalıklarla mücadele amacıyla bir sağlık kurulunun kurulması fikri ortaya
atılmış, bu kurul 1838 yılında kurularak çalışmaya başlamıştı. O güne kadar
halk, daha çok kendi kişisel gayretleri ve imkânlarıyla salgınlardan korunmaya
çalışmış, ancak bu yapılırken tıbbî esaslar göz önünde bulundurulmadığından,
salgınların önü alınamamıştı. Sağlık kurulunun faaliyete geçmesiyle birlikte bu
tarihten sonraları bulaşıcı hastalıklara karşı bilimsel bir yol izlenmiş,
halkın uyarıcı yayınlar ve çalışmalarla eğitilmesi üzerine hastalıkla
mücadelede olumlu sonuçlar alınmıştır.
1859
Kolera Salgını
İstanbul
19’uncu yüzyıl ortalarında, 1859 yılında yine büyük bir kolera salgınıyla karşılaşmıştır.
Sultan Abdülmecid zamanına rastlayan bu salgın, on bin kişinin ölümüne sebep
olmuş, bu tarihlerde halk ve sağlık kurulunun bütün çabalarına rağmen hastalar
tedavi olma noktasında istekli olmamışlardır. Bu yüzden önü alınamayan hastalık,
büyük bir hızla yayılmaya devam etmiş, halkın yollarda sapır sapır döküldüğü,
ölülerin kireç kuyularına atıldığı görülmüştür.
1877
Kolera Salgını
Bu
tarihin üzerinden çok fazla bir zaman geçmeden yeni bir kolera salgını da 1877
yılında tekrar İstanbul’u altüst etmiş, ölü sayısı bakımından diğerlerini de
geride bırakmıştır. 15 bin insanın can verdiği bu salgında, devletçe yapılan
müracaat üzerine Pastör Enstitüsü’nden gönderilen Mauriece Nicolle, Mekteb-i
Tıbbıye-i Şahâne’nin bahçesinde ilk bakteriyolojihâneyi kurmuş ve çalışmalarına
başlamıştı. Devrin padişahı Sultan İkinci Abdülhamid, koleranın önünün
alınmasına yardımcı olan bu kişiye çeşitli ihsanlarda bulunmuştur.
1912
Kolera Salgını
1912
yılının Eylül ayı içinde kolera, yeniden İstanbul’un kapısını çalmış, bu
salgında bütün sağlık tedbirlerinin zamanında alınmasına rağmen, içlerinde ordu
mensuplarının da bulunduğu on binden fazla İstanbullu hayatını kaybetmiştir.
Halk arasında salgına patlıcanın sebep olduğu yolunda söylentiler çıkması
üzerine, şehirde patlıcan satışları birden durmuş, resmî mâkâmlar tarafından
halka el ve vücût temizliğinin, salgınla mücadelenin olmazsa olmazı olduğu
konusunda uyarılar yapılmıştır.
Şehirdeki
dükkân ve mağaza sahipleri, alınan karara uyarak iş yerlerindeki antiseptik
madde dolu kaplar bulunduruyor, gelip giden müşteriler alışverişten sonra bu
kaplarda ellerini yıkayarak dezenfekte ediyorlardı. Bunun yanı sıra, belediye
tarafından görevlendirilen kişiler, hastalığın görüldüğü semtlerde, köşe
başlarında açtıkları kuyularda kireç söndürerek halka dağıtıyorlardı.
Hastalığa
yakalanan İstanbullular önceleri Sarayburnu Parkı’nda karantinaya alınırken,
daha sonra sirâyeti önlemek amacıyla Yeşilköy’e nakledildiler. Bu durum
Yeşilköy halkı arasında korkuya yol açtığından, pek çok kimse evlerini terk
ederek başka semtlere göç etmiştir.
1943
Tifüs Salgını
Kötü
hijyen koşulları altında bitler aracılığıyla hızla yayılarak salgına dönüşen
tifüs, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ülkemize musallat olmuş, 1943 yılına
gelindiğinde ülkeyi tehdit eder bir hâl almıştır. Bu hastalığın etkisini en çok
hissettirdiği yer, kalabalık nüfusuyla yine İstanbul’dur. Ülke genelinde alınan
tedbirler, daha çok İstanbul’da yoğunlaştırılmıştır.
Hastalığa
karşı en güçlü silah temizlik olduğundan, İstanbul Belediyesi ve Sıhhat
Müdürlüğü, tifüse karşı verilen savaşı daha sistemli bir şekilde yürütmek üzere
Mücadele Teşkilâtı oluşturmuştur. Tifüsün ortadan kaldırılabilmesi amacıyla
özellikle insanların toplu olarak bulunduğu nakil vasıtaları, mektep,
hapishane, fabrika gibi yerler denetim altına alınmış, il genelinde âdeta bir
temizlik seferberliği başlatılmıştır.
İnsanların
rahatlıkla temizlenebilmeleri için hamamların sayısı arttırılmış, çok sayıda
temizlik maddesi temin edilerek ihtiyacı olan yerlere gönderilmiştir. Tüm bu
çalışmaların yanı sıra, salgınının durdurulmasında tifüs aşısından
yararlanılmış ve yürütülen mücadele sonucunda salgın nihâyet bastırılabilmiştir.
1970
Kolera Salgını
İstanbul’un
Sağmalcılar ilçesinde 1970 yılının yaz aylarında, eski suyollarının
kirletilmesi ve bu kirli suyun içme suyu şebekesine karışmasıyla birlikte yeni
bir kolera salgını yaşanmıştır. Durumun fark edilmesiyle birlikte dönemin
Sağlık Bakanı, hastalığın kolera olmadığını açıklamıştır. Bunun sebebi,
Avrupa’da yıllarca süren salgın hastalıkların Ticaret Protokolü’nde yarattığı
değişikliktir. Pek çok ülke kolera salgını olan ülkelerle ticareti, salgının
yayılmasını önlemek amacıyla doğrudan kesmektedir. Ticarî kaygılar nedeniyle
Türkiye’nin “Para-Kolera” olarak adlandırdığı hastalık, kısa sürede ilçede yayılmış,
Esenler ve Sağmalcılar karantinaya alınırken, Sağmalcılar Cezaevi Hastanesi dâhil
olmak üzere bölgedeki tüm hastaneler, karantina hastanesi olarak ilân
edilmiştir. Buna ek olarak, Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi de 400
yataklı karantina hastanesine çevrilmiştir.
Sağmalcılar
ve Esenler ilçelerinde etkili olan salgın, bin beş yüz kişiye yayılırken,
toplamda 52 kişinin ölümüne neden olmuştur. Salgının yaşandığı yıl Türkiye,
Avrupa basınında geniş yer bulurken, bütün ülkeler Türkiye ile olan sınır kapılarını
kısa süreyle kapatmıştır. Türkiye’de yeni gelişen turizm sektörü, yaşanan bu
vaka nedeniyle büyük yara almış, Sağlık Bakanı’nın kolera ifadesini
kullanmaması, salgının ekonomik etkilerini azaltmaya yetmemiştir. 1978 yılında
Sağmalcılar ilçesinin adı, “salgının kötü hatıralarını silmek” amacıyla “Bayrampaşa”
olarak değiştirilmiştir.
Kaynakça
Editör: İsmail Yaşayanlar, Burcu Kurt -
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Salgın Hastalıklar ve Kamu Sağlığı (Tarih Vakfı
Yayınları)
Prof. Dr. Halil İnalcık - Devlet-i Aliyye
Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar 3. Cilt (Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları)
https://dokuz8haber.net/toplum-yasam/saglik/gecmisten-bugune-istanbulda-gorulen-salginlar
https://www.sabah.com.tr/galeri/yasam/istanbul_tarihindeki_salginlar