Patron

Her çocuk gibi o da neşet etti, okudu, diplomalara erişti. Askerlik vazifesini tamamladıktan sonra işe girdi, evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Gerek devlet kapısında, gerekse özel sektördeki deneyimlerinde sayısız yönetici ve patronla çalıştı. İki şeyi çok arıyor, daha doğrusu özlüyordu: Annesinin kokusu ve duâsı ile patronunun yanaklarında yahut kıvırcık saçlarının arasında gezinen müşfik parmakları…

İLKOKUL bitmiş, yaz tatili başlamıştı. Henüz on ikisinde olan Tarık, ailesine katkı sağlamak için çalışmaya karar vermişti. O sabah erkenden kalktı, lavaş ekmeğinin arasına keskin aromalı küp peynirini yerleştirip sıcak çayını çarçabuk yudumladı. Güneye bakan balkon merdivenlerinden ikişer üçer inerek sokağa indi.

Şehrin elektrik modernizasyonu işini alan köklü şirketin şantiyesinden içeri girdiğinde, kendisini Temmuz sıcağına aldırış etmeden karınca misâli harıl harıl çalışan işçilerin alaylı bakışları karşıladı. Onlara aldırış etmeden şantiye şefini sordu. Ne de olsa sora sora Bağdat bulunurdu.

Prefabrik yapılar arasında ilerlerken önce “Baretsiz çalışmak yasaktır!”, ardından “Şantiye Şefi” levhasıyla karşılaştı. Kapı ardına kadar açıktı. Başını içeriye doğru uzatmasıyla “Gel bakayım” emrini duyması bir oldu. Çekinerek içeri girdi. Karşısında hasır şapkalı bir adam buldu. Adam, “Hoş geldin! Söyle bakalım, ne istiyorsun? Yoksa araba yapmak için kablo mu istiyorsun?” diye sorunca, “Yok, kablo falan istemiyorum, iş istiyorum” cevabını verdi. Şantiye şefi, duyduğu talebin doğruluğundan emin olmak istedi ve başındaki hasır şapkayı masanın üzerine bırakarak, “İş mi?” dedi. “Evet, iş” dedi Tarık. “Pekâlâ, gel bakalım” dedi adam ve ellerini arkaya vererek yürümeye başladı.

Çocuk, sevinçten havalara uçuyordu. Önündeki bir adım atıyorsa, kendisi iki adım atıyordu. Öyle oldu ki, kendini bir yarışın içinde zannetti. Çok geçmeden, yerde boylu boyuna uzatılan sayısız demir direğin başına geldiler. “Bunları boyayabilecek misin?” diye sorulunca, hiç düşünmeden “Boyarım” diye cevapladı. Bunun üzerine tombul ve esmer adamın gergin yüzünde sınırsız bir tebessüm belirdi. Ardından, “O zaman depoya git, sana boya ile fırça versinler” dedikten sonra işaret parmağıyla deponun yerini gösterdi…

Kuru boyadan yağlı boyaya

Depodan döndüğünde her iki eli de doluydu; birinde boya, ötekinde ise eldiven ile fırça… Nereden ve nasıl başlayacağını kestiremedi! İmdadına, kendinden evvel işe girenler yetişti. Oyalanarak onların ne yaptığını gözlemledi; eldiven küçük parmaklarına bol gelince takmaktan vazgeçti ve Besmele çekerek at kılından yapılmış fırçayı gri renkli tenekeye batırıp çıkardı. Resim dersi iyi olduğu için sınıf arkadaşları, sırasının önünde kuyruğa geçerlerdi. Artık kuru ve sulu boyadan yağlı boyaya terfi etmişti. Kırmızı astarlı elektrik direkleri renk değiştirdikçe işine daha çok sarılıyordu…

Öğle yemeği için ara verilmişti. İşçiler ellerini yıkıyordu ama bir çeşme başında değillerdi. Ellerini bir tenekeye daldırıp çıkarıyor, kuvvetlice ovalıyorlardı. Boyalar, sihirli bir değnek değmişçesine kayboluyordu.

İkindi vaktine girilmişti. Güneşin tesiri azalmıştı azalmamasına ama bu, susuzluğuna ve terlemesine engel değildi. Kendisini işe alan adamın başındaki şapkanın ne işe yaradığını o zaman anlamıştı.

Çay molasındaydılar; kiminin elinde cam bardak, kiminin elinde ise naylon kupa vardı. Ama en çok da sigara… Dumana karışmamak için grubun dışında çayını yudumlamayı yeğledi. Tam o esnada işçiler, “Patron geliyor!” diye bağırdı. Sere serpe oturanlar, bir anda ellerindeki sigaraları atıp ayağa fırladılar. Çocuk ne olduğunu anlamamıştı. Boyada olduğu gibi takip ettiklerini taklit ederek ayağa fırladı.

“Başını dik tut ama dik başlı da olma!”

Tozu dumana katarak gelen yeşil cipin içinden uzun boylu, heybetli sayılacak bir adam çıktı. Şantiye şefi, onu karşılayan grubun en önündeydi. İkili, işçilere doğru yaklaşırken birbirlerine bir şeyler anlatıyordu. Çok geçmeden “patron” denilen adamla göz göze geldi. Dolgun bir sesle, “Afiyet olsun arkadaşlar!” dedi. Herkes aynı anda “Sağ ol!” diye cevap verdi.

Patron, grup içindeki çocuğu ilk kez görüyordu. Kim olduğunu öğrenmek için, “Hanginizin oğlu?” diye sordu. Hiç kimseden ses çıkmadı. Sessizliği, Şantiye Şefi Tacaettin bozdu: “Efendim, yeni boyacımız… Bugün başladı işe!” “Öyle mi? Hayırlı olsun” diyerek çocuğun başını okşadı patron. Çocuk utandı, sıkıldı, çâreyi başını öne eğmekte buldu. “Başını öne eğme, dik tut ama dik başlı da olma!” sözünü işitti. Kafasını yavaş yavaş kaldırdığında, nasihat cümlesini kuranın patronu olduğunu gördü ve “Tamam” anlamında “Hı hı” dedi.

İlk gün uzun sürse de, gri fırça darbelerine rağmen renkli geçmiş sayılırdı…

Akşam ezanıyla birlikte paydos verilmişti. Sabah ayrıldığı eve yorgun bir şekilde dönüyordu. Soluğu annesinin yanında aldı. İki sevgili gibi birbirlerine sarıldılar. “Nasıl geçti günün, ne yaptın?” diye soran annesine, “Hiç, boya yaptım sadece” diyerek on parmağını gösterdi. Annesi, yer yer boya kalan elleri önce göğsüne götürdü, sonra tütün kokulu dudaklarına. “Kurban olurum o boyalı ellerine!” diyerek onu âdeta ödüllendirdi ve cesaretlendirdi. “Bak ana kurban, işini iyi yap, kimseye karışma, patronlarının, ustalarının sözünden de dışarı çıkma! Tamam mı?” diye de tembihte bulundu. “İnşallah anne! Patron da bir sürü nasihatte bulundu tıpkı babam gibi” dedi, gerisini getiremedi. Bir kez daha sarılarak gözyaşlarını sakladılar birbirlerinden…

Alın teri

İşe gireli bir hafta olmuştu. Akşam karanlığından evvel gelen paydosla birlikte üzerini değişip eve gideceği sırada “Çavuş” diye seslendikleri adam önünü kesti ve “Haftalığını almadan nereye gidiyorsun?” dedi. Haftalığın ne olduğunu çözmeye çalışsa da buna muvafık olamadı! Uzun kuyruğa doğru yöneldi ve sıraya girdi. Küçük tahta masanın üzerinde cetvelle herkesin ismini bulan adam, son çarpı işaretini attıktan sonra boş kareye rakamla bir şeyler karalıyor, ardından çekmeceden çıkardığı kâğıt paraları özenle sayıp işçilere uzatıyordu. Parayla buluşan her işçi, masa başından ayrılmadan evvel sırtını kırk beş derece çevirir çevirmez sağ elinin dışı ile alnını siliyor, sonra baş, işaret ve orta parmağından oluşan üçgene “tü” diyerek sağlama sayışını gerçekleştiriyordu.

Sıra kendisine gelmişti… Adının önündeki küçük kutucukların tamamı doluydu. “Aferin” çeken mutemet gri ve yeşil ağırlıklı banknotları küçüğe uzatır uzatmaz, çocuk, hızla ikiye katlayıp cebine attı. Neden sonra aklına geldi cebinin delik olduğu. Parayı oradan çıkarıp sol cebine taşıdı. “Saymayacak mısın?” dediler, “Hayır, gerek yok! Siz saydınız ya” dedi. “Olsun, sen yine de say” dediler, “Parayı yerde bulsan bile say”. Bu öğütle saymaya başladı, ama utancından, beyaz simasının kıpkırmızı olduğu zannına kapıldı. Aslında saymamış, sayar gibi yapmıştı.
Sırtını maaş kuyruğundakilere döndüğünde bir çift parlak kundura gördü. Tanıdık gelmişti. Başını kaldırdığında patronuyla göz göze geldi. “Güle güle harca, o senindir, helâl hoşun olsun” dedi ve kıvırcık saçları arasında dolaşan parmakları ve yarım kalan şefkatin sıcaklığını hissetti.

İçi içine sığmıyordu. Koşar adımlarla eve vardı. Daha içeri girmeden, “Anne!” diye bağırdı. Kur’ân başından kalkan anne, meraklı gözlerle kendisini balkona attı: “Ne oldu ana kurban?”

Yedi basamaklı merdivenleri ikişer ikişer çıkan çocuk, annesine sarılmadan evvel cebindeki parayı çıkarıp ona uzattı. Kadıncağız bu sefer gözyaşlarını gizleme gereği duymadı: “Aferin benim oğluma, evin erkeği olmuş da anasına haftalığını getiriyor.”

Gururla baktığı evlâdını kendine doğru çekti ve o geciken ritüeli tamamladı: “Allah kârına bereket salsın! Tuttuğun altın, birin bin olsun, hiç darda kalmayasın oğul! Ayağın taşa değip incinmesin! Hızır yoldaşın, Peygamberler ise komşun olsun!”

40 yıl sonra…

Her çocuk gibi o da neşet etti, okudu, diplomalara erişti. Askerlik vazifesini tamamladıktan sonra işe girdi, evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Gerek devlet kapısında, gerekse özel sektördeki deneyimlerinde sayısız yönetici ve patronla çalıştı. İki şeyi çok arıyor, daha doğrusu özlüyordu: Annesinin kokusu ve duâsı ile patronunun yanaklarında yahut kıvırcık saçlarının arasında gezinen müşfik parmakları…