İLKOKUL bitmiş,
yaz tatili başlamıştı. Henüz on ikisinde olan Tarık, ailesine katkı sağlamak
için çalışmaya karar vermişti. O sabah erkenden kalktı, lavaş ekmeğinin arasına
keskin aromalı küp peynirini yerleştirip sıcak çayını çarçabuk yudumladı.
Güneye bakan balkon merdivenlerinden ikişer üçer inerek sokağa indi.
Şehrin elektrik modernizasyonu işini alan
köklü şirketin şantiyesinden içeri girdiğinde, kendisini Temmuz sıcağına
aldırış etmeden karınca misâli harıl harıl çalışan işçilerin alaylı bakışları
karşıladı. Onlara aldırış etmeden şantiye şefini sordu. Ne de olsa sora sora
Bağdat bulunurdu.
Prefabrik yapılar arasında ilerlerken önce
“Baretsiz çalışmak yasaktır!”, ardından “Şantiye Şefi” levhasıyla karşılaştı.
Kapı ardına kadar açıktı. Başını içeriye doğru uzatmasıyla “Gel bakayım” emrini
duyması bir oldu. Çekinerek içeri girdi. Karşısında hasır şapkalı bir adam
buldu. Adam, “Hoş geldin! Söyle bakalım, ne istiyorsun? Yoksa araba yapmak için
kablo mu istiyorsun?” diye sorunca, “Yok, kablo falan istemiyorum, iş istiyorum”
cevabını verdi. Şantiye şefi, duyduğu talebin doğruluğundan emin olmak istedi
ve başındaki hasır şapkayı masanın üzerine bırakarak, “İş mi?” dedi. “Evet, iş”
dedi Tarık. “Pekâlâ, gel bakalım” dedi adam ve ellerini arkaya vererek yürümeye
başladı.
Çocuk, sevinçten havalara uçuyordu. Önündeki
bir adım atıyorsa, kendisi iki adım atıyordu. Öyle oldu ki, kendini bir yarışın
içinde zannetti. Çok geçmeden, yerde boylu boyuna uzatılan sayısız demir direğin
başına geldiler. “Bunları boyayabilecek misin?” diye sorulunca, hiç düşünmeden
“Boyarım” diye cevapladı. Bunun üzerine tombul ve esmer adamın gergin yüzünde sınırsız
bir tebessüm belirdi. Ardından, “O zaman depoya git, sana boya ile fırça
versinler” dedikten sonra işaret parmağıyla deponun yerini gösterdi…
Kuru boyadan yağlı boyaya
Depodan döndüğünde her iki eli de doluydu; birinde
boya, ötekinde ise eldiven ile fırça… Nereden ve nasıl başlayacağını
kestiremedi! İmdadına, kendinden evvel işe girenler yetişti. Oyalanarak onların
ne yaptığını gözlemledi; eldiven küçük parmaklarına bol gelince takmaktan
vazgeçti ve Besmele çekerek at kılından yapılmış fırçayı gri renkli tenekeye
batırıp çıkardı. Resim dersi iyi olduğu için sınıf arkadaşları, sırasının
önünde kuyruğa geçerlerdi. Artık kuru ve sulu boyadan yağlı boyaya terfi
etmişti. Kırmızı astarlı elektrik direkleri renk değiştirdikçe işine daha çok
sarılıyordu…
Öğle yemeği için ara verilmişti. İşçiler
ellerini yıkıyordu ama bir çeşme başında değillerdi. Ellerini bir tenekeye daldırıp
çıkarıyor, kuvvetlice ovalıyorlardı. Boyalar, sihirli bir değnek değmişçesine
kayboluyordu.
İkindi vaktine girilmişti. Güneşin tesiri
azalmıştı azalmamasına ama bu, susuzluğuna ve terlemesine engel değildi. Kendisini
işe alan adamın başındaki şapkanın ne işe yaradığını o zaman anlamıştı.
Çay molasındaydılar; kiminin elinde cam
bardak, kiminin elinde ise naylon kupa vardı. Ama en çok da sigara… Dumana
karışmamak için grubun dışında çayını yudumlamayı yeğledi. Tam o esnada işçiler,
“Patron geliyor!” diye bağırdı. Sere serpe oturanlar, bir anda ellerindeki
sigaraları atıp ayağa fırladılar. Çocuk ne olduğunu anlamamıştı. Boyada olduğu
gibi takip ettiklerini taklit ederek ayağa fırladı.
“Başını dik tut ama dik başlı da olma!”
Tozu dumana katarak gelen yeşil cipin içinden
uzun boylu, heybetli sayılacak bir adam çıktı. Şantiye şefi, onu karşılayan
grubun en önündeydi. İkili, işçilere doğru yaklaşırken birbirlerine bir şeyler
anlatıyordu. Çok geçmeden “patron” denilen adamla göz göze geldi. Dolgun bir
sesle, “Afiyet olsun arkadaşlar!” dedi. Herkes aynı anda “Sağ ol!” diye cevap
verdi.
Patron, grup içindeki çocuğu ilk kez görüyordu.
Kim olduğunu öğrenmek için, “Hanginizin oğlu?” diye sordu. Hiç kimseden ses
çıkmadı. Sessizliği, Şantiye Şefi Tacaettin bozdu: “Efendim, yeni boyacımız… Bugün
başladı işe!” “Öyle mi? Hayırlı olsun” diyerek çocuğun başını okşadı patron.
Çocuk utandı, sıkıldı, çâreyi başını öne eğmekte buldu. “Başını öne eğme, dik tut
ama dik başlı da olma!” sözünü işitti. Kafasını yavaş yavaş kaldırdığında,
nasihat cümlesini kuranın patronu olduğunu gördü ve “Tamam” anlamında “Hı hı”
dedi.
İlk gün uzun sürse de, gri fırça darbelerine
rağmen renkli geçmiş sayılırdı…
Akşam ezanıyla birlikte paydos verilmişti. Sabah
ayrıldığı eve yorgun bir şekilde dönüyordu. Soluğu annesinin yanında aldı. İki sevgili
gibi birbirlerine sarıldılar. “Nasıl geçti günün, ne yaptın?” diye soran
annesine, “Hiç, boya yaptım sadece” diyerek on parmağını gösterdi. Annesi, yer
yer boya kalan elleri önce göğsüne götürdü, sonra tütün kokulu dudaklarına. “Kurban
olurum o boyalı ellerine!” diyerek onu âdeta ödüllendirdi ve cesaretlendirdi. “Bak
ana kurban, işini iyi yap, kimseye karışma, patronlarının, ustalarının sözünden
de dışarı çıkma! Tamam mı?” diye de tembihte bulundu. “İnşallah anne! Patron da
bir sürü nasihatte bulundu tıpkı babam gibi” dedi, gerisini getiremedi. Bir kez
daha sarılarak gözyaşlarını sakladılar birbirlerinden…
Alın teri
İşe gireli bir hafta olmuştu. Akşam karanlığından
evvel gelen paydosla birlikte üzerini değişip eve gideceği sırada “Çavuş” diye seslendikleri
adam önünü kesti ve “Haftalığını almadan nereye gidiyorsun?” dedi. Haftalığın
ne olduğunu çözmeye çalışsa da buna muvafık olamadı! Uzun kuyruğa doğru yöneldi
ve sıraya girdi. Küçük tahta masanın üzerinde cetvelle herkesin ismini bulan
adam, son çarpı işaretini attıktan sonra boş kareye rakamla bir şeyler
karalıyor, ardından çekmeceden çıkardığı kâğıt paraları özenle sayıp işçilere uzatıyordu.
Parayla buluşan her işçi, masa başından ayrılmadan evvel sırtını kırk beş
derece çevirir çevirmez sağ elinin dışı ile alnını siliyor, sonra baş, işaret
ve orta parmağından oluşan üçgene “tü” diyerek sağlama sayışını gerçekleştiriyordu.
Sıra kendisine gelmişti… Adının önündeki
küçük kutucukların tamamı doluydu. “Aferin” çeken mutemet gri ve yeşil ağırlıklı
banknotları küçüğe uzatır uzatmaz, çocuk, hızla ikiye katlayıp cebine attı.
Neden sonra aklına geldi cebinin delik olduğu. Parayı oradan çıkarıp sol cebine
taşıdı. “Saymayacak mısın?” dediler, “Hayır, gerek yok! Siz saydınız ya” dedi. “Olsun,
sen yine de say” dediler, “Parayı yerde bulsan bile say”. Bu öğütle saymaya
başladı, ama utancından, beyaz simasının kıpkırmızı olduğu zannına kapıldı.
Aslında saymamış, sayar gibi yapmıştı.
Sırtını maaş kuyruğundakilere döndüğünde bir çift parlak kundura gördü. Tanıdık
gelmişti. Başını kaldırdığında patronuyla göz göze geldi. “Güle güle harca, o
senindir, helâl hoşun olsun” dedi ve kıvırcık saçları arasında dolaşan
parmakları ve yarım kalan şefkatin sıcaklığını hissetti.
İçi içine sığmıyordu. Koşar adımlarla eve vardı.
Daha içeri girmeden, “Anne!” diye bağırdı. Kur’ân başından kalkan anne, meraklı
gözlerle kendisini balkona attı: “Ne oldu ana kurban?”
Yedi basamaklı merdivenleri ikişer ikişer
çıkan çocuk, annesine sarılmadan evvel cebindeki parayı çıkarıp ona uzattı.
Kadıncağız bu sefer gözyaşlarını gizleme gereği duymadı: “Aferin benim oğluma,
evin erkeği olmuş da anasına haftalığını getiriyor.”
Gururla baktığı evlâdını kendine doğru çekti
ve o geciken ritüeli tamamladı: “Allah kârına bereket salsın! Tuttuğun altın,
birin bin olsun, hiç darda kalmayasın oğul! Ayağın taşa değip incinmesin! Hızır
yoldaşın, Peygamberler ise komşun olsun!”
40 yıl sonra…
Her çocuk gibi o da neşet etti, okudu, diplomalara erişti. Askerlik vazifesini tamamladıktan sonra işe girdi, evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Gerek devlet kapısında, gerekse özel sektördeki deneyimlerinde sayısız yönetici ve patronla çalıştı. İki şeyi çok arıyor, daha doğrusu özlüyordu: Annesinin kokusu ve duâsı ile patronunun yanaklarında yahut kıvırcık saçlarının arasında gezinen müşfik parmakları…