“Tarihler
namını andığı zaman,
Sana hak verecek hey koca sultan,
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyasî padişahına...”
(Rıza Tevfik Bölükbaşı)
***
PEK Muhterem Kari,
Sefine-i tayy-i zaman serencamının sonuna yaklaştığımı hissettiğim bu
satırları yazarken sizleri ucunu bucağını, başını sonunu, başından öncesini ve
nihayetinden sonrasını bilmediğimiz, bilemediğimiz, bilemeyeceğimiz, idrak edebilmek
için değil aklımızın, hayâllerimizin dahi kifayet etmediği, edemeyeceği zamanın
ve mekânın sahibi Mâlikü'l-Mülk’ün selâmıyla selâmlarım evvelâ.
Bu sergüzeştin hitamında çözmem gereken muammayı çözdüğümde ancak
anlayabildim ki, bugüne kadar muammalarla dolu bir labirentin içerisinde
dolaşıp duruyorum aslında ve aslında çözdüğümü sandığım bir muamma, dönüşü
olmayan bu labirentin merkezine doğru başka bir muammaya sürüklüyor beni. Şu
anda olduğu gibi…
Evet, muammayı çözdüm, (…) yıl öncesine, (…) şehrine gidip tehlikeli bir
vazifeyi yerine getirmem gerekiyor, lâkin asıl muamma şimdi içerimde vahşi bir
kedi misali deveran edip duruyor. Endişeliyim. Gitmeli miyim gerçekten?
Gittiğimde muvaffak olamazsam? Geri dönemezsem? Vazgeçersem?
Kafamda onlarca soru… “Endişeliyim” kelimesi hislerimi ifade etmekte hayli
zayıf kalıyor, ziyadesiyle korkuyorum aslında. Kafamı toparlamak, iç sesimi
dinlemek, tefekkür etmek ve ruhumu sakinleştirmek için İstanbul’da en gidilesi
yere gitmeye karar veriyorum; Eyyub El-Ensari Hazretleri’nin türbesine…
Haliç’in kıyısını adımlarken kemiklerime kadar işleyen Hamsin soğukları
eziyetten ziyade zevk veriyor sanki bana. Diğer yakadaki Sütlüce’nin birbiri
üzerine abanmış gibi duran ve her birisinin içinde nice hikâyelerin yaşadığı
evlerinin birer birer ışıkları yanıyor, Haliç’e vuran ışık şavkları bu evlerin
ışıkları ile birlikte göz kırpıp duruyorlar.
İstanbul’un sonbaharını ve çirkinliklerini setreyleyen akşamüstlerini
seviyorum en çok. Birazdan müezzin, sanki 564 yıl öncesinden gelen bir mâkâmla
ezan-ı Muhammedî’yi okumaya başlayacak.
Adımlarımı hızlandırıyorum; Feshane’den sonra sola dönüp, sırasıyla Cafer
Paşa Medresesi, Sokullu Mehmet Paşa Türbesi ve Siyavuş Paşa Türbelerini geçerek
mübârek mekânın önündeki meydana çıkıyorum. Akşam ezanı başlıyor.
Meydanı dolduran pervasız güvercinlerin arasından geçerek şadırvana
ulaşıyorum. Soğuk suyla aldığım abdest hem bedenimdeki, hem de ruhumdaki tüm
uyuşukluğu gideriyor adeta. Bu sade ve mütevazı camide ibadet etmek -kim ne
derse desin- dünyada alınabilecek en büyük hazlardan birisi bence. Öyle ki,
namaz eda edildikten sonra dahi cemaatin önemli bir kısmı camiyi terk etmeden
yerlerinde kalıyor. Kimisi Kur’ân-ı Kerim okuyor, kimi zikir çekiyor, kimi dua
ediyor, kimi sırtını cami duvarına yaslayıp gözleri kubbede olduğu hâlde tefekkür
ediyor.
Ben dahi bir müddet tefekkür ettikten ve ruhumu dinlendirdikten sonra
caminin karşısındaki Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesine geçiyorum. Her
zamanki kalabalığın arasında uygun bir yer bulup diz kırıyorum, Yasin-i Şerif
okuyorum, dua ediyorum. Ve sanki çıkacağım bu tehlikeli tayy-i zaman yolculuğu
hakkında bir fısıltı, bir ilham, bir işaret bekliyorum.
Beklediğimi bulamıyorum; ne kulağıma, ne gözüme, ne kalbime bir işaret
düşüyor. Düşmüşse de belli ki ben alamıyorum. Yine de mutmain bir şekilde
türbeden ayrılıyorum.
Geldiğim aynı yolu takip ederek ve aynı soğuğu içime çekerek dönüş yoluna
revan oluyorum. Lâkin bir süre sonra iki gölge tarafından takip edildiğimi fark
ediyorum. Kalp atışlarım birden hızlanıyor ve soğuk soğuk terlemeye başlıyorum.
Nispeten daha aydınlık yerlerden geçtiğimde korku içerisinde arkama bakıyor,
yaklaşmakta olduklarını görüyorum. Ve sanki yürüyerek değil, süzülerek beni
takip ettiklerini… Siyah kapüşonlu iki cübbe, süzüle süzüle arkamdan geliyor.
Hayatta kalma içgüdüm kontrolü eline alıyor ve iç sesim bu sakin yollardan
daha işlek yerlere doğru gitmem gerektiğini söylüyor. Adımlarımı
hızlandırıyorum, koşmaya yakın bir hızla kendimi Cezer-i Kasım Caddesi’ne
atıyorum. Hâlâ arkamdalar.
Bu cadde her ne kadar daha işlekse de sanki bu gölgeleri benden başka kimse
görmüyor, yanlarından süzülerek geçen bu gölgeler kimsenin alâkasını celp
etmiyor. Bu durum bir lokantaya, bir bakkala sığınma ve bekleme plânımı berhava
ediyor. Bu gölgelere yakalanmamam gerektiğini ise hissetmekten öte, biliyorum.
Zal Paşa Caddesi’nden geçip Baba Haydar Caddesi’ne döndüğümde artık aradaki
mesafenin iyiden iyiye kapandığını hissediyorum, ardıma bakmaya korkuyorum.
Artık koşmaya başlıyorum. Baba Haydar Caddesi’nin keskin köşesinden Ahmet Çelebi
Sokağı’na doğru dönerken ilk kez “yüzlerini” görüyorum gölgelerin. Kapüşonların
içerisi zifiri karanlık! Ve aramızdaki mesafe taş çatlasa dokuz yahut on metre.
Takriben elli metre ilerideki Şeyhülislâm Mustafa Efendi Tekkesi’ni
gördüğümde birden zamanın yavaşladığını hissediyorum. Sanki zamanın
kıvrımlarını görüyorum; sağımda solumda büklüm büklüm ve dalgalar hâlinde
benimle birlikte ilerliyor. Hareket edip etmediğimden emin bile değilim.
Ardıma dönüp bakıyorum, zamanın birbirine paralel akan dalgaları ardımdaki
gölgelerin yumuşak hatlarını sudaki yansımaların kırılması misali testere dişi
gibi titreyen hatlara çeviriyor. Bu formda dahi takibe ve yaklaşmaya devam
ediyorlar.
Tüm ümitlerimin bittiği ve gölgelerin belki de hiç olmayan soğuk
nefeslerini ensemde hissettiğim anda tekkenin ahşap kapısı gıcırdayarak
açılıyor, mengene gibi omzumdan kavrayan bir kol beni içeri çekiyor. Kapı
kapanıp sürgüsü indiğinde, zamanın çizgileri ve gölgeler kapının diğer
tarafında kalıyor.
Son kez derin bir nefes alıp kendimi siyah cübbeli, yeşil sarıklı, değirmi
yüzlü, uzun ve kır sakallı bir dervişin kollarına bırakıyorum. Gözlerim
kapanıyor. O an bile kapının diğer tarafındaki hırıltı ile homurtu arası garip
sesleri işitebiliyorum.
Bu gecenin devamını, alacak nefesimiz varsa bir sonraki fasıla bırakayım dostlar
müsaade ederseniz. Daha çıkacak bir seferimiz var…
***
Muhterem
Dostlar,
Bugünkü
seferimizde sefine-i tayy-i zamanın zaman nişangâhını 28 Nisan 1908’e, mekân
nişangâhını ise Taksim’de uygun bir mekâna kuruyorum. Bakalım 114 yıllık
maziden nasıl bir ibret almış olarak dönebileceğiz. Kontroller yapılsın,
kasnaklar dönsün, deveran başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…
İstiklâl
Caddesi’nde aheste adımlarla yürürken etrafı gözlemliyorum. Çoğu gayrimüslimlere
ait olan dükkânların vitrinleri bayraklar ve enva-i çeşit süslemelerle bezenmiş
durumda, caddede bir bayram havası mevcut. Yolda karşılaşan ahbaplar kucaklaşarak
birbirlerini tebrik ediyor, mutluluklarını birbirleri ile paylaşıyorlar.
Zira dün
Sultan İkinci Abdülhamid Han, hal’ edildi ve tahttan indirildi. Ne büyük saadet(!)…
Benzer
manzaraları tiksinti ile izleyerek caddeyi boydan boya kat ediyorum ve Tepebaşı’ndaki
İngiltere Büyükelçiliğine kadar geliyorum. Estetik kaygıdan uzak, dört köşeli
ve basit mimarisiyle büyükelçilikten ziyade bir yatılı okul binasını andırıyor
burası. Burada da keyifler yerinde gibi. Ana kapıyı görebilen bir noktada
beklemeye başlıyorum.
Bu
bekleyişim uzun sürmüyor. İki beyaz atın çektiği siyah, şık bir fayton büyükelçiliğin
kapısında duruyor. Faytonun bir tarafından altın sırmalar ve madalyalarla dolu
üniformasıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından Talat Paşa, diğer
tarafından da siyah şık bir takım içerisinde, elinde bastonu ile Feylesof Rıza
Tevfik iniyor. Yüzleri, az önce büyük bir zafer kazanmış muzaffer birer komutan
misali ışıl ışıl ikisinin de.
Gururla
elçilik binasına doğru ilerlemeye başlıyorlar, ben de peşlerine takılıyorum.
Görevliler
bizi bekleme odasına alıyorlar. Binanın dışının sadeliği ile içinin şatafatı
tam bir tezat hâlinde. Deri koltuklar, ceviz masalar, ağır kadife perdeler,
altın kaplamalı aplikler, kristal avizeler, pahalı ve orijinal yağlı boya
tabloları, şık abajurlar…
Biraz sonra
gelen ikram görevlisi, Paşa’ya ve Rıza Tevfik’e ne içeceklerini soruyor.
Bozuluyorlar, birbirlerine bakıyorlar. Öyle ya, kahvelerini büyükelçinin
odasında tebrikleri kabul ederken içeceklerini düşünüyorlardı oysa.
Birer kahve
sipariş ediyorlar yine de. Muhtemelen büyükelçi meşgul olmalı, birazdan
kendilerini davet edecek ve bekletmiş olduğu için özürlerini sunacak.
Talat Paşa
ve Rıza Tevfik kahvelerini içiyor ve sabırla beklemeye devam ediyorlar. Yarım
saate yakın bir bekleyişin ardından görevli yine geliyor ve bizimkilerden özür
dileyerek büyükelçinin rahatsız olduğunu ve kendilerini kabul edemeyeceğini
söylüyor. Büyükelçinin rahatsız olmadığını dördümüz de biliyoruz aslında.
Yaşanan bu
hayâl kırıklığını Rıza Tevfik’in hatıralarındaki şu satırlardan dinleyelim dostlar:
“Abdülhamid’i
tahttan indirdik. Ertesi gün bayramlık elbiselerimizi giyerek Talat Paşa ile
birlikte, zaferimizi kutlamak üzere Beyoğlu Tepebaşı’ndaki İngiliz
Büyükelçiliğine gittik. Kapıyı açan görevli bizi kabul salonuna aldı.
Kahvelerimizi nasıl alacağımızı sordu.
Bu bize
biraz tuhaf geldi ama söyledik. Kahvelerimizi içtik. Görevli özür dileyerek
büyükelçinin rahatsız olduğunu ve bizi kabul edemeyeceğini bildirdi.
Başımızdan
kaynar sular döküldü, neye uğradığımızı şaşırdık. Bu tavır, açıkça, son derece
çirkin bir hakaret ve aşağılamaydı.
Abdülhamid’i nasıl devireceğimiz plânlarını hep İngiliz Büyükelçiliğinde
yapmıştık. Onların onayı olmadan kendi başımıza bir adım atmamıştık.
Ve işi de
başarmıştık.
Taltif,
takdir beklerken, aşağılanmaya, hakarete maruz kalıyorduk. Yenilir yutulur bir
tavır değildi. Başka hiçbir şekilde de tevil imkânı yoktu.
Bozguna
uğramış, sinirli bir şekilde Büyükelçiliği terk ettik. Hiçbirimiz, hayatımız
boyunca da bu hakareti içimize sindiremedik.”
Tam da Rıza
Tevfik’in hatıratında anlatmış olduğu gibi, öfke ve hayâl kırıklığı ile
yerlerinden kalktılar. Çıkışa doğru giderlerken yüzlerinden düşen bin parça
gibiydi.
Öyle ya, yıllarca
İngiliz Büyükelçi ile plânlar yap, onların talimatlarını yerine getir, sonunda
ülkenin Padişahı ve Müslümanların Halifesi Abdülhamid’i tahttan indir, lâkin
tebrik ve mükâfat beklerken lâyık görülen muameleye bak! Olacak şey değil.
Talat Paşa
ve Feylesof Rıza Tevfik, geldikleri siyah faytona binerek geldikleri yönde geri
döndüler. Gözden kaybolana kadar faytonu izliyor, peşinden ben de kendimi
yeniden İstiklâl Caddesi’ne atıyorum.
İstiklâl
Caddesi’nde yürürken buradaki yalancı baharı yaşayanlara kısa sürede bu baharın
kara kışa döneceğini, önce Balkanların, ardından Arabistan yarımadasının
elimizden çıkacağını, nihayetinde yanlış politikalar ve öngörüsüzlükler
neticesinde on yıla kalmadan koca imparatorluğun yıkılacağını söylesem, bana
inanırlar mı acep?
Sonun
başlangıcı olan 1918 Filistin Cephesi’ndeki hezimet Osmanlı’yı Mondros masasına
oturtacak, İttihatçılar o gece ülkeyi kaderine terk edip kaçacaklardır.
Kaçanların içerisinde Rıza Tevfik de olacaktır elbette.
Bu
düşüncelerle yürürken, Rıza Tevfik’in yaptıklarından nedamet getirerek gözyaşları
içerisinde yazdığı “Abdülhamid Han’ın Ruhaniyetinden İstimdat” şiirinin
dizeleri geliyor aklıma:
“Nerdesin
şevketli Sultan Hamid Han?/ Feryâdım varır mı barigâhına?/ Ölüm uykusundan bir
lahza uyan,/ Şu nankör milletin bak günahına…”
Bundan yıllar
sonra Rıza Tevfik, Amerika’da iken, Londra’da okumakta olan oğlu Said’ten haber
alır. Feylesofun mahdumu fena derecede paraya sıkışmıştır lâkin Rıza Tevfik’in
maddî durumu da içler acısıdır. Bir ümit, görüşemeden kapısından döndüğü İngiliz
Büyükelçisi Lord Nicholson’dan mahdumları için yardım talep eder. Lord
Nicholson, yüklü bir ödeme ile Rıza Tevfik’in oğlunu bu müşkülden kurtarır.
Bundan da yıllar sonra Rıza Tevfik bir parça durumunu düzeltir ve mahdumlarını
ziyaret için yolu Londra’ya düşer.
Hem teşekkür
etmek, hem de yıllardır beynini kemiren o soruyu sormak üzere Lord Nicholson
ile buluşurlar. Gerisini dilerseniz yine Rıza Tevfik’in hatıratından
dinleyelim:
“Oğlum
Said’i ziyaret için Londra’ya gitmiştim. Said’e İskoç asilzadelerinden Lord
Nicholson cenapları hayli yardım etmişti. Hem bu alâkalarına teşekkür etmek,
hem de eski dostluğu bir daha ihya eylemek üzere ziyarete gittim. Sohbet
sırasında İstanbul sefaretinin bize gösterdiği o soğuk adem-i kabulü de sordum.
Lord cenapları cevap verdi:
‘Dostum Rıza
Tefvik Bey, biz Jön Türkleri teşvik ettik. Onlardan büyük bir netice
bekliyorduk. İhtilâl olacak, istibdatla birlikte Sultan da, bahusus temsil ettiği Hilâfet müessesesi de
alaşağı edilecekti. Fakat aldanmış olduk. Beklediğimiz neticeyi alamadık.
Zira ihtilâl yaptınız, gerçi Kanun-i Esasî geldi, fakat Sultan da ve hele Hilâfet müessesi de yerinde baki kaldı.
Biz Mısır’da
bilhassa Hindistan’da İslâm ülkelerini idaremiz altına alabilmek için
milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Hâlbuki Sultan, yılda bir defa
bir selâm-ı şahane, bir de Hafız Osman hattı Kur’ân-ı Kerim gönderiyor, bütün
İslâm ümmetini, hudutsuz bir hürmet duygusu içinde emrinde tutuyordu.
İşte biz
ihtilâlden ve siz Jön Türklerden ihtilâl sonunda, sultanların da, Hilâfetin de
yani bir selâm-ı şahane ve bir Hafız Osman Kur’ân’ıyla kitleleri avucunda tutan
kuvvetin de devrilmesini bekledik, aldandık. İşte bu sebeple bir soğuk adem-i
kabul gördünüz.’”
Kuvvetle
muhtemeldir ki, Rıza Tevfik ancak bu görüşmeden sonra Abdülhamid Han’ı tahttan
indirerek tarihte ve coğrafyada nasıl bir kırılmaya sebebiyet verdiklerinin ve
ne büyük hata yaptıklarının farkına varabilmiş olmalıdır.
İngilizlerin
istedikleri sadece Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek değil, Hilâfet ve saltanat
mâkâmını da (yani devleti temsil mâkâmını) ortadan kaldırmaktı aslında. İttihat
ve Terakkiciler, Jön Türkler ve bunlarla birlikte Rıza Tevfik de İngilizlerin
emellerine alet olmuşlardı. Olan buydu işte!
“‘Padişah
hem zalim, hem deli’ dedik,/ ‘İhtilâle kıyam etmeli’ dedik,/ Şeytan ne dediyse
biz ‘beli’ dedik,/ Çalıştık fitnenin intibahına…”
Son
pişmanlık umumiyetle fayda etmiyor işte. Abdülhamid Han tahttan indirilmiş ve
cin şişeden çıkmıştır artık.
Bu sahte
bahardan, şifayı kapmadan dönüş yoluna revan olalım dostlar…
***
Pek Muhterem Kari,
O günlerden bugüne 115 yıl geride kalmış lâkin aynı İngiliz (ve
Amerikan) tezgâhı yeniden kurulmuş. İngiliz büyükelçileri ve hatta
başkonsolosları harıl harıl çalışıyorlar. İlgili zevatın kimlerle teşrik-i
mesai içerisinde olduklarını ayan beyan görüyoruz. İngiliz aklının, Türk’ün
kara kaşına kara gözüne hayran olmadığını bilmek için derin bir tarih bilgisine
ihtiyacımız olmadığı kanaatindeyim.
İngiliz Devleti bir Türk ile ilgileniyor ve onu destekliyorsa,
mutlaka ülkesinin âli menfaatleri gereğidir. Bu âli menfaatlerin tarih boyunca
ülkemizin menfaatleri ile hiçbir zaman müsavi olmadığını tarihin hafızası bize
bas bas bağırıyor.
Bir Kızılderili atasözü şöyle der: “Bir nehirde iki balık kavga
ediyorsa, bilin ki oradan az önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.”
Tarih ayan beyan bu denli ortada iken İngilizlerin derdinin sadece
Erdoğan’ı devirmek olduğunu düşünmek ziyadesiyle safdillik olmaz mı? İngiltere
ve Amerika’nın Erdoğan’ı devirmekten çok daha öte plânları ve emelleri olduğu
aşikâr. Kendileri ve âli menfaatleri ile çatışmayacak yeni bir yönetim derdindeler.
Azerbaycan’da, Libya’da, Kuzey Irak’ta, Suriye’de, Kıbrıs’ta, Doğu Akdeniz’de,
hatta Afrika’da ve Türk cumhuriyetlerinde canları sıkılsın istemiyorlar.
Yollarında engel gördükleri Erdoğan’ı, dolayısıyla güçlü,
narkozdan uyanmış, silkinmiş ve kendisine dönmüş, kudretini yeniden fark etmiş,
gönül coğrafyasına yeniden ümit olmuş Türkiye’yi görmek istemiyorlar artık.
Bunun için kendileri ile (hatta kendileri için) can-ı gönülden
çalışan “yerli” aparatları da var üstelik. Anadolu ne kadar da bereketli
topraklara sahip. Her mevsim Abdülhamidler kadar Jön Türkler ve İttihatçılar
yetiştirmekte ne kadar mahir.
Keşke az biraz da geçmişimizden ders alabilenlerden olabilseydik,
ne kadar güzel olurdu!
Uzun bacaklı İngiliz’in bir hesabı olabilir -ki hep vardı-, lâkin
Allah’ın da bir hesabı var. Görelim Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler.
Kalınız sağlıcakla efendim…