Paşa’nın siyah faytonu

O günlerden bugüne 115 yıl geride kalmış lâkin aynı İngiliz (ve Amerikan) tezgâhı yeniden kurulmuş. İngiliz büyükelçileri ve hatta başkonsolosları harıl harıl çalışıyorlar. İlgili zevatın kimlerle teşrik-i mesai içerisinde olduklarını ayan beyan görüyoruz. İngiliz aklının, Türk’ün kara kaşına kara gözüne hayran olmadığını bilmek için derin bir tarih bilgisine ihtiyacımız olmadığı kanaatindeyim.

Tarihler namını andığı zaman,

Sana hak verecek hey koca sultan,

Bizdik utanmadan iftira atan

Asrın en siyasî padişahına...”

(Rıza Tevfik Bölükbaşı)

***

PEK Muhterem Kari,

Sefine-i tayy-i zaman serencamının sonuna yaklaştığımı hissettiğim bu satırları yazarken sizleri ucunu bucağını, başını sonunu, başından öncesini ve nihayetinden sonrasını bilmediğimiz, bilemediğimiz, bilemeyeceğimiz, idrak edebilmek için değil aklımızın, hayâllerimizin dahi kifayet etmediği, edemeyeceği zamanın ve mekânın sahibi Mâlikü'l-Mülk’ün selâmıyla selâmlarım evvelâ.

Bu sergüzeştin hitamında çözmem gereken muammayı çözdüğümde ancak anlayabildim ki, bugüne kadar muammalarla dolu bir labirentin içerisinde dolaşıp duruyorum aslında ve aslında çözdüğümü sandığım bir muamma, dönüşü olmayan bu labirentin merkezine doğru başka bir muammaya sürüklüyor beni. Şu anda olduğu gibi…

Evet, muammayı çözdüm, (…) yıl öncesine, (…) şehrine gidip tehlikeli bir vazifeyi yerine getirmem gerekiyor, lâkin asıl muamma şimdi içerimde vahşi bir kedi misali deveran edip duruyor. Endişeliyim. Gitmeli miyim gerçekten? Gittiğimde muvaffak olamazsam? Geri dönemezsem? Vazgeçersem?

Kafamda onlarca soru… “Endişeliyim” kelimesi hislerimi ifade etmekte hayli zayıf kalıyor, ziyadesiyle korkuyorum aslında. Kafamı toparlamak, iç sesimi dinlemek, tefekkür etmek ve ruhumu sakinleştirmek için İstanbul’da en gidilesi yere gitmeye karar veriyorum; Eyyub El-Ensari Hazretleri’nin türbesine…

Haliç’in kıyısını adımlarken kemiklerime kadar işleyen Hamsin soğukları eziyetten ziyade zevk veriyor sanki bana. Diğer yakadaki Sütlüce’nin birbiri üzerine abanmış gibi duran ve her birisinin içinde nice hikâyelerin yaşadığı evlerinin birer birer ışıkları yanıyor, Haliç’e vuran ışık şavkları bu evlerin ışıkları ile birlikte göz kırpıp duruyorlar.

İstanbul’un sonbaharını ve çirkinliklerini setreyleyen akşamüstlerini seviyorum en çok. Birazdan müezzin, sanki 564 yıl öncesinden gelen bir mâkâmla ezan-ı Muhammedî’yi okumaya başlayacak.

Adımlarımı hızlandırıyorum; Feshane’den sonra sola dönüp, sırasıyla Cafer Paşa Medresesi, Sokullu Mehmet Paşa Türbesi ve Siyavuş Paşa Türbelerini geçerek mübârek mekânın önündeki meydana çıkıyorum. Akşam ezanı başlıyor.

Meydanı dolduran pervasız güvercinlerin arasından geçerek şadırvana ulaşıyorum. Soğuk suyla aldığım abdest hem bedenimdeki, hem de ruhumdaki tüm uyuşukluğu gideriyor adeta. Bu sade ve mütevazı camide ibadet etmek -kim ne derse desin- dünyada alınabilecek en büyük hazlardan birisi bence. Öyle ki, namaz eda edildikten sonra dahi cemaatin önemli bir kısmı camiyi terk etmeden yerlerinde kalıyor. Kimisi Kur’ân-ı Kerim okuyor, kimi zikir çekiyor, kimi dua ediyor, kimi sırtını cami duvarına yaslayıp gözleri kubbede olduğu hâlde tefekkür ediyor.

Ben dahi bir müddet tefekkür ettikten ve ruhumu dinlendirdikten sonra caminin karşısındaki Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesine geçiyorum. Her zamanki kalabalığın arasında uygun bir yer bulup diz kırıyorum, Yasin-i Şerif okuyorum, dua ediyorum. Ve sanki çıkacağım bu tehlikeli tayy-i zaman yolculuğu hakkında bir fısıltı, bir ilham, bir işaret bekliyorum.

Beklediğimi bulamıyorum; ne kulağıma, ne gözüme, ne kalbime bir işaret düşüyor. Düşmüşse de belli ki ben alamıyorum. Yine de mutmain bir şekilde türbeden ayrılıyorum.

Geldiğim aynı yolu takip ederek ve aynı soğuğu içime çekerek dönüş yoluna revan oluyorum. Lâkin bir süre sonra iki gölge tarafından takip edildiğimi fark ediyorum. Kalp atışlarım birden hızlanıyor ve soğuk soğuk terlemeye başlıyorum. Nispeten daha aydınlık yerlerden geçtiğimde korku içerisinde arkama bakıyor, yaklaşmakta olduklarını görüyorum. Ve sanki yürüyerek değil, süzülerek beni takip ettiklerini… Siyah kapüşonlu iki cübbe, süzüle süzüle arkamdan geliyor.

Hayatta kalma içgüdüm kontrolü eline alıyor ve iç sesim bu sakin yollardan daha işlek yerlere doğru gitmem gerektiğini söylüyor. Adımlarımı hızlandırıyorum, koşmaya yakın bir hızla kendimi Cezer-i Kasım Caddesi’ne atıyorum. Hâlâ arkamdalar.

Bu cadde her ne kadar daha işlekse de sanki bu gölgeleri benden başka kimse görmüyor, yanlarından süzülerek geçen bu gölgeler kimsenin alâkasını celp etmiyor. Bu durum bir lokantaya, bir bakkala sığınma ve bekleme plânımı berhava ediyor. Bu gölgelere yakalanmamam gerektiğini ise hissetmekten öte, biliyorum.

Zal Paşa Caddesi’nden geçip Baba Haydar Caddesi’ne döndüğümde artık aradaki mesafenin iyiden iyiye kapandığını hissediyorum, ardıma bakmaya korkuyorum.

Artık koşmaya başlıyorum. Baba Haydar Caddesi’nin keskin köşesinden Ahmet Çelebi Sokağı’na doğru dönerken ilk kez “yüzlerini” görüyorum gölgelerin. Kapüşonların içerisi zifiri karanlık! Ve aramızdaki mesafe taş çatlasa dokuz yahut on metre.

Takriben elli metre ilerideki Şeyhülislâm Mustafa Efendi Tekkesi’ni gördüğümde birden zamanın yavaşladığını hissediyorum. Sanki zamanın kıvrımlarını görüyorum; sağımda solumda büklüm büklüm ve dalgalar hâlinde benimle birlikte ilerliyor. Hareket edip etmediğimden emin bile değilim.

Ardıma dönüp bakıyorum, zamanın birbirine paralel akan dalgaları ardımdaki gölgelerin yumuşak hatlarını sudaki yansımaların kırılması misali testere dişi gibi titreyen hatlara çeviriyor. Bu formda dahi takibe ve yaklaşmaya devam ediyorlar.

Tüm ümitlerimin bittiği ve gölgelerin belki de hiç olmayan soğuk nefeslerini ensemde hissettiğim anda tekkenin ahşap kapısı gıcırdayarak açılıyor, mengene gibi omzumdan kavrayan bir kol beni içeri çekiyor. Kapı kapanıp sürgüsü indiğinde, zamanın çizgileri ve gölgeler kapının diğer tarafında kalıyor.

Son kez derin bir nefes alıp kendimi siyah cübbeli, yeşil sarıklı, değirmi yüzlü, uzun ve kır sakallı bir dervişin kollarına bırakıyorum. Gözlerim kapanıyor. O an bile kapının diğer tarafındaki hırıltı ile homurtu arası garip sesleri işitebiliyorum.

Bu gecenin devamını, alacak nefesimiz varsa bir sonraki fasıla bırakayım dostlar müsaade ederseniz. Daha çıkacak bir seferimiz var…

***

Muhterem Dostlar,

Bugünkü seferimizde sefine-i tayy-i zamanın zaman nişangâhını 28 Nisan 1908’e, mekân nişangâhını ise Taksim’de uygun bir mekâna kuruyorum. Bakalım 114 yıllık maziden nasıl bir ibret almış olarak dönebileceğiz. Kontroller yapılsın, kasnaklar dönsün, deveran başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…

İstiklâl Caddesi’nde aheste adımlarla yürürken etrafı gözlemliyorum. Çoğu gayrimüslimlere ait olan dükkânların vitrinleri bayraklar ve enva-i çeşit süslemelerle bezenmiş durumda, caddede bir bayram havası mevcut. Yolda karşılaşan ahbaplar kucaklaşarak birbirlerini tebrik ediyor, mutluluklarını birbirleri ile paylaşıyorlar.

Zira dün Sultan İkinci Abdülhamid Han, hal’ edildi ve tahttan indirildi. Ne büyük saadet(!)…

Benzer manzaraları tiksinti ile izleyerek caddeyi boydan boya kat ediyorum ve Tepebaşı’ndaki İngiltere Büyükelçiliğine kadar geliyorum. Estetik kaygıdan uzak, dört köşeli ve basit mimarisiyle büyükelçilikten ziyade bir yatılı okul binasını andırıyor burası. Burada da keyifler yerinde gibi. Ana kapıyı görebilen bir noktada beklemeye başlıyorum.

Bu bekleyişim uzun sürmüyor. İki beyaz atın çektiği siyah, şık bir fayton büyükelçiliğin kapısında duruyor. Faytonun bir tarafından altın sırmalar ve madalyalarla dolu üniformasıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından Talat Paşa, diğer tarafından da siyah şık bir takım içerisinde, elinde bastonu ile Feylesof Rıza Tevfik iniyor. Yüzleri, az önce büyük bir zafer kazanmış muzaffer birer komutan misali ışıl ışıl ikisinin de.

Gururla elçilik binasına doğru ilerlemeye başlıyorlar, ben de peşlerine takılıyorum.

Görevliler bizi bekleme odasına alıyorlar. Binanın dışının sadeliği ile içinin şatafatı tam bir tezat hâlinde. Deri koltuklar, ceviz masalar, ağır kadife perdeler, altın kaplamalı aplikler, kristal avizeler, pahalı ve orijinal yağlı boya tabloları, şık abajurlar…

Biraz sonra gelen ikram görevlisi, Paşa’ya ve Rıza Tevfik’e ne içeceklerini soruyor. Bozuluyorlar, birbirlerine bakıyorlar. Öyle ya, kahvelerini büyükelçinin odasında tebrikleri kabul ederken içeceklerini düşünüyorlardı oysa.

Birer kahve sipariş ediyorlar yine de. Muhtemelen büyükelçi meşgul olmalı, birazdan kendilerini davet edecek ve bekletmiş olduğu için özürlerini sunacak.

Talat Paşa ve Rıza Tevfik kahvelerini içiyor ve sabırla beklemeye devam ediyorlar. Yarım saate yakın bir bekleyişin ardından görevli yine geliyor ve bizimkilerden özür dileyerek büyükelçinin rahatsız olduğunu ve kendilerini kabul edemeyeceğini söylüyor. Büyükelçinin rahatsız olmadığını dördümüz de biliyoruz aslında.

Yaşanan bu hayâl kırıklığını Rıza Tevfik’in hatıralarındaki şu satırlardan dinleyelim dostlar:

Abdülhamid’i tahttan indirdik. Ertesi gün bayramlık elbiselerimizi giyerek Talat Paşa ile birlikte, zaferimizi kutlamak üzere Beyoğlu Tepebaşı’ndaki İngiliz Büyükelçiliğine gittik. Kapıyı açan görevli bizi kabul salonuna aldı. Kahvelerimizi nasıl alacağımızı sordu.

Bu bize biraz tuhaf geldi ama söyledik. Kahvelerimizi içtik. Görevli özür dileyerek büyükelçinin rahatsız olduğunu ve bizi kabul edemeyeceğini bildirdi.

Başımızdan kaynar sular döküldü, neye uğradığımızı şaşırdık. Bu tavır, açıkça, son derece çirkin bir hakaret ve aşağılamaydı.

Abdülhamid’i nasıl devireceğimiz plânlarını hep İngiliz Büyükelçiliğinde yapmıştık. Onların onayı olmadan kendi başımıza bir adım atmamıştık.

Ve işi de başarmıştık.

Taltif, takdir beklerken, aşağılanmaya, hakarete maruz kalıyorduk. Yenilir yutulur bir tavır değildi. Başka hiçbir şekilde de tevil imkânı yoktu.

Bozguna uğramış, sinirli bir şekilde Büyükelçiliği terk ettik. Hiçbirimiz, hayatımız boyunca da bu hakareti içimize sindiremedik.”

Tam da Rıza Tevfik’in hatıratında anlatmış olduğu gibi, öfke ve hayâl kırıklığı ile yerlerinden kalktılar. Çıkışa doğru giderlerken yüzlerinden düşen bin parça gibiydi.

Öyle ya, yıllarca İngiliz Büyükelçi ile plânlar yap, onların talimatlarını yerine getir, sonunda ülkenin Padişahı ve Müslümanların Halifesi Abdülhamid’i tahttan indir, lâkin tebrik ve mükâfat beklerken lâyık görülen muameleye bak! Olacak şey değil.

Talat Paşa ve Feylesof Rıza Tevfik, geldikleri siyah faytona binerek geldikleri yönde geri döndüler. Gözden kaybolana kadar faytonu izliyor, peşinden ben de kendimi yeniden İstiklâl Caddesi’ne atıyorum.

İstiklâl Caddesi’nde yürürken buradaki yalancı baharı yaşayanlara kısa sürede bu baharın kara kışa döneceğini, önce Balkanların, ardından Arabistan yarımadasının elimizden çıkacağını, nihayetinde yanlış politikalar ve öngörüsüzlükler neticesinde on yıla kalmadan koca imparatorluğun yıkılacağını söylesem, bana inanırlar mı acep?

Sonun başlangıcı olan 1918 Filistin Cephesi’ndeki hezimet Osmanlı’yı Mondros masasına oturtacak, İttihatçılar o gece ülkeyi kaderine terk edip kaçacaklardır. Kaçanların içerisinde Rıza Tevfik de olacaktır elbette.

Bu düşüncelerle yürürken, Rıza Tevfik’in yaptıklarından nedamet getirerek gözyaşları içerisinde yazdığı “Abdülhamid Han’ın Ruhaniyetinden İstimdat” şiirinin dizeleri geliyor aklıma:

Nerdesin şevketli Sultan Hamid Han?/ Feryâdım varır mı barigâhına?/ Ölüm uykusundan bir lahza uyan,/ Şu nankör milletin bak günahına…”

Bundan yıllar sonra Rıza Tevfik, Amerika’da iken, Londra’da okumakta olan oğlu Said’ten haber alır. Feylesofun mahdumu fena derecede paraya sıkışmıştır lâkin Rıza Tevfik’in maddî durumu da içler acısıdır. Bir ümit, görüşemeden kapısından döndüğü İngiliz Büyükelçisi Lord Nicholson’dan mahdumları için yardım talep eder. Lord Nicholson, yüklü bir ödeme ile Rıza Tevfik’in oğlunu bu müşkülden kurtarır. Bundan da yıllar sonra Rıza Tevfik bir parça durumunu düzeltir ve mahdumlarını ziyaret için yolu Londra’ya düşer.

Hem teşekkür etmek, hem de yıllardır beynini kemiren o soruyu sormak üzere Lord Nicholson ile buluşurlar. Gerisini dilerseniz yine Rıza Tevfik’in hatıratından dinleyelim:

Oğlum Said’i ziyaret için Londra’ya gitmiştim. Said’e İskoç asilzadelerinden Lord Nicholson cenapları hayli yardım etmişti. Hem bu alâkalarına teşekkür etmek, hem de eski dostluğu bir daha ihya eylemek üzere ziyarete gittim. Sohbet sırasında İstanbul sefaretinin bize gösterdiği o soğuk adem-i kabulü de sordum. Lord cenapları cevap verdi:

‘Dostum Rıza Tefvik Bey, biz Jön Türkleri teşvik ettik. Onlardan büyük bir netice bekliyorduk. İhtilâl olacak, istibdatla birlikte Sultan da, bahusus temsil ettiği Hilâfet müessesesi de alaşağı edilecekti. Fakat aldanmış olduk. Beklediğimiz neticeyi alamadık. Zira ihtilâl yaptınız, gerçi Kanun-i Esasî geldi, fakat Sultan da ve hele Hilâfet müessesi de yerinde baki kaldı.

Biz Mısır’da bilhassa Hindistan’da İslâm ülkelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Hâlbuki Sultan, yılda bir defa bir selâm-ı şahane, bir de Hafız Osman hattı Kur’ân-ı Kerim gönderiyor, bütün İslâm ümmetini, hudutsuz bir hürmet duygusu içinde emrinde tutuyordu.

İşte biz ihtilâlden ve siz Jön Türklerden ihtilâl sonunda, sultanların da, Hilâfetin de yani bir selâm-ı şahane ve bir Hafız Osman Kur’ân’ıyla kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik, aldandık. İşte bu sebeple bir soğuk adem-i kabul gördünüz.’

Kuvvetle muhtemeldir ki, Rıza Tevfik ancak bu görüşmeden sonra Abdülhamid Han’ı tahttan indirerek tarihte ve coğrafyada nasıl bir kırılmaya sebebiyet verdiklerinin ve ne büyük hata yaptıklarının farkına varabilmiş olmalıdır.

İngilizlerin istedikleri sadece Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek değil, Hilâfet ve saltanat mâkâmını da (yani devleti temsil mâkâmını) ortadan kaldırmaktı aslında. İttihat ve Terakkiciler, Jön Türkler ve bunlarla birlikte Rıza Tevfik de İngilizlerin emellerine alet olmuşlardı. Olan buydu işte!

‘Padişah hem zalim, hem deli’ dedik,/ ‘İhtilâle kıyam etmeli’ dedik,/ Şeytan ne dediyse biz ‘beli’ dedik,/ Çalıştık fitnenin intibahına…”

Son pişmanlık umumiyetle fayda etmiyor işte. Abdülhamid Han tahttan indirilmiş ve cin şişeden çıkmıştır artık.

Bu sahte bahardan, şifayı kapmadan dönüş yoluna revan olalım dostlar…

***

Pek Muhterem Kari,

O günlerden bugüne 115 yıl geride kalmış lâkin aynı İngiliz (ve Amerikan) tezgâhı yeniden kurulmuş. İngiliz büyükelçileri ve hatta başkonsolosları harıl harıl çalışıyorlar. İlgili zevatın kimlerle teşrik-i mesai içerisinde olduklarını ayan beyan görüyoruz. İngiliz aklının, Türk’ün kara kaşına kara gözüne hayran olmadığını bilmek için derin bir tarih bilgisine ihtiyacımız olmadığı kanaatindeyim.

İngiliz Devleti bir Türk ile ilgileniyor ve onu destekliyorsa, mutlaka ülkesinin âli menfaatleri gereğidir. Bu âli menfaatlerin tarih boyunca ülkemizin menfaatleri ile hiçbir zaman müsavi olmadığını tarihin hafızası bize bas bas bağırıyor.

Bir Kızılderili atasözü şöyle der: “Bir nehirde iki balık kavga ediyorsa, bilin ki oradan az önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.”

Tarih ayan beyan bu denli ortada iken İngilizlerin derdinin sadece Erdoğan’ı devirmek olduğunu düşünmek ziyadesiyle safdillik olmaz mı? İngiltere ve Amerika’nın Erdoğan’ı devirmekten çok daha öte plânları ve emelleri olduğu aşikâr. Kendileri ve âli menfaatleri ile çatışmayacak yeni bir yönetim derdindeler. Azerbaycan’da, Libya’da, Kuzey Irak’ta, Suriye’de, Kıbrıs’ta, Doğu Akdeniz’de, hatta Afrika’da ve Türk cumhuriyetlerinde canları sıkılsın istemiyorlar.

Yollarında engel gördükleri Erdoğan’ı, dolayısıyla güçlü, narkozdan uyanmış, silkinmiş ve kendisine dönmüş, kudretini yeniden fark etmiş, gönül coğrafyasına yeniden ümit olmuş Türkiye’yi görmek istemiyorlar artık.

Bunun için kendileri ile (hatta kendileri için) can-ı gönülden çalışan “yerli” aparatları da var üstelik. Anadolu ne kadar da bereketli topraklara sahip. Her mevsim Abdülhamidler kadar Jön Türkler ve İttihatçılar yetiştirmekte ne kadar mahir.

Keşke az biraz da geçmişimizden ders alabilenlerden olabilseydik, ne kadar güzel olurdu!

Uzun bacaklı İngiliz’in bir hesabı olabilir -ki hep vardı-, lâkin Allah’ın da bir hesabı var. Görelim Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler.

Kalınız sağlıcakla efendim…