HER şeyden önce giriş
cümlesi olarak şunu belirtelim ki, partiler anayasal kurumlardır ve demokratik
sistemlerin vazgeçilmez unsurlarıdır.
Bu
bağlamda demokratik sistemlerle idâre edilen toplumlarda mutlaka partiler
olacaktır ve doğal olarak vatandaşlar da istedikleri partilere oy
vereceklerdir.
Burada
sorun yoktur…
Sorun,
partiyi yönetenlerin, partiye üye olanların, partiye oy verenlerin ve sempati
duyanların particiliğe yükledikleri anlam, partilere verdikleri önem,
partilerle kurdukları ilişkiler, particilik algıları, particilik davranışları,
partici ve partizanların kendi partilerine oy versin veya vermesin diğer insanlara
olan yaklaşım tarzlarında ve bakış açılarındadır.
Hele
de bizde particilik tam bir fanatiklik ve ideolojik taassup ekseninde yapıldığı
için, günün sonunda iş siyâsî kan dâvâlarına kadar dönüşebilmektedir. Siyaset sosyolojisi
açısından mezkûr olgu ve olay çığırından çıkarılarak, politik süreçler
içerisinde toplum kamplaşmalara, kutuplaşmalara ve siyâseten bölünmelere dûçâr
olabilmektedir.
Böyle
bir durumun tarihî ve sosyolojik arka plânında ideolojik, politik, etnik,
ekonomik ve dincilik boyutunda (sahih İslâm değil) çok değişik sebepler vardır.
Bu
saymaya çalıştığım unsur ve parametrelerin yansımaları da bizim ülkemizde ve
bizim toplumumuzda çok yoğun ve çok keskin bir şekilde yaşanmaktadır.
Ama
her ne olursa olsun, parti kurmak, parti yönetmek ve partiler kanalıyla ülkenin
yönetimine talip olmak, gerçekten ülkeye hizmet etmek isteyen samimî
siyâsetçiler için hiç de kolay işlerden değildir. Dolayısıyla bütün bunları
yapanları ve bu işlerde samimî ve başarılı olanları kutlamak gerekir.
Yeter
ki parti liderleri ve parti yöneticileri yerli ve millî olsunlar! Yeter ki uluslararası
egemen güçlerin, çok uluslu vakıf ve şirketlerin, emperyalist devletler ve
sömürgeci ülkelerin çıkarlarına hizmet etmesinler, onlarla iş tutmasınlar! Ne
pahasına olursa olsun, onların oyuncağı olmasınlar! Şahsî ve siyâsî emelleri
için onlara uşaklık yapmasınlar, onlara ülkelerini satmasınlar! Müstevlîlerin
suflî emellerine âlet olmasınlar! Onların şeytânî tuzaklarına düşmesinler! İçerideki
siyâsî muarızlarını devirmek için dış güçlere âlet olup onlara maşalık görevi
yapmasınlar!
Bizde
particiliğin, partili olmanın ve particiliği ne pahasına olursa olsun, körü
körüne savunmanın çok çeşitli etmenleri olsa da, aslında ve özünde bunun iki
temel parametresi vardır.
Bunlardan
bir tanesi ideolojik ve politik, diğeri ise ekonomiktir. Dolayısıyla bu
tezimizden hareketle, ana gövdede iki türlü partinin varlığından söz
edebiliriz. Bunlardan bir tanesi uçlarda gezinen ideolojik ve marjinal
partiler, diğeri ise kendini daha merkezde konumlandıran kitle partileridir.
İdeolojik
partilerin iktidara gelmek gibi pek fazla bir dertleri yoktur. Yüzde 1 oy
alsalar dahi onların amacı ideolojik, romantik ve nostaljik takılmak ve
sloganik söylemler üreterek hayatiyetlerini ve varlıklarını ilelebet devam
ettirmektir.
Bu
tür marjinal ideolojik partilerin hedefinde genelde gençler, özelde de
üniversite gençliği vardır. Bu partiler, kurulu düzene karşı gençleri tahrik ve
provoke ederek, bu tecrübesiz gençler üzerinden toplum ve devlet üzerinde etki
yaratmaya çalışırlar. İdeolojik takılan gençler de partilerini körü körüne,
tavizsiz bir şekilde, ölümüne savunur ve desteklerler.
Kitle
partilerine gelince, bunlar hemen hemen her kesimden ve her renkten oy alabilirler.
Bu yüzden bu partilerin oy oranları oldukça yüksektir. Bu partilerin amacı bir
taraftan ülkeye hizmet etmek, bir taraftan da mümkün olduğu ölçüde
taraftarlarına, mensuplarına ve kendisini destekleyenlere ekonomik rant sağlamak
ve devlet hazinesinden usulüne uygun şekilde ulûfe dağıtmaktır.
Kitle
partilerine oy veren ve destekleyenlerin amaç ve beklentisi de, ortada duran
pastadan ve ekonomik ranttan hisselerine düşen payı güçleri yettiği kadar
alabilmektir. İşte bu yüzden yani ekonomik, bürokratik ve istihdam imkânları
sebebiyle insanlar, bu kitle partilerini oylarıyla besler ve desteklerler.
Bazı
memleket sevdalısı idealist insanlar ise, iktidar güçlerinden ya da iktidara
gelebilecek partilerden hiçbir ekonomik, bürokratik, politik rant ve ikbâl
beklemeden, gerekirse vatan için, millet için, devlet için ve inançları gereği
bu toplumun maslahatı üzere oylarını götürüp bu partilere sade bir vatandaş
gibi verirler.
Bu
idealist insanların iktidar çevrelerinden hiçbir beklentisi olmadığı gibi,
iktidar çevreleri nezdinde de bunların hiçbir yeri ve değeri yoktur. Ne kadar
karakterli ve ne kadar kaliteli olurlarsa olsunlar, sonuç değişmez. Çünkü bu
idealist insanlar, diğerleri gibi hesabî değil, hasbîdirler!
İktidar
sahipleri çevrelerindeki insanlardan mutlak itaat ve biat beklerler. Yalaka ve
yağcılık yapanlardan çok hoşlanırlar. Alkışlanmaya bayılırlar. Eleştirilmek hiç
işlerine gelmez ve bundan da hiç hazzetmezler. Onun için etraflarında kaliteli
ve karakterli insanları bulundurmak ve barındırmak istemezler.
Bunlara
ilâveten, bir de bölücü partiler vardır. Onların amacı memlekete hizmet etmek
değil, sadece ve sadece siyaseten bölünme peşinde koşmaktır. Varlıklarının
esbâb-ı mucîbesi işte budur. İşleri güçleri bölücülüktür ve bunu için de
ellerinden ne geliyorsa pervasız bir şekilde yaparlar. Neredeyse mesailerinin
tamamını buna harcarlar.
Bizim
gibi saf ve iyi niyetli insanlar ise, idealist oldukları için canhıraş bir
şekilde doğruları söylemeye, hakkın ve hakikatin yanında durmaya, mazlumların
hukukunu savunmaya çalışırlar. Güçleri yettiğince müstebit, müstekbir,
mütekebbir ve muktedirlerin haksız uygulamalarına karşı çıkarlar. Bu müstebit,
müstekbir, mütekebbir ve muktedirlerin ırkı, rengi, milliyeti, cinsiyeti, dini
ve imanı ne olursa olsun...
Bunlar,
güçlerini Allah’ın fıtratlarına yüklediği mâşerî vicdandan alırlar. Bunlar
doğruların, adâletin ve âdil olanların yanında saf tutarlar. Kur’ân’ın
kendilerine yüklediği misyon gereği, en yakınları da olsa, doğruluk üzere
şahitlik yaparlar. Haklıya “Haklı”, haksıza da “Haksız” demekten çekinmezler. Mustaz’afların
(zayıfların, ezilenlerin) hakkını ve hukukunu savunurlar. Zulüm kimden gelirse
gelsin, ona karşı çıkarlar.
Parti
taassubu ve fanatizmiyle hareket etmezler. İyi niyet ve yapıcı bir anlayışla
insanları uyarmaya çalışırlar. Bu hakkı, gücü ve yetkiyi de, Allah’ın Resûl
üzerinden her Müslümana farz kıldığı “Kum ve unzur!” (Kalk ve uyar!) İlâhî
düsturu ve misyonundan alırlar. Amaçları Allah rızası için “Emri bi’l ma’ruf
ve’n-nehyi ani’l münker” çerçevesinde hareket etmektir. Kula kulluk bir tarafa,
Allah’tan başka hiç kimseye kulluk yapmazlar. Kimsenin omuzuna ve başına
basarak yükselmek ve saltanat kurmak istemezler!
Onlar
yüce gönüllüdürler. Dünyanın hâllerine ve dünyevîleşmek isteyenlere gülüp
geçerler. Mevki-mâkâm, şan-şöhret için inançlarını ve inandıkları değerleri üç
kuruşluk bir ücret karşılığında satmazlar. Allah’ın hatırı dışında başkalarının
hatırı için kaypaklık yapmaz, hakkı ve hakikati haykırmaktan geri durmazlar. Emek
sömürüsü yapmazlar. Asalakça yaşamazlar. Başkalarının sırtından kazanç
sağlamazlar. Angarya hiç kimseyi çalıştırmazlar. Haklının hakkını haklıya, hak
sahibi talep etmeden, hemen verirler…
Kim
mi bunlar?
Bunlar,
“Allah’ın has kulları” gibi olmak ve insanları “hayra dâvet” etmek
isteyenlerdir! Ebubekir gibi sadakat timsâli; Ömer gibi adâlet timsâli; Osman
gibi hayâ timsâli; Ali gibi cesaret timsâli; Hamza gibi yiğitlik timsâli; Halit
bin Velid gibi kahramanlık timsâli; Ebu Hanife gibi ilim ve rey timsâli; Mâturîdî
gibi akıl, düşünce ve tefekkür timsâli; Alpaslan, Kanûnî, Fatih gibi mefkûre ve
ülkü timsâli; Hacer gibi hicret timsâli; Meryem gibi iffet timsâli; Hatice gibi
sadakat ve cömertlik timsâli; Aişe gibi dirâyet timsâli; Fâtıma gibi kocasının
ve evlâtlarının şahadetlerinin şerefine nail olmak timsâli, onlar, hak bir dâvânın
şerefli temsilcileriydiler...
Onlar,
kutlu bir yolun çilekeş yolcularıydılar...
Onlar,
aydınlık bir menzile doğru kanat çırpan gurbet kuşlarıydılar...
Onlar
yarı yolda hiç tökezlemediler!
Selâm
olsun hak dâvânın şerefli temsilcilerine!
Selâm
olsun kutlu yolun çilekeş yolcularına!
Selâm
olsun aydınlık menzile doğru kanat çırpanlara!
Selâm
olsun, selâm olsun, selâm olsun onlara ve aydınlık yarınlara!