Parti devleti

Türkiye’de demokrasinin, halkın özgürlük ve iradesinin önünde en büyük engel, CHP’dir. CHP hukuktan, eğitimden, bankacılık gibi ekonomik işlerden arındırılmadıkça, Türkiye’de halk iradesine dayalı özgür bir idare kurulamaz.

PARTİ devleti genel olarak, meclisin, hükûmetin ve bunun sonucunda, devletin bir parti tarafından yönetilmesi, başka bir partinin varlığına engel olunması diye tarif edilmektedir. Dünyada tek partili yönetim örnekleri, İtalya’da Faşist Parti, Almanya’da Nasyonal Sosyalist Partisi (Nazi Partisi), SSCB’de Komünist Partisi, Türkiye’de ise 1923-1946 arasında CHP’nin iktidarı elinde tuttuğu dönem olarak bilinmektedir.

Tek parti yönetimleri ise otoriter, totaliter ve pragmatik yönetimler diye gruplara ayrılabilir. Katı bir ideolojik tutum esas alınır. CHP’li tek parti yönetimi ise bu sayılan özelliklerin tümünü kapsamıştır. Bu dönemde ülkenin bütün kurumları, bu arada halkın kendisi de yeniden ve zorla şekillendirilmeye çalışılmıştır.

CHP yönetimi zaten zora dayalı uygulamalarını, “halka rağmen halkçılık” diye nitelendirmiştir. Halkın zorla değerlerinin değiştirilmesini ise “uluslaşma” diye adlandırmıştır. Çünkü CHP yönetimi kendisinden önce Türk halkının henüz bir ulus olmadığı, ancak kendi zamanında yapılanlarla uluslaştığı iddiasında olmuştur. CHP yönetiminin icraatları “inkılâp” diye adlandırılmış ve bu icraatların hedefi olarak Batılılaşma (uygarlık seviyesine ulaşma) ve ulus inşâ etme gösterilmiştir. Bütün bu uygulamaların ortak hedefi ise “ulus devletin oluşturulması”dır.

CHP yönetimi daima, bütün ülkeyi temsil ettiği iddiasında olmuştur. Ona göre ülkeyi kurtaran da, kuran da kendisidir. Bu yüzden ülkeyi yönetme hakkı sadece CHP’ye ait sayılmıştır. Ona göre, halkın “CHP beni temsil etmiyor” deme hakkı yoktur.

Ülkenin Bağımsızlık Savaşı’nı CHP yürüttüğü gibi, geri kalmış bu yoksul ülkeyi modernleştirecek ve kalkındıracak olan da “yine CHP idaresidir”.

***

Türkiye sınıflı bir toplum yapısına sahip olmadığı gibi, CHP idaresi de sınıfların varlığına ya da sınıfların mücadelesine de karşıydı. Bu yüzden toplumun tamamını temsil etmiş sayılıyordu.

Tek parti döneminde askerî ve sivil bürokrasi, ayrıca bütün devlet görevlileri, partinin bir gönüllüsü gibi, parti tarafından ortaya konulan hedeflerin gerçekleştirilmesi için vazifeli sayılmıştır. Zaten başka görüşte ve eğilimde olanların, devlet idaresinin herhangi bir biriminde görevli olmaları da mümkün değildi. Devlet görevlisi olmanın ilk ve temel şartı, elbette partiye ve onun liderine (Şef’e) sadâkatti.

Parti kongresinde alınan kararla, parti başkanları Kemal Paşa ve İnönü, “Şef”, “Millî Şef” ve “Ebedî Şef” diye adlandırılmıştı.

CHP icraatları (inkılâpları) için, karar verici olan da parti şefi ve yönetimidir. Halkın, hiçbir şekilde bu kararlara ortak olmadığı gibi, etkilemesi bile söz konusu olmamıştır. Buna rağmen parti yönetimi, “hâkimiyetin millete ait olduğunu” söylemeye devam etmiştir. Çünkü parti liderinin/şefin, doğrudan halkı temsil ettiği varsayılmıştır. Bunun bir sonucu olarak da hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olması, parti liderine/şefine ait olması demekti. Zaten halkın da bu temsile itiraz etme hakkı yoktu.

Ülkeyi yönetme hakkı/yetkisi tek başına CHP’nin olduğu için, siyaset üzerinde de bu partinin bir tekeli vardı. Ülke için, halk için gerekli olanları tespit etme, karar hâline getirme yetkisi de sadece bu partinin olduğundan, devlet, parti demekti. Parti, bütün devlet kurumlarının (hükûmet, meclis, ordu gibi) sahibi ve düzenleyiciydi.

1935’te parti kongresinde alınan kararla partinin başkanı, seçimsiz ve değişmez bir şekilde görevini sürdüreceği gibi parti de devletin sahibi sayılacağından, parti genel sekreteri de “devletin vekili” sıfatıyla İçişleri Bakanı, il başkanları ise illerin valisi olarak kararlaştırılmıştı.

1935’te, partinin Dördüncü Kongresi’nde alınan bu kararların arasında, partinin temel ilkeleri olarak “altı ok” da kabul edilmişti. Devlet, partinin bir uzvu ya da organı sayıldığı için, 1937’de parti meclisinin yani TBMM’nin aldığı bir karar ile partinin altı oku, Anayasa maddeleri olarak yazıldı. Bu altı ok, 1924 Anayasası’nı takip eden bütün anayasalarda da “Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” diye kabul edilmiştir.

Böylece CHP, hukuk mevzuatı bakımından devletin partisi olmaktan çıkmış, devlet, partinin olmuştur!

Dünyada bunun örnekleri ise yazının başında belirtilmiştir.

***

Parti devleti uygulaması ile artık temel konularda, TBMM ya da hükûmet yerine parti yönetimi tarafından karar alınmıştır. Zaten TBMM ve hükûmet gibi devletin bütün idarî organları, partiye bağlı ve onun kolları gibi görülmüştür. Bunun bir sonucu olarak partinin il başkanı, o ilin valisi olmuştur.

Bu yönetim biçimi ise büyük ölçüde SSCB idaresine benzemektedir. Çünkü SSCB’de de devletin bütün organları partiye bağlı ve parti kararlarını uygulamakla yükümlü sayılmıştır. SSCB’de de yönetim tekeli bütünüyle Komünist Partisi’nindir.

Parti yönetimine muhalefet edenler ya hain ya da hasta sayılmıştır. Muhaliflerin bilinmeyen yerlerde kurşuna dizilmeleri de bir çeşit tedavi gibi görülmüştür.

Bunun CHP yönetimi ile benzerliği o kadar şaşırtıcıdır ki, CHP idaresine muhalefet edenler de kesinlikle ya hain ya da hasta olarak görülmüşlerdir. Bu “CHP haini/hastası” olarak görülenlerin, çeşitli şekillerle ortadan kaldırıldıkları bilinmektedir.

Basınsa zaten yok hükmündedir. Türk basını o tarihte parti bülteni gibidir. Muhalif basın elbette parti devletinde olamazdı. Basın olarak faaliyetine izin verilenler, devlet imkânları ile takviye edilenler birer parti propaganda aracıdırlar ve muhaliflerin ne kadar hain, hasta, yabancıların hesabına çalışmakta olduklarını halka telkin etmek ve buna inandırmakla görevlidirler.

***

Parti lideri, şef-millî şef-ebedî şef, bütün yetkileri elinde toplamıştır. Bu yüzden hükûmet, Meclis ve parti ona bağlı sayılmıştır. Atanmışlardan oluşan Meclis, doğrudan parti kararlarının “yasa” adıyla bilinmesini temin eden bir organ olarak, hükûmete de bağlı görülmüştür. Kemal Paşa da Meclis’i bir siyâsî organ değil, bir hükûmet, bir idare organı saymıştır (Metin Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, s.110). Böyle bir Meclis, elbette seçilmeye bile tenezzül etmeyen, egemenliği kayıtsız şartsız elinde tutan, parti şefinin kararlarını uygulamakla yükümlüdür. Hükûmetin Meclis’e değil, Meclis’in hükûmete bağlı olarak çalıştığı bir idarî yapı kurulmuştur. Bunun doğal bir sonucu olarak Meclis, hükûmeti denetleyen bir organ değildir. Denetleme yetkisi de bütünüyle parti şefine aittir.

Şevket Süreyya Aydemir’e göre parti devleti ya da şeflik yönetimi, “çoğunluğun idaresini azınlığa bağlayan bir kahramanın, bir tek adamın idaresidir” (İkinci Adam, C.II, s.49).

CHP idaresinde/ideolojisinde parti şefi o kadar önemlidir ki, şefler hayatta iken onların bir benzeri olamayacağı gibi, onlar öldükten sonra bile asla benzerleri olmayacaktır. Şeflik anlayışı bakımından CHP idaresi/ideolojisi kısmen SSCB yönetiminden farklıdır. Çünkü SSCB idaresinde de KP lideri, olağanüstü kahramanlık yeteneklerine sahipti ama ölümü ile bu istisnaî durumu ortadan kalkardı.

CHP’nin yönetim/şeflik anlayışında ise partinin kahraman liderleri, öldükten sonra bile istisnaî ve erişilmez kahramanlık, kurtarıcılık ve kuruculuk yeteneklerini sürdürmüşlerdir.

Nitekim 12 Aralık 1940’da CHP’nin yayın organı Ulus Gazetesi, parti şefi İnönü için şu ilânı not düştü: “O devletin reisi, milletin şefi olduğu kadar, birlik ve beraberliğimizin timsalidir. Şef O, millet O’dur. Çankaya’ya dönerek Millî Şef’e diyelim ki, ‘Düşünmek, kararlaştırmak ve yapmak sana, Büyük Meclis’e ve Hükûmete aittir. Hepimizin itimadı, herkesin sevgisi seninle beraberdir. Belki hiçbir zaman misâli görülmeyen bir millî dayanışmanın timsalidir.”

***

Görüldüğü gibi parti devletinde, aslında millet de yoktur, dolayısıyla milletin egemenliği de. Düşünmek, karar almak, uygulamak yalnızca parti şefinin hakkıdır. Millet eski çağlarda olduğu gibi reaya/sürü durumundadır. Millet şeftir. Egemenlik de elbette kayıtsız şartsız bir şekilde şefindir.

Nitekim parti şefleri de egemenlik haklarını kayıtsız ve şartsız bir şekilde kullanmışlardır. Temel sorun şudur ki, bu parti şeflerinin kayıtsız şartsız egemenlikleri, iktidardan düştüklerinden ya da öldükten sonra da devam edecek midir, etmeyecek midir?

İnönü, 25 Aralık 1938’deki parti kongresinde, “Değişmez Genel Başkan” olarak seçilmiştir. Elbette parti şefleri, parti kongrelerine gidip, kendilerini delegelere tanıtmak ya da sevdirmek gibi bir çabanın da içinde olmamışlardır bu yüzden. Zaten parti delegelerinin, o şefleri tanımak, benimsemek ve görüşleri için kendilerini fedâ etmek gibi kutsal görevleri vardır.

İnönü’nün şeflik zamanında da millet Meclis’e, Meclis hükûmete, hükûmet partiye, parti ise Millî Şef’e bağlı kalmaya devam etti. Partinin değişmez şefini, hükûmette Başbakan, Meclis’te Meclis Başkanı, partide ise Parti Genel Sekreteri temsil ederdi. Şef gerekli gördüğünde, kendisini temsil eden bu kişileri değiştirirdi.

***

Günümüz Türkiye’sinde, başta Anayasa olmak üzere bütün idarî mevzuatta CHP’nin ilkeleri, okları egemendir. Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez durumdadır. Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) mevzuatı da bütünüyle böyledir. MEB’e bağlı okullar ve onun denetimindeki özel okullar ile üniversitelerin mevzuatı da tümüyle CHP ilkelerine ve oklarına göre düzenlenmiştir.

Eğitim bütünüyle, “düşünme, karar alma ve uygulama hakkını CHP’ye ve onun şefine bırakmayı” varlık nedeni bilen kuşaklar yetiştirmekle ödevli sayılmaktadır. Okullar ile üniversiteler, CHP’nin arka bahçesi durumundadırlar. Yüz yıldan beri bu durum değişmeksizin devam etmektedir.

İmam-hatip okullarına karşı olmaları da büyük ölçüde, bu okullardaki egemen havanın CHP’ye ve onun oklarına muhalif bilinmesinden dolayıdır.

Memurlar, ordu, polis ve yargı görevlileri, CHP şeflerine bağlı kalmaya yemin ederek görevlerini yaparlar. CHP, dünyada hiçbir partinin sahip olamayacağı gayrimenkullerin sahibidir. Hattâ bankası (İş Bankası) bile vardır!

Almanya ve İtalya gibi ülkelerde totaliter tek parti yönetimleri kurmuş olan partilerle çok partili ve özgür seçimlere dayalı demokrasi idareleri kurulabilir miydi? O partilerin ve şeflerinin ilkelerine göre düzenlenmiş olan bir hukuk ile Almanya ve İtalya gibi ülkelerde özgür bir yönetim tesis edilebilir miydi?

Bu yüzden Türkiye’de demokrasinin, halkın özgürlük ve iradesinin önünde en büyük engel, CHP’dir. CHP hukuktan, eğitimden, bankacılık gibi ekonomik işlerden arındırılmadıkça, Türkiye’de halk iradesine dayalı özgür bir idare kurulamaz.

Türkiye, 1950’ye kadar bir parti devletiydi. 1950 Seçimleri’nden sonra ise yine CHP oklarının sınırları içinde ve onun denetiminde örtülü bir “parti devleti” özelliğini sürdürmektedir.