
SÖZE garip bir cümle ile başlayalım mı? Okuma ve yazmaya,
kültüre, sanata ve bilgiye, hattâ genel anlamda “aydınlanmaya” bu derece önem
veren bir toplum olarak Alevîlerin binlerce yıldan beri habersiz oldukları bir
durum bulunmakta: Ne yazık ki Alevîler, kendi ırklarının tarihini bilmiyorlar.
Hattâ “Alevî tarihi” olarak bildikleri şeyler, sanki birileri tarafından
kendilerine dikte edilmiş tarih dışı bilgilerden müteşekkil…
Size kendi hayatımdan bir örnek vereyim: 1990 yılına
kadar, içinde bulunduğum Alevî toplumunun Türkmen kökenli olduğundan
habersizdim. Her insanın bilmeye hakkı olan bu basit bilgiyi ne ailemden, ne
çevremden, ne Alevî önderleri olan dedelerden, ne de Devletin örgün eğitimi
içerisinde verilen bilgilerden biri olarak duydum. Aslında hiç kimse
duymamıştı. Öyle ki, etrafımda da bu anlamda gerçek kimliğinden haberdar olan
bir insana dahi rastlamadım.
Biri vardı aslında; onun hakkını yemeyelim. Son zamanların
en önemli siyâsetçilerinden olan Kamer Genç şöyle derdi: “Biz Kürt değiliz,
Türkmeniz!” Kamer Genç, içinde iki gerçeğin altını çizen bu cümlesinden
hareketle derdi de, maalesef biz onu anlamaya çalışmadık bir türlü. Hattâ
güldük geçtik! İlâveten bir kısım Alevîler, onun tespitini Sünnî çoğunluğa
yaranmak olarak algıladı. Rahmetliye haksızlık edildi. Oysa o, haklıydı. Haklı
olduğunu yıllar sonra fark ettik.
Durumdan bîhaber olduğumuz uzun yıllar içerisinde “Türk”
denince “Türk”ü de anlamıyorduk, aklımıza “Sünnîler” geliyordu. Yani bize göre
Türkiye, Sünnîler ve Alevîler olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Sadece Türkiye
değil, tüm İslâm dünyası, hattâ dünyanın insanlığı… Yani Sünnîliğin ve Alevîliğin
bir inanç/inanış aidiyeti olduğunu bile fark edememiştik. Ve doğal olarak
tüm hayatımız, sevgimiz, nefretimiz, dostluğumuz, düşmanlığımız, köylerimiz,
şehirlerdeki mahallelerimiz bu iki kavramın belirleyiciliği etrafında
şekillenegelmişti. İşte kanaatimce bizim için temel aldatmaca buradan neşet
ediyor ve Alevî toplumunun her şeyini şekillendiriyordu!
Ve bir gün ne olduysa oldu, 1990 yılından sonra bir gün,
Türkmen olduğumu anladım ben. Sadece ben mi? Hayır! Alevî toplumunun epey bir
bölümü bu konuda yeni bir döneme evrildi, bir bakıma gerçeğe uyandı. İşte bu
uyanış, tarihin hakikatine doğru yönelen önemli bir yolculuğu başlattı
toplumumuzun bir kısmında! Kendi hesabıma, bende de… Meğer hayatımızın/hayatın püf
noktası, yeâane şifresi, “Türkmen” kelimesiymiş! Şifre 1990 yılında, bugünkü
Rusya’nın bir önceki hâli olan Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ile başlamış
oldu. Burada bir şey daha söyleyeyim mi? Anlaşılan o ki, Sovyetler Birliği de
bir büyük aldatmacanın bir başka versiyonuymuş. Ona bağlı olarak Marksizm,
Leninizm, sosyalizm, kapitalizm, liberalizm ve faşizm dahi…
Size belki çok komik gelecek ama bu “Türkmen” kelimesi ile bir şeyi daha fark etmiş olduk/oldum. Meğer çevremizdeki herkesi “Sünnî” diye etiketlemek ayrı bir işlemmiş. Çünkü etrafınızdakiler Sünnî oldukları hâlde Türk, Kürt, Arap, Çerkez ve sair… Hattâ başka inançların birer parçası olarak Ermeni, Rum, Yahudi imiş. Bunun dışında, dünyada başka kavim ve milletler bulunmaktaymış. Soy ya da ırk böyle bir şeymiş; din ise daha başka bir durumun ifadesi... İşte benim ve benim gibi pek çok Alevînin bakış açısını değiştiren kod, “Türkmen” kelimesi ve onun devamı olarak gelişen gözlemlerim(iz) oldu. Ve ondan sonra ciddî şekilde düşünür olduk aldatıldığımızı. Sonunda iş vardı, buraya dayandı. O hâlde geriye gidelim ve Türkmen tarihine bir göz atalım…
Türkmen nedir, kimdir?
Türkmen, sözcük yapısı olarak “Türk” kökü ile “-men”
ekinden türetilmiş olup, “Türk”ten sonra daha yeni bir kelime olarak yer almıştı
sözlükte... Yani bir bakıma “Türk adam” anlamında kullanılmaktaydı. Anlaşılan o
ki, Türkmenler Türk olmalarına rağmen ne ve kim olduklarını bilmesinler ve
büyük “Bozkırlı millet” çoğunluğundan ayrılsın ve yalnızlaşsınlar diye taammüden
söylenegelmiş bir tarif bu! Yani bu sözcüğün bizâtihi Türklerin şekillendirdiği
bir kelime olmadığı bilinmekte…
Türk ve Türkmen arasındaki fark, Cermen ile Alman kelimeleri
arasındaki örnek gibi. O hâlde “Türk kim?” diye soralım burada. Malûm, “Türk”
kelimesi, insanlık tarihinin Tufan’dan sonraki oluşumunun hemen akabinde, Ural
dağlarının doğusuna ve batısına ilâveten Orta Asya’da şekillenen bir ırk yani
dünyanın ilk kavimlerinden/halklarından/milletlerinden biri olarak tarif edilebilir.
Kadim tarihteki adı, “Yafes” yahut “Yafetoğulları”… Türkler, kendi tarihlerinde
Yafes’i de Olcay/Olcayto Peygamber/Yalvaç olarak anmaktalar.
Olcayto gibi Türk tarihinde bir başka başat isim daha
karşımıza çıkmakta: Oğuz Kağan ya da Oğuz Han… Bir efsane isim olarak geçen
Oğuz Kağan’ın, Olcayto’nun dördüncü göbekten torunu olduğu bilgisini veriyor
bize 17’nci yüzyılda Hive Sultanı ve tarihçi Ebu’l-Feth Bahadır Han’ın yazmış
olduğu “Terekeme” (Türkmenler) kitabı...
Türkmenlerden önce Oğuz Han’ın budunu/halkı olarak
karşımıza “Oğuz(lu)lar” çıkmakta. Yani denilebilir ki, Bozkır tarihinde
“Oğuzlar”, Türklerin birinci kolu olarak ve “Oğuz Ata oğulları” etiketiyle
şekillenmişlerdi. Türkmenler ise “Oğuzlar” ile aynı anlama gelmekte. Ve İslâm dininden
sonra ortaya çıkan bir kelime… Kelimenin sahibi de zaten İranlılar ve Müslüman
Araplar… Tabiî Ortodoks Romalılar üzerinden geliştirilen bir teori daha
bulunmakta.
Evvelemirde, terminolojye daha yakından bakmak gerekirse,
“Türkmen” adını İran sınırında oturmakta olan bir kısım Oğuzluların,
kendilerini tarif için “Türk men!” yani “Men (Ben) Türk’üm!” demeleriyle ilintirenler
olsa da, yukarıda kaydedildiği gibi “Türk men” yani “Türk insanı” anlamını ifade
ettiği yönündeki tarif, bize daha uygun gelmekte. Bunun gibi, kelimenin
“Türklerin yurdu” mânâsında, Pehlevîce “Tyurkman” veya “Tyurkban” kelimesinden “Türkmen”
şeklinde evrildiği de iddialar arasında. Yine “Tirkeman” sözcüğünden Türkmen’e
ulaşıldığı ve bunun da “ok atan/okçu halk” anlamına geldiği iddiası da bir
başka teori olarak çıkmakta karşımıza. Bu bağlamda Türkmen’i, “Türklerin esası,
hakikî Türk” anlamında söylenen ve İran lisanında bulunan “Türk-manend” ifadesiyle
veya “Türk’e benzer” gibi bir anlamda açıklanyanların da var olduğunu yazalım.
Özellikle Batılılar tarafından kabul edilen bir başka
görüşe göre “men”, kuvvet ekidir. Bu zâviyeden bakınca Türkmen, “Türkler’in de
Türk’ü”, “soyu Türk veya özbeöz Türk” anlamına gelmekte.
Bazı Arap tarihçilerine göre “Türkmen”, “imanlı Türk”
anlamına gelmekteydi. Yani “Türk iman”dan Türkmen anlamı çıkaran ve bunun “imanlı
Türk” olabileceğine işaret eden tarihî kayıtlar da var. Bu istikamette “imanlı
Türk” ifadesi, Oğuzluların tarihî durumunu ve inanç tercihlerini açıklaması
bâbından önemli geliyor bize. Çünkü İranlılar, Müslüman Oğuzları şamanist olanlardan
ayırmak için “Türkî iman” (inanmış Türk) diyor olmalıydılar. Sınır boyundaki
Oğuzlu Türklerin şaman inancından ayrılıp İslâmiyet’e geçmeleriyle Bozkır ulusu
iki bölüme ayrılmıştı: İnananlar ve inanmayanlar ya da Müslüman olanlar ve
Şamanist kalanlar… İşte bu nedenle “imanlı Müslüman Türklere” Türkmen adının
Müslüman Araplar ve İranlılar tarafından verildiğini söylemek mümkün.
Hülâsa, üstte yazılanlardan çıkartılan sonuç bağlamında,
“Türkmen kavramı, Müslüman Türk demektir” mottosu, teorik olarak genel geçer
durumda. Başlangıçta kelimenin aslının “Türkman” olup daha sonra bu söylenişin “Türkmen”
şekline çevrildiğini de kaydedelim.
Müslümanlaşan Oğuzlara diğer Müslüman topluluklar “Türkmen” derken, çevredeki Hıristiyan halklar yani Bizans ise onlar için “Turkoman” diyordu. Ancak Bizans askerî jargonunda “Turkoman”ın Müslüman Türk anlamına gelmediğini de söyleyelim. Çünkü Bozkırlı Oğuzluların Bizanslılarla teması, İslâmiyet’in öncesine uzanmaktaydı. Bu itibarla Bizans ordusunda “paralı askerlik” yapan Asyalı savaşçıların adı, “Türk insanı” anlamında “Turkoman” yahut “Turkos” idi.
Oğuz’un yönü, İran üzerinden Anadolu’ya doğruydu. Bu yönelişe Türk-Moğol Hakanı Cengiz’in baskısı neden olmuştu. Netîcede bu yürüyüş de Oğuzların hayatında “ikinci büyük Türkmenleşme”yi getirecekti.
Türkmen yurdu
Batı Türkistan yöresini yurt edinen ve “Batı Proto-Türk”
denilebilecek “Anav ve Afanesyova kültürü” mıntıkasının halkı olan Oğuz
kabilelerinin 7’nci yüzyılda Altay dağlarından hareketle Sibirya taygaları ve
Ural stepleri üzerinden batı istikametinde yürüdükleri bilinmekte. Bu huruç/göç,
onların ilk dağılışıydı. Bu dağılış esnasında Pontus/Ponçik bozkırlarına,
Kafkaslara ve Rusya içlerine kadar girmişlerdi. Buna “kuzey göçü/yolculuğu”
diyelim…
Günümüzde “Batı Türkleri” olarak bilinen son Oğuzlular,
coğrafî yurt olarak Hazar’ın kuzeyindeki Urallardan başlayıp aynı denizin kuzeydoğusuna
doğru bir yay çizerek İran sınırına uzanan mıntıkada ikâmet etmekteydiler. Yani
Hazar’ın kuzeyindeki Sibir-Ural arazisi ve Hazar’ın doğusundaki Maveraünnehr’in
üst bölgesinde... 10’uncu yüzyıldan itibaren tarif edilen bu bölgeden çıkan son
Oğuzlular, dünyaya buradan yayıldılar ikinci yolculuklarında. Ki buna da “güney
yolculuğu/göçü” diyebiliriz.
Gerek “kuzey”, gerekse “güney göçleri” sonunda, yolları
bir şekilde İran-Anadolu-Orta Doğu’ya çıkanlar, 7 ilâ 10’uncu asır aralığında
peyderpey Müslümanlaşmışlardı. Ve bunların adı artık Türkmen’di. İlk
Türkmenler…
Geride kalan Oğuzlular hâlâ Şamanistti. Müslümanlaşan
Oğuzlara “Türkmen” adını koyanlar, gayr-i Müslim olanları zaman zaman “Türk”
olarak etiketliyorlardı. Şamanist Türk Oğuzların ana bölgeden köklenen göçleri
birincisiyle kalmayacak ve tarihte bir Türkmen oluşumu daha yaşayacaktı
Oğuzlular… Ve tarih 10’uncu yüzyılda Kınık Selçuklularının İran ve oradan
Anadolu ve Orta Doğu’ya yayılmalarına şâhit oldu. Doğal olarak bu göç de
besledi tarihî Türkmen oluşumunu. Böylece ilk Türkmenlere yenileri eklendi.
Ancak asıl Oğuzlu hareketi, 13’üncü yüzyılda yaşanacaktı. Tabiî ki bu
yolculuğun/göçün istikameti de Hazar’ın güneyine idi. Ve Oğuz’un yönü İran
üzerinden Anadolu’ya doğruydu. Bu yönelişe Türk-Moğol Hakanı Cengiz’in baskısı
neden olmuştu. Netîcede bu yürüyüş de Oğuzların hayatında “ikinci büyük
Türkmenleşme”yi getirecekti. Ve en önemlisi, “Anadolu Türkmen Alevîliği ve
tabiî ki Sünnîliği de bu yürüyüşle şekillendi”!
Günümüzde Oğuzlu Türkmenler Türkmenistan, İran, Türkiye,
Azerbaycan, Irak ve Suriye, Kıbrıs, Balkanlar ve Avrupa’da oturmakta olup “Türk”
olarak bilinmekteler. Ancak, “Bunlar aynı zamanda Türkmen olan topluluklardır!”
diyelim. Zaten tarih içinde, “Türk ve Türkmen” kelimelerinin, birbirinin yerine
kullanılageldiği de bilinmekte. Bazı kaynaklarda geçen, “Türkmenler,
göçebe/yörük Türkler sayılabilir ama Türk diye bilinen unsurlardan başka bir
boydur!” şeklindeki nitelemeler de yanlıştır, aldatmacadır.
Ayrıştırmanın kökeni
Biz yine de soralım: Türk ve Türkmen tâbirleri üzerinden yapılan
ayrıştırmanın kökeni nedir?
İşin aslı, “Türkmenler, İslâmiyet’i ilk kabul etmiş olan
Oğuz boylarıdır” tespitinde saklı. Malûm, Oğuzlar, henüz Türkmen kelimesi
yokken, (12+12) 24 boydan oluşmaktalardı. Tabiî ki inançları da “Göktanrıcı”
bir formatta ya da kimilerinin dediği gibi şamanizm idi. Boylarından koparak
peyderpey İran’a ve daha güneye inen Oğuzlular, Şamanizmden Müslümanlığa,
Oğuzluktan da Türkmenliğe geçtiler. Fakat bu geçiş, bugünkü anlamda
İranî/Caferî Türkmenlerinin temelini oluşturmaya yaradı. Meselâ Baycanlıların
“Azeri Türkmenliğinin” önemli bir bölümü bu esnada oluştu.
Yukarıda denildiği üzere, Oğuzlular, kümülatif olarak
yurtlarından iki devrede kopmak durumunda kaldılar. Bunlardan birinci kopuş,
10’uncu yüzyılda Selçuklularla tarihteki yerini aldı. Anladığımız kadarıyla bu
kopuş, Sünnî Türkmenlerinin su basmanı olarak geçti tarihe. Bir sonraki büyük
kopuş ise 13’üncü yüzyılda Moğollardan kaçan Oğuzlular bağlamında gelişti. Bu
kopuş da “Anadolu Türkmen Alevîliği”nin temelini attı. Lâkin bugün
anlaşıldığı anlamda ne bir Alevîlik, ne de bir Sünnîlik oluşmuştu. İlerleyen
zamanda Alevî ve Sünnî diye tarif edilecek olan Oğuzlular, hemen hemen aynı
“inanç çemberi”nin içinde bulmuşlardı kendilerini ve bunu “belleten” İran’dı. Tam
anlamıyla ayrışma ve oluşma yani bugünkü mânâda Alevîlik ve Sünnîliğin
şekillenmesi, 16’ncı yüzyılın başında kendisini gösterdi. Şah İsmail ve Sultan
Selim zamanında…
Şunu da ekleyelim bu fasla: Söz konusu değişim ve
gelişim, siyâsî iki dürtünün eseriydi. Ya da tam tarifle, Oğuzlu Türkmenlerin
inancı, Çaldıran’la birlikte iki kategoride siyasallaştı. Yani Çaldıran Savaşı
bitmedi hâlâ, devam ediyor! Maraş, Çorum ve Sivas Olaylarını “Yeni Çaldıranlar”
olarak anlamak hiç de gayr-i kabil değil. Cengizîlerden kaçan Oğuzlu
boylarından biri de bilindiği gibi Kayı olarak yer aldı tarihte. Kayı
Türkmenleri, Osmanlı Devleti kurucusu Osman Bey’in babası olan Ertuğrul’un aşiretiydi.
Ve bu aşiretin kurduğu Osmanlı’nın 10’uncu padişahının zamanına kadar gerek
İran, gerek Doğu Anadolu, gerekse Anadolu’nun değişik yerlerinde yaşayan
Türkmenlerin birbirinden farkı yoktu. Aynı inanç düzlemindeydiler. Fark,
Osmanlı Devleti’nin Çaldıran sonucu güneye, Mısır’a yönelişiyle ortaya
çıktı.
Doğruyu söylemek gerekirse, yüzyıllara uzanan çeşitli
göçler esnasında “Bozkır Göktanrı inancını” bırakarak İslâmiyet’e yönelen
Şamancı Oğuzlulara, İslâm dinini öğreten, İranlılar oldu. Burada sorulması
gereken sual şu: İranlılar bu yeni dini ne kadar doğru öğretmişlerdi? İşte
burası tartışmalı!
Osmanlı Oğuzluları, başlangıçta İran’dan öğrendikleri
inançlarını Çaldıran’dan sonra yetersiz buldu ve Mısır’da format attırdılar.
Yani Osmanlı’dan yana olan Oğuzların ikinci hocası Mısır oldu. Burada sorulması
gereken soru da şu: Mısırlar doğruyu mu öğrettiler acaba? Hemen söyleyelim:
Burası da tartışmalı!
İran ekolünün Oğuzlu talebelerine “Şiî, Caferî, Kızılbaş veya Alevî” denildi; Mısır ekolünün talebeleri de “Sünnî” adını aldı ve siyasallaşarak ayrıştılar. Öyle zannediyoruz ki, her iki sektörün “din formatçıları”, siyaseten tehlikeli gördükleri Oğuzlara gerçeği anlatmaktan imtina ettiler. Veya etmişler sanki… Yani gerek İranlıların Alevîliği, gerekse Mısırlıların Sünnîliği üzerinde Oğuzlu Türkmenlerinin yeniden oturup düşünmelerinin ve özgün/aslına uygun bir formatlama yapmalarının doğru olacağı kanaatindeyiz. Ülkede ve bölgede çoğunluğu oluşturmakta olan Sünnî Türkmenlerin Alevî Türkmen inancı konusundaki kuşkuları doğru değil! Aslına bakılırsa, kuşku her iki inanç tarifi konusunda da geçerli. Her iki kutbun içinde de bütüncül birer yapının oluşmamaması, her iki kültün kendi içinde parça parça olması, vakt-i zamanında başkaları tarafından atılan “temeller” açısından sıkıntılı durumların olduğunu gösteriyor bize. Onun için “yeniden ve özgün formatlama” diyoruz…
Kopuş
“Batı Türkleri diyebileceğimiz Oğuzların adı, daha sonra
Türkmenler olarak anılmaya başladı” dersek doğru olur. Bu değişikliğin sebebi, İslâm
dini oldu. Yani Oğuzlular, İslâm’la tanıştıktan sonra peyderpey Müslüman olan
bölümleri anlamında “Türkmen” adını aldılar. Buna rağmen biz Oğuzlulara
“proto-Türkmen” diyelim meseleyi anlamamız açısından. “Türk” adını da şimdilik
kullanmayalım…
Proto-Türkmenler gerek Şamanizm dönemlerinde, gerekse İslâmiyet’e
geçişlerinin birkaç yüzyılında yekpâre bir Türkmen topluluğuydu. Yani bugünkü
anlamda Alevî ve Sünnî Türkmenlerden bahsetmemizi gerektirecek bir farklılığın
sahibi değillerdi. Günümüzdeki ikilemin sorun olarak ortaya çıkması konusuna ilk
önce buradan başlamak gerekiyor. Bidâyette Türkmenler bir ve beraberdiller
Şamanistken de, proto-Müslümanken de... Peki, birbirinden kopuş ne zaman
başladı?
Bu büyük kopuşun tarihi, 1400’ün son, 1500’ün ilk
çeyreği… Kopuşun müsebbibi ise Sultan Selim ve Şah İsmail temsilinde Osmanlı ve
Safevi Devletleri… Bu kopuşla birlikte Türkmenler, iki bölük oldular:
Selim taraftarları ve İsmail taraftarları… Osmanlıcılar ve Safeviciler… Dikkat
edin, ne kadar da benziyor, değil mi isimlendirme “Hazreti Ali taraftarları ve
Muaviye taraftarları” deyimine? Ya da Medîne Devleti yanlıları ve Emevicilere?
Tıpkı bunun gibi, son ayrılık da başlangıçta, Türkmen milletinin siyasallaşması
olarak hayata sokuldu. Siyasal iki tercih olarak başlayan bu ayrışma, nihâî
anlamda inançta da kendisini gösterdi. Hep böyle olur zaten, yine öyle oldu ve
böylece Sünnî Türkmenler ve Alevî Türkmenler ayrımı ortaya çıkmış oldu.
Alevî Türkmenler, İran çevresinde şekillendiler. Yani 230
yıllık Safevi Devleti’nin o zamanki adıyla “Kızılbaş Türkmenleri”, günümüzün
Türkmen Alevîlerini oluşturdu ve Azerî Caferîlerinin şekillenmesinde de rol
aldı. Günümüzde İran ve Azerbaycan’da yaşayan Şii Türkmenler, “Caferî” olarak
bilinmekte. Alevîler ise Anadolu’nun içi ve doğusunda yaşayan Türkmenler olarak
karşımıza çıkmakta.
Hemen şunu da söyleyelim: “Kürt’ün Alevîsi yoktur!”
denilmekte. “Kürtçe konuşan Alevîler, Kürtleşmiş Türkmenlerdir!” iddiası ise gerçeğe
oldukça yakın bir anlam ifade etmekte.
Burada bir “Zaza” arası…
Zazalar
Tunceli-Bingöl yöresindeki Zazaların durumu ise biraz
farklı. Elbette Zazalar Kürt değiller, evvelâ bu yanlışı düzeltelim. Bu
toplumun inançları ve kimlikleri, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz Türkmen göçü
ve evrilmesinden önceye dayanmakta. Bizans ve İrani Pers İmparatorluklarının
arasına sıkışmış olan, Munzur ve Bingöl dağlarının derin vadilerinde oturan
Zazaların adı, Mecûsi İran’ın son devleti Sasanilere bağlanmakta. Yani “Zaza”
adının da Sasani’nin “Sasa”sının “Zaza” şekline dönüşmesiyle ilgili olduğu
iddia edilmekte. Savaşlar nedeniyle sık sık Bizans ve İran arasında gidip gelen
bölge ve bu halkın orijini ne Romalı, ne de İranlı. İddiaya göre Kıpçak kökenli
oldukları söylenmekte. Tabiî ki onların inançlarını şekillendiren, yine
İranlılar oldular. Ancak yüzyıllar sonra bölgeye inen ve inançları yine
İranlılar tarafından şekillenen Türkmenlerle karışıp kaynaştıklarını da
söyleyelim.
Malûm, Anadolu’nun diğer bölgelerindeki ikili yapıda
olduğu gibi Zazaların da Sünnîleri ve Alevîleri bulunmakta. Alevî Zazaların
Munzur ve Bingöl dağlarının derin vadilerinde; Sünnî Zazaların ise daha batıda,
Elazığ düzlüklerinde oturdukları biliniyor. Bir başka bilinen şey ise, orijinlerinin
Kıpçak olduğunu söylemiş olmamıza rağmen, daha sonra bölgeye gelen Türkmen
çoğunlukla kaynaştıkları ve yeni bir genetik oluşturdukları yönünde. Bu
bağlamda, günümüz Zazalarının kendilerini Türkmen saymalarında haklı
olduklarının altını çizelim. Sözünü ettiğimiz eski siyâsetçilerden merhum Kamer
Genç, bu konuya işaret eder ve “Biz Kürt değil, Türkmeniz!” derdi. Doğruydu.
Ama ne hikmetse buna rağmen Osmanlı kayıtlarında bu halkın ismi “Zaza Kürtleri”
olarak geçmekteydi. Belki de bu nedenle Zaza halkının Kürtlüğü genel kabul
görmüş durumda. “Lâkin son zamanlarda algının değiştiğini fark ediyoruz” deyip
kapatalım Zaza konusunu.
Anadolu’da Türkmenlik
Irak’ta, Suriye’de, Akdeniz ve Ege Bölgesi’nde yaşayan
günümüz Türkmenlerinin tarihteki oluşumuna bakalım şimdi...
Çaldıran Savaşı’ndan sonra İran Safevilerini, kendi
sınırları içerisine hapseden Osmanlılar, durmayıp güneye yöneldiler. O esnada
Anadolu beyliklerinin sonuncusu olan Dulkadiroğulları, hâlâ hükümfermaydı. Osmanlı
Ordusu Dulkadirlilere son verip, onu takiben Irak’ı, Suriye’yi ve devamında
Mısır’ı da imparatorluğun bir parçası hâline getirdi. Saydığımız bu bölgelerle
birlikte, Anadolu Selçuklularının şekillendiği Toros dağlarını da ekleyerek
söyleyebiliriz ki, Selçuklular Dönemi’nin öncülleri olarak coğrafyaya inen
Oğuzlular, Bizans’ın çevresine proto-Türkmen olarak yerleşmişlerdi. Tabiî ki
bunların İran içerisinde yerleşik olan proto-Türkmenlerden inanç farklılıkları
yoktu. Ancak Çaldıran Seferi’nden sonra ayrı “iki devletin ve ayrı iki
siyâsetin ve bağlı olarak ayrı iki teolojik anlayışın” yönetiminin netîcesinde
İran Türkmenleri Şiileşirken; Osmanlı’nın ele geçirdiği Irak, Suriye ve
Dulkadiroğlu Beyliği’nin devamı olarak Toroslar bölgesine yerleşmiş Selçuklu proto-Türkmenleri,
İstanbul’a göre şekillendiler. Onlara günümüzde “Sünnî Türkmenler” demek
durumundayız.
Burada durup “Ya Türkler?” diye soralım. Elbette “Türk”
olarak adlandırılan kesim de, saydığımız “iki proto-Türkmen” kesiminden farklı
değil. Üçüz kardeşlerden biri... Ancak coğrafyaya proto-Türkmenlerden 300 sene
sonra inmişlerdi. Yani Osmanlı’nın kurulma aşamasında… Bu nedenle adları “Türk”
oldu onların, başka bir sebep yok!
Şimdi de Anadolu’da “Alevî” diye adlandırılan
Türkmenlerin arkaik durumuna bir göz atalım. Bu Türkmen grubu da Anadolu’ya,
Osmanlı’nın arefesinde inen iki dalganın parçasıydılar. Yani Moğol saldırılarının
önü sıra… Ve tabiî ki Osmanlı Sünnîlerinden farklı değillerdi. Fakat konunun
makası olan Çaldıran’a henüz beş sene varken, İran’daki Türkmenler, “Safevi
Devleti” adıyla tarih sahnesine çıktılar. Şeyh Safiyuddin’in “Erdebil
Tarikatı”nın son üç şeyhi sayılan Şeyh Haydar, Şeyh Cüneyt ve Küçük Şeyh
İsmail, tarikatın kendilerine verdiği güçle yetinecek gibi değildiler.
Hırslıydılar. Şeyhlikten şahlığa geçmek istiyorlardı.
Bu esnada, bölgede “iki koyunlu devleti” vardı: Akkoyunlular
ve Karakoyunlular... Elbette onlar da Türkmen idi. Şeyh Haydar; oğlunu, bir
Akkoyunlu prensesiyle evlendirerek şahlığa doğru ilk adımını attı. İşte bu
evlilikten İsmail doğdu!
Fakat İsmail’in doğumuna kısa bir süre kala, Osmanlı Padişahı Fatih, Anadolu bütünlüğünü sağlamak için doğuya bir sefer yapmış ve Akkoyunlu Devleti’ni yıkmıştı. Daha sonra bu devletle akraba olan Trabzon Pontus İmparatorluğu’nu da çökertti. Nedense Safevi Tarikatı şeyhleri/Erdebilliler, bundan hoşnut olmadılar. Küçük İsmail, anasından ötürü Akkoyunluların mîrasçısıydı. Bu nedenle Akkoyunluların mîrası üzerinde Erdebilliler, yeni bir devlet kurma çalışmasına başladılar. Ve hızlı bir örgütlenmenin nihâyetinde, 1501 yılında, şeyhlikten “şahlığa” geçtiler. Devletin adı “Safeviler”, ilk şahı da İsmail’di. Genç İsmail’in “Akkoyunluların mirasçısı” olarak algılanması hasebiyle, Uzun Hasan’ın topraklarının doğu kısmında hükmetmeye başlaması yadırganmadı.
Babası ve dedesinden daha da hırslıydı Genç Şah. Bu
yüzden bu çapta bir devlet onu tatmin etmiyordu. Dolayısıyla mîrasçısı olduğu
Akkoyunluların Doğu Anadolu kısmında da hak iddia ediyordu. Sadece bu değil,
İsmail’e göre Koyunlularla evlilik yoluyla akrabalık ilişkisi olan Trabzon Rum
İmparatorluğu’nun mîrası da Safevîlere ait olmalıydı. İşte bu nedenle Doğu
Anadolu’dan başlayıp İç Anadolu’ya uzanan ve oradan kuzeye, Karadeniz’e yönelen
Akkoyunlu ve Trabzon Rum İmparatorluğu’nun tüm topraklarında yaşayan Türkmenler
üzerinde propaganda çalışması başladı. Şah İsmail’in propagandacılarına “dai”
deniliyordu. Böylece sayısız “dai”, sözünü ettiğimiz coğrafyaya yayıldı. Ve Şah
propagandasına başladılar.
Bu çalışmalar sırasında bölgedeki Türkmenlere
söyledikleri, mealen şuydu: “Ey Türkmenler! Osmanlı sultanları, İstanbul’a
göçtükten sonra Türkmenlikten vazgeçtiler. Bundan böyle Türkmenlerin vasîsi/koruyucusu,
İran Şahı İsmail’dir. Şah İsmail, Türkmenleri, kâfirleşmeye yüz tutan Osmanlı sultanlarının
tahakkümünden kurtarmak için Hüda’nın görevlendirdiği bir kurtarıcıdır. Dönün
ona!”
Dailerin bu propagandası, netîcede etkisini gösterdi.
Bölgenin bir kısım Türkmenlerinin gönlü İran’a aktı. “Şah türküleri”
yakılmaya başladı. “Ben de bu yayladan Şah’a giderim” örneğindeki gibi…
Topraklarında bir İran tehlikesinin baş gösterdiğini
gören ve zamanın Trabzon’unda valilik yapan Osmanlı Şehzâdesi Selim, babası
Bayezid’i tahttan indirerek yerine geçti. Ve ilk işi, ordusunu toplayıp İsmail’in
üzerine yürümek oldu. Tabiî ki geçtiği yol üzerindeki İranîleşmiş/gönlü Şah’a
kaymış olan Türkmenler de bu seferden nasiplerini aldılar. Böylece Şah taraftarı
olan Türkmenlerle Osmanlı’nın arasına, kan dâvâsı girmiş oldu. Bu kan dâvâsı,
aynı zamanda bölgedeki Türkmenlerin, Osmanlı’dan yana olanlarıyla İran’dan yana
olanları arasında da bir makas oluşturmuştu.
Makas, zamanla açıldı. Birçok gizli el de
operasyonlarıyla açılışı derinleştirecekti. Başta da Osmanlı’nın bizzat
kendisi… Şöyle ki; elbette bu husûmet ilk dönemde siyâsî idi ama gide gide teolojik
bir farklılığa evrildi. Zira Yavuz Sultan Selim, İran’la savaşmakla kalmamış,
kendi devleti ve tebâsı içerisinde bir “yeni İslâm anlayışı”nın da startını
vermişti. Bu, Mısır tarzı, bir başka İslâm anlayışıydı. Böylece İran, Anadolu
ve Orta Doğu’nun kuzeyindeki Türkmen bölgesindeki Türkmenler budunu arasında
farklı “iki İslâm” anlayışı ortaya çıkmış oldu: İran İslâm’ı ve Mısır İslâm’ı… Böylece
Türkmenler ikiye ayrıldı.
Bağlı olarak şu bilgiyi de kayda geçelim ki çok
şaşıracaksınız!
Başlangıçta tüm Türkmenler, “İranî-Heterodoks İslâm ekolündendi”.
Yavuz’un hamlesiyle İran operasyonu ve peşi sıra Mısır’dan taşınan İslâm
anlayışıyla Osmanlı’dan yana olanlar, “Arabî-Ortodoks İslâm ekolü”ne
evrildiler. İran taraftarları “İran Heterodoksiyası”nda devam ettiler.
Günümüzde de durum değişmiş değil. Devamla, Yavuz’un Mısır’dan taşıdığı İslâm
anlayışının etkisinde kalan Osmanlıcı Türkmen ve Türk nüfusun bir kısmı, “Mısır
Ortodoksiyası”nın içinde saklayarak taşıdığı bir başka Heteredoks ekol etkisi
altına girdi: Mısır-Endülüs Heterodoksiyası... Ek olarak, bu ekolün Anadolu ve
Türkmenlere ilgisi yeni değildi. Daha önce Anadolu Selçuklu Devleti’nde yuva
yapmışlardı. Mısırcı İslâm Yavuz eliyle ülkeye taşınınca, Konya artıkları,
sulak araziye kavuşmuş oldu. Yavuz’u ve Mısır ekolünü desteklediler.
Günümüzdeki Sünnî tarikatlar buradan neşet etti.
Yukarıda “Çok şaşıracağınız iki cümlemiz var” demiştik, bu
paragrafa ikinci cümleyle girelim ve burada bilinmeyen, üstü örtülen, saklanan,
unutturulan bir gerçeğin altını çizelim: Şamanistken Müslümanlaşan tüm
Türkmenler, inançta Maturidi, fiiliyatta ise Hanefi mezhebine dâhildiler. Şunu
da ekleyelim: Birbirini tamamlayan bu iki mezhebin kurucularının ikisi de
Türkmendi. Ve İslâmiyet’i Türkmen anlayışına göre yorumlamış, coğrafyada kabul
görmüşlerdi.
Mısır Ekolü İslâm anlayışının Osmanlı ülkesine
taşınmasıyla birlikte, bu ekolün içine sızarak ülkeye taşınan ve daha önce
Konya’da da temsiliyeti bulunan “Endülüs Heterodoksiyası”, yeni Ortodoks din
anlayışıyla birlikte Maturidi imanını izale etti. Onun yerine Mısır Arap
inancının Eş’ari imanını ikâme etti. Bu sessiz ve gizli operasyon, Osmanlı
taraftarı olan Türkmenleri, Hanefilik bağlamında Ortodokslaştırırken, fark
ettirmeden Eş’ari bağlamında da Heterodoks bir inanca evirdi. Zaten “Sünnîlik”
denen anlayış da böylece ortaya çıktı. Temel olarak, Sünnîlik diye bir “mezhep
ekolü” zaten yoktu, şimdi de yok! Tam tarifiyle Sünnîlik, başta
Türklerin-Türkmenlerin amelî mezhebi sayılan “Hanefîlik” olmak üzere, Kürtlerin
Şafîliği ve Arap dünyasının Hambelîliği ile Mâlikîliğinin Eş’ari imanında
birleştirilmesinden başka bir şey sayılmaz. Yani dinler tarihinde “Sünnîlik” adı
altında özgün bir teolojik ekol vaki değil. Bir “kurucu imam”dan söz etmek abes
olur; yok çünkü!
Osmanlı tarafında durum bu, ama bitmedi! Üstteki operasyonun
karşı ayağı ise, Çaldıran siyâseti sonrasındaki “İrancı Türkmenler” üzerinden
inşâ edildi. Dedik ya, Türkmen İslâmlaşmasının ilk yıllarında, onlar da Hanefî
fıkhında ve Maturidî imanındaydılar. Ama zamanın elverişsiz şartları gereği
eğitim, kültür ve iletişim eksikliği sebebiyle imanları, “kulaktan dolma” bir
anlayışta ilerliyordu. Yani Müslümanlıkları “sözel” idi.
Çaldıran’dan sonra İrancı Türkmenlerin de Osmanlı’da
yapılan operasyona benzer bir ameliyatla Hanefî ve Maturidî varlıkları solduruldu,
bitirildi. Ve onların yeni din anlayışı da Safevî tarikatının Heterodosyası
bağlamında şekillendi. Ama buradaki sır şu: Erdebil Tarikatı da başlangıçta,
“Şia”ya yakın duran bir anlayışa sahip değildi; “Safeviyan Heterodoksiyası” bir
anlamda Sünnî eğilimli yani Türkistan Yesevî ekolünden çok, Kürdistan üzerinden
Bağdat ekolü Heterosuna yakındı. Ama Erdebilli şeyhler, siyâsetteki hedeflerine
ulaşmak uğruna makas değiştirerek, “İran Şia ekolüne” dönüşmüş ve nihâyet bir devlet
sahibi olmuşlardı: Bir nevi Yeni Akkoyunlu... Doğal olarak bu oluşum, bir
tarikat devleti organizasyonuydu. Organizasyona zemin teşkil eden tarikat da
bir ailenin istikbâliydi. Bu nedenle Erdebilliler, kendilerine intisaplı/bağlı
Türkmenler üzerinde şahsî “seçilmişliklerine” dayalı “kutsal hanedan inancı programı”
uyguluyorlardı. Bir bakıma Osmanlı gibi…
Hülâsa, mesele oldukça karışık! Bu kadarla yetinelim.
Bilmem, anlatabildik mi?
Bu arada, şu hususu da söyleyelim istiyoruz: Gerek
Türkmen Alevîleri, gerekse Türkmen Sünnîleri ve Türkler arasında, son
zamanlarda Maturidist bir uyanışın başladığını fark etmekteyiz. Bu resim
son derece müspet ve üzerinde önemle durulması gereken bir husus! Yani gerek
Türkmen Alevîleri, gerekse Türkmenler ve Türkler ortak payda olarak Maturidi akaidi
üzerinde durmalı. Ve buradan yeni bir “kardeşlik hukuku” üretmenin yolunu
bulmalılar.
Sona gelirken…
Kayda geçmesini istediğimiz bir husus daha var: Fatih’in,
İstanbul’un Fethi esnasında şehrin surlarını yıkacak yüksek bir top teknolojisine
ihtiyacı vardı. Bunun için de döküm ustalarına… O yılların en usta dökümcüleri,
Macaristan’da “Hügonolar” adlı ekstrem bir topluluk… Kimi tarihçiler bunların kripto
olabileceğini söylemekteler. Denildiğine göre, İstanbul’un Fethi’nin en ünlü
simalarından olan Urban Usta da bu halktandı. Ve ünlü döküm ustası, Macaristan’dan
siparişle getirilmişti yanındaki diğer ustalarla birlikte. Böylelikle
Yahudiler, Osmanlı’ya adım atmış oluyorlardı. İlerleyen tarihte Fatih’in
fetihleri devam etti. Türkmen Akkoyunlu Devleti, Trabzon Pontus İmparatorluğu
ve Kırım, Osmanlıların arazileri hâline geldi.
Bu arada, Fatih’in torunu yani İkinci Bayezit’ın oğlu Yavuz
Selim, Kırım Kiraylarından bir prensesle evlendirildi. İddaa o ki, Kirayların
bir ucu Karay Yahudilerine dayanmaktaydı. Çünkü bu minvâlden olmak üzere Yavuz,
padişah olduktan sonra, Kırım’dan külliyetli miktarda Karayim getirerek Aşağı Galata’ya
yerleştirdi. Bu nedenle İstanbul’un o semtine “Karayim Köy” denildi. Yani
şimdiki Karaköy…
Daha bitmedi Osmanlı’nın Yahudi ile imtihanı! Sultan
Fatih’in ölümünden sonra İspanya’da garip olaylar yaşanmaya başlamıştı. İki
küçük Katalan devleti evlilik yoluyla birleşerek/birleştirilerek, büyümüş/büyütülmüş
ve “İspanya Birliği”ni kurmak üzere harekete geçmişti/geçirilmişti. Bu esnada
İber yarımadasının güney yarısında Endülüs Emevîlerinden kalma küçük bölgeler
vardı. Bunların en büyüğü ise “Beni Ahmer Devleti”ydi. Katalan Ordusu, Başkenti
Gırnata’ya girerek bu devleti yıktı. Ve böylece Katalanlar, Katolik İspanya’yı
kurdular. İspanya Emevî Devleti’nde Müslümanlar ve Yahudiler, Endülüs medeniyetinin
ortak sahibi gibiydiler. Bu nedenle Yeni İspanya’nın Katalan kralları, ülkeden
Endülüs Müslümanlarıyla birlikte Yahudileri de sürgün ettiler. Böylece Akdeniz’e
sürülen ve bir kez daha yurtsuz kalan Yahudilerin iltica talebini hiç bir
Avrupa devleti kabul etmedi. Devletin o zamanki padişahı İkinci Bayezit, onları
Osmanlı ülkesine taşıdı. Böylece Yahudiler, imparatorluğa ikinci büyük
adımlarını da atmış oldular. Bayezit, kendisine karşı isyan eden; yenilince de
Vatikan’a sığınan kardeşi Cem Sultan’ın sıkıntısı içindeydi. Bu sebeple
başkentten ayrılıp babası ve dedeleri gibi fetihlerle uğraşmak gibi bir çaba
içinde değildi. Ayrıca Padişah’ın sufî ve oldukça dindar olduğu, savaşmaktan
hoşlanmadığı da söylenir.
Ama Osmanlı’nın bu durağan günlerinde, doğuda Erdebil
şeyhleri iş başındaydılar. 1501 yılında kurdukları Safevî Devleti ile Anadolu’nun
doğusundan başlayıp İç Anadolu’ya ve Güney Karadeniz’e kadar uzayan bölgede,
“Şii propagandası” yaparak, bölgedeki Türkmenleri iki cepheye ayırmış ve bir
kısmını kendi tarikatlarına bağlamayı becermişlerdi. Tehlike büyüktü! Ama
babası, harekete geçecek gibi görünmüyordu. Bu esnada, Yavuz Selim Trabzon’da
vali idi. Dolayısıyla kendi bölgesinde, neler olup bittiğinin farkındaydı. Bu
sebeple bir an önce tedbir almak gerektiği inancındaydı. Soralım: Bu inanç, kendisiyile
mi alâkalı, yoksa hanımı üzerinden Kırım’a uzanan bir hat üzerinde mi
gelişiyordu? Bu konuda kuşkuluyuz!
Yavuz, sonunda kararını verdi ve babasını bir darbe ile
tahttan indirdi. Yine soralım: Bu darbe, Yavuz’un kendi plânı mıydı, yoksa
arkasında Osmanlı’nın “yeni misafirleri”nin aklı mı/kışkırtması mı vardı? Bu
hususda da kuşkuluyuz.
Yavuz tahta geçince, Doğu’ya sefer yapmaya karar verdi.
Kimi kaynaklar, ordu hazırlıklarına dair Osmanlı’nın “yeni misafirleri” olan
Yahudilerden maddî destek sağladığını yazmakta. O hâlde bir daha soralım: O
verilen destek, bu seferin oluşmasında ne oranda etkileri olmuştu?
Yavuz, İran Seferi’ne çıktı ve Erdebil Şahı İsmail’i
Çaldıran’da yendi. Bu kavganın netîcesinde Türkmenler, iki cepheye ayrıldı.
Yavuz, Çaldıran noktasında harekâtını bıraktı ve imkânı/hakkı olduğu hâlde İran’a
girmedi. Şah ve ülkesini arkasına alıp güneye yöneldi: Mısır’a... Mısır, bir
başka Türk devletiydi. Kıpçakların devleti... Bu yönelişle o zamanki adı
“El-Türkiye” olan Memlûklu Devleti çökertildi. Ve Yavuz, sultanlığına bir de
“Halîfelik” eklemiş oldu. Bununla birlikte, Son Abbasî Halîfesinin etrafındaki
Mısır ekolü Müslüman âlimleri, Kahire’den yükledi gemiye ve İstanbul’a taşıdı.
Malum; onların eliyle de tebaasını dönüştürmeye başladı.
Bu noktada da son soruyu soralım: Bütün bunlar, Yavuz’un
kendi plânı mıydı, yoksa arkasında Macaristan’dan, Kırım’dan ve İspanya’dan
getirilen bir başka kavmin aklı mı vardı? Cevabı size bırakalım ama şu
cümlemizi de eklemeyi unutmayalım: Yoksa “aldanma ve aldatılma”, ta o zamanlardan
mı başladı?
Ve son bir cümleyle hususu, derdimizin bir parçası hâline
getirelim: Üste anlattığımız olayların en can alıcı kısmını ortaya çıkarmak
adına diyebiliriz ki, bu olayların Türkmenleri, Alevî ve Sünnî diye ikiye
ayırmanın ötesinde, Sünnî Türkmenleri, Türkmen ve Türk saymak fakat Alevîleri
de Türkmenlikten atmak gibi bir sonucu da oldu. Bırakın Türkmenliği, ondan
sonra Alevîler Müslüman dahi sayılmadılar. “Mülhit” dendi, “Zındık” dendi, “Rafızî”
dendi.
Galiba, Osmanlı’nın bu nitelemesi birilerinin işine
yaradı ki bu nedenle Alevî Türkmenler de kendilerine bir “din ve milliyet”
bulmanın derdine düştüler. Bulamadılar doğal olarak! Ve hem inançlarına/dinlerine,
hem de ırklarına sadece “Alevî” dediler. Burada da bir sual soralım: Bu,
isimlendirme, Türkmen Alevîlerinin kendi akılları mıydı, yoksa bu “isimsizleştirme”nin
arkasında da bir başka sinsi akıl mı vardı?
Söz buraya gelmişken… Yahudilerdeki durum da Alevîlere
benzer. Onların inançları da hem dinleridir, hem de ırkları. Yani bu kavmin dininin
adı da Yahudiliktir, uluslarının adı da Yahudi olarak geçer.
Bir şey daha var: İsteyen Yahudi olamaz, Alevî de olamaz.
Yahudi ve Alevî olmak için Alevî anneden doğmak şarttır. Bu kadar benzerlik
fazla değil mi? Eminim, bu benzerlik size bir ipucu verecektir aldanmanın ve aldatılmanın
ikinci sayfası hususunda…