“YAŞAMAK;
Bir ağaç kadar tek
ve hür
Ve bir orman gibi
kardeşçesine…”
(Nazım
Hikmet Ran)
***
Pek Muhterem Kari,
Efrasiyab’dan son tavsiyeleri, ikazları ve hayır dualarını alıp ve de
kendisi ile vedalaşıp Şeyhülislâm Mustafa Efendi Tekkesi’nin cümle kapısından
çıktığımda beni karşılayan, İstanbul’un sabahın serinliğini kırmış olan ve
deniz kokan ılık havası, oradan oraya koşuşturan esnaf ahalisinin kendine has
telaşesi, martı çığlıklarına karışan motor ve korna sesleri, sabah yoğunluğunu üzerinden
atmış olsa da alışılagelmiş trafiği, sokaklarındaki insanların her şeye rağmen yüzlerine
yansıyan yaşama sevinçleri, sokak kedilerinin ve köpeklerinin tevekkülle
nasiplerini bekleyen vurdumduymazlıkları, aşina olduğum bir huzur veriyor olsa
da, yüreğimin tam ortasında içimi inceden inceye kemiren bir tedirginlik
canavarının da farkındayım aynı zamanda. Korkuyorum galiba...
Vakit geldi, son yolculuğa çıkacağım ve bu son seferde arkamı kollayan bir
Efrasiyab olmayacak. Yapayalnızım. Nasip dediğimiz zamana ve mekâna paralel bu
yolculukta nasibime doğru yaklaşıyorum ben de. Bakalım bu son seferin
nihayetindeki nasibimiz ne olacak?
Bu son seferde (….) yılına ve İtalya’nın (….) şehrine gideceğim. Zor da
olsa çözebildiğim muammanın beni sürüklediği maceraya yelken açma vaktidir.
Her ne kadar muammayı çözdüğümden eminsem de, yine de “İçimde hata yapmış
olabileceğime dair endişeler taşımıyorum” desem yalan olur. Ya gideceğim zamanı
yahut mekânı yanlış bulduysam, yanıldıysam? Bunu anlamanın da yine tek yolu var
önümde: Denemek…
Her yola çıkan menzile varamaz lâkin menzile varabilenler yola çıkmış
olanlardır. Sefer bizden, zafer Allah’tan.
Haliç’i kalp yönüme alıp sahil yolundan Eminönü’ne doğru ilerlerken korku
ile birlikte beni rahatsız eden bir hissin daha varlığını fark ediyorum: Açlık. Kendimi
şımartmaya ve Süleymaniye’de kuru fasulye ile pilav yemeye karar veriyorum. Hem
bu son yolculuk öncesi hayat ile hayâlin arafındaki bu serencamın başladığı
yere gitmek iyi olacak diye düşünüyorum.
Kuru fasulyecide kendime “A millî takım” dediğim kuru fasulye, pilav, turşu
ve ayran menüsünü sipariş ettiğimde gözüme biraz ileride çömelmiş, sırtını
beton çiçek saksısına yaslamış, üzeri ve eli yüzü kir pas içerisinde,
kıyafetleri eski püskü, kara saçlı, kara gözlü, esmer, sekiz ilâ on yaşlarında
bir çocuk takılıyor. Neden bilmem, kanım kaynıyor çocukcağıza. Yavaşça yanına
gidip karşısında çömeliyorum: “Aç mısın?”
Başını “Evet” anlamında sallıyor. Elinden tutup masama getiriyorum.
Bu durumdan garsonlar hiç de memnun görünmüyorlar. “A millî takım” menüsünden
çocuğa da söylüyorum. Çocuğa ismini soruyorum, “Yusuf” diyor.
Gözlerindeki derinliği anlatmaya kelimelerim kifayet etmez.
Karşılıklı yemeklerimizi yemeye başlıyoruz. Yemeğini yedikçe Yusuf’un
elindeki, yüzündeki, saçındaki kir pas gidiyor sanki. Hatta kıyafetlerindekiler
bile. Ne bileyim, belki de bana öyle geliyordur. Gözümü ondan alamıyorum. Yemeğini
yarıladığında, cebinden bir anahtar çıkarıp bana uzatıyor, “Al abi, senin
olsun” diyor. Cevabını bildiğim soruları sormak gibi garip bir huyum
vardır. “Bu nedir Yusuf?” diyorum. “Anahtar” diyor, son “a”yı
uzatarak.
Küçük demir bir anahtar ama hem sapı, hem ucu çok enteresan. Sanki yüz
yıllar öncesine ait. Teşekkür edip bunun nerenin anahtarı olduğunu soruyorum. “Bilmem”
der gibi iki omuzunu birden silkiyor dudağını da bükerek. Yine de cevap verme
gereği duyuyor sanki: “Hangi anahtarın hangi kilidi açacağını Allah bilir
abi.”
Donup kalıyorum bu cevap üzerine. Anahtarı nereden bulduğunu soruyorum. Tek
kelimeyle cevap veriyor yine sondaki “a”yı uzatarak: “Kuyudan…”
Tüylerim diken diken oluyor, “Ne kuyusu Yusuf?” diye sormaya
korkuyorum. Bu esnada Süleymaniye’nin minarelerinden öğle ezanı yükseliyor
semaya. Anahtarı cebime sokup hesabı istiyorum. Yusuf henüz yemeğini
bitirmemiş. “Yusuf, sen yemeğini ye, ben namaza geçiyorum aslanım”
diyorum, yüzüme bakmadan başını sallıyor. Kalktığımda güneşten ışıl ışıl
parlayan, tertemiz, simsiyah saçlarından öpüyorum. Mis gibi kokuyorlar.
Bilmiyorum kaç sene evvel “Neden ben?” diyerek çıktığım caminin
cümle kapısından girerken dönüp bir kez daha Yusuf’a bakıyorum ama masada
sadece tabakların olduğunu görüyorum. Yusuf çoktan gitmiş!
Parmaklarım cebimdeki siyah demir anahtarın soğuk ve pürüzsüz yüzeyinde
dolaşırken “Bir sen eksiktin Yusuf” diyorum. Allah’a emanet ol aslanım!
Kapıdan girerken ilk günkü gibi bugünün de beşinci ayın beşi olduğunu
hatırlayıp “Tevafukun iğne deliği!” diyorum.
***
Muhterem
Dostlar,
Bugünkü
tayy-i zaman serüvenimizde sizleri neredeyse sittin sene öncesine, 1963’ün 28
Ağustos’una götüreceğim inşallah. Hedefimiz Washington DC. Nişangâhları
dikkatle ayarlıyorum. Tüm kontroller tamam, kemerler bağlı, seyahate hazırız. Sizler
de hazırsanız kasnaklar dönsün, deveran başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…
Sefinemizi Arlington
Ulusal Parkı’nda güzelce sakladıktan sonra Potomac nehrinin karşı tarafına
geçmek üzere örme taştan kemerli olarak inşâ edilmiş Arlington Köprüsü’ne doğru
ilerliyorum. Ancak buradaki izdihamı görünce Theodore Roosevelt Köprüsü’nden
karşıya geçmeye karar veriyorum. Potamac nehrinin karşısında Lincoln Anıtı’nı
ve biraz daha ilerisindeki şehrin simgelerinden Washington Anıtı’nı kolaylıkla görebiliyorum.
İşte bu iki anıtın arasında uygun bir yer bulacağız kendimize.
Ağustos
sıcağında epeyce yürüyüp terledikten sonra, neredeyse tamamını Siyahilerin
oluşturduğu kalabalığın arasından mümkün olabildiği kadar Lincoln Anıtı’na
yaklaşmaya gayret ediyorum. İki sembol anıtın arasında belki de 250-300 bin
insan toplanmış durumda. Bundan kırk sene mukaddem, Atina’daki Parteneon
tarzında inşâ edilmiş, sütunlarla çevrili anıtın ön cephesinde, on iki sütunun
ortasında beyaz Georgia mermerinden yapılmış ve neredeyse altı metre boyunda
oturmuş vaziyette Lincoln heykeli bulunmakta. Heykelin ön tarafında ise
konuşmacılar için oluşturulmuş bir platform… Yedi dakika ile sınırlandırılmış
heyecanlı konuşmalar yapılmaya başlanmış bile. Ama meydandaki herkes gibi ben
de o tarihî konuşmayı bekliyorum. Birazdan başlayacak!
Afrika
kökenli Siyahilere eşit oy hakkı ve fırsat eşitliği için düzenlenen bu toplantı
için Lincoln Anıtı’nın önü özellikle seçilmişti. Abraham Lincoln, ABD’de
köleliği sona erdirmişti ya da öyle olduğuna inanılıyordu. Lâkin Siyahların
hayatında çok da anlamlı bir değişiklik olmamıştı o günden bugüne.
Birazdan
kürsüye çıkacak olan Siyahî rahip, “Siyah adam hâlen özgür değil!” diye
haykıracaktı kalabalığa…
Ve sıra ona
geliyor. Siyah cübbesi ve otuzlu yaşlarının verdiği dinamizmle kürsüye çıkıyor.
İsmi, “Martin Luther King”… O da diğer konuşmacılar gibi önceden hazırlanmış
metnini okuyarak hitabına başlıyor. Ancak konuşmasının sonuna doğru elindeki
metni bir kenara bırakıp konuşmasına irticalen devam etmeyi tercih ediyor. İşte
tarihin kırıldığı anlardan biri daha!
Yazılı
tarihin kayda geçirdiği en önemli hitaplardan biri bu:
“Bir hayâlim
var (I have a dream)!
Gün gelecek,
bir zamanlar köle olanların evlatlarıyla yine bir zamanlar köle sahibi
olanların evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde birlikte kardeşlik sofrasına
oturabilecekler…
Bir hayâlim
var!
Gün gelecek,
Mississippi eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların ateşiyle bunalmış olan o
eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek…
Bir hayâlim
var!
Mississippi’ye
dönün, Alabama’ya dönün, Güney Carolina’ya dönün, Georgia’ya dönün,
Louisiana’ya dönün, kuzey eyaletlerin varoşlarına dönün ve aklınızdan
çıkarmayın. Bu durum bir şekilde değişebilir ve değişecek. Ümitsizlik vadisinde
kaybolmayın!”
Papazlıktan
gelen meslekî hitabet yeteneği ile kalabalıkları coşturmaya devam ediyor King.
Çevremdeki insanların çoğu gözyaşlarını tutamıyorlar. Tüylerim diken diken
oluyor.
“1963
yılı bir son değil, yalnızca bir başlangıç. ‘Zencilerin biraz hava alıp
rahatlamaya ihtiyaçları var, bunlar hemen sakinleşir’ diye düşünenler şunu iyi
bilsinler ki, eğer önceki tutumlarına yeniden dönecek olurlarsa, sarsıcı bir
uyanışla karşılaşacaklardır. Zencilerin vatandaşlık hakları verilmediği sürece,
Amerika’da rahat ve huzur kalmayacaktır. Ta ki adaletin aydınlığına kavuşuncaya
kadar, isyan fırtınaları ulusumuzun temellerini sarsmaya devam edecektir…”
Martin
Luther King, gözyaşlarına boğulmuş yüzbinlerin coşkulu tezahüratlarına,
kollarını iki yana açarak mukabele ediyor.
Bu
konuşmanın üzerinden bir yıl bile geçmeden, ABD anayasasında değişiklik
yapılacak ve Medenî Haklar Kanunu ile işyerlerinde, okullarda ve kamuya açık
yerlerde ırkçılık yasaklanacaktı. Ancak Martin Luther King, bu değişikliklerin
uygulanmasına dört yıl bile şahitlik edemeyecekti. Zira 4 Nisan 1968’de, henüz
39 yaşındayken, Tennessee Memphis’teki bir otelin balkonunda cinayete kurban gidecekti.
İsterseniz
“katilin ironisi”, isterseniz de “kaderin cilvesi” deyiniz, tarihin en iyi
hatiplerinden biri sayılan King, boğazından yani ses tellerinden vurularak
öldürülecekti.
Bu
kalabalığın dağılmaya pek niyeti yok görünüyor. Ama bizim için dönme vakti…
Theodore
Roosevelt Köprüsü’nden geri dönerken, “İşbu köprünün altından sittin sene ne
sular geçti ama insanlık, insanı insan gibi görme konusunda bir gıdım
ilerleyemedi sanki” diye hayıflanıyorum.
***
O günden bugüne sittin sene geçti. O gün ABD sahnesinde Martin Luther King vardı, günümüz Türkiye sahnesinde de Ümit Özdağ. Bu da bizim kaderimiz, imtihanımız, talihsizliğimiz!
Pek Muhterem Kari,
Evet, o günden bugüne sittin sene geçti. O gün ABD sahnesinde
Martin Luther King vardı, günümüz Türkiye sahnesinde de Ümit Özdağ. Bu da bizim
kaderimiz, imtihanımız, talihsizliğimiz!
İsminin “Ümit” olduğuna bakmayınız, kendisi ümitsiz vaka!
Ayının kırk türküsü var, kırkı da ahlat üstüne. Özdağ’ın bütün
türküleri de Suriyeliler üzerine. Kendisini kimi zaman zabıta memuru gibi
Suriyeli esnaflara verdiği baskınlarda görüyoruz, kimi zaman da fondaş
kanallarda vatandaşın sinir uçlarına dokunurken. “Sessiz İstila” nam kısa filmi
finanse ederek Türk milleti için önemli bir vazifeyi (!) de yerine getirmiş
durumda Özdağ.
Mezkûr kısa filmde güya kırk elli yıl sonra Türkiye’de her yer
Suriyeli doluyor, Türkler Suriyeli patronların yanında çalışıyor, tıp
fakültesini bitiren Türk gençleri, sahibi ve doktorları Suriyeli olan bir
hastanede temizlikçi olarak çalışıyor, sokaklarda Suriyeliler tarafından
kovalanıyor, seçimi kazanan Suriyeli bir Cumhurbaşkanı halka sesleniyor,
özellikle Suriye kökenli vatandaşlara teşekkür ediyor ve nihayetinde
şehirlerimiz Suriye’nin şehirlerine dönüyor…
Vay anasını sayın seyirciler! Böyle bir senaryo Hans’ın bile
aklına gelmemişti.
Özdağ’ın cansiperane sarıldığı bu “operasyonu” gördükçe, Martin
Luther King’in konuşmasından altmış yıl sonrasında mı, yoksa öncesinde mi
yaşadığımızı soruyorum kendime. Tam da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Pençe-Kartal
Harekâtı’na başladığı ve Erdoğan’ın 1 milyon Suriyeliyi yeniden ülkelerine
yerleştirmek için plânlama yapıldığını, binlerce ev inşâ edildiğini açıkladığı
bir dönemde Özdağ’ın bu “operasyonun” düğmesine basmış olması da ziyadesiyle
manidar!
Zira TSK bu harekâtta başarı sağlar, Suriyeliler için yeni güvenli
alanlar oluşturulur ve hatırı sayılır sayıda sığınmacı ülkelerine gönderilirse
Özdağ’ın “oyuncağı” elinden alınmış olunabilirdi. Hatta bu durum Erdoğan’a prim
bile kazandırabilirdi. Bunlar olmadan Özdağ’ın bir şeyler yapması gerekiyordu.
O da öyle yaptı zaten, fitili yaktı, operasyonu başlattı. Yoksa adama sorarlar
“Bugün Soros için ne yaptın?” diye.
Özdağ’ı, kimi zaman da bozuk bir psikoloji ve manik depresif ruh
hâli ile ona buna saldırırken, imlâsı bozuk saçma sapan tivitler atarken
görüyoruz. İyice zıvanadan çıkmış ve şirazesi kaymış durumda. Psikolojik
desteğe ihtiyaç duyduğunu görmek için psikiyatr olmaya gerek bile yok. Yazık!
Şecaat arz ederken sirkatini de söylüyor sık sık. Dediğine göre, polis
teşkilatında, istihbaratta kendisini seven talebeleri varmış. Onlardan
kendisine “bilgiler” geliyormuş. Bakanlığın önüne yalnız ve “silahsız”
geliyormuş. Cesareti varsa Süleyman Soylu çıksınmış karşısına. Şerefli Türk
polisinin de arkasına saklanmasınmış. Zira o polisler onun öğrencileriymiş… Demek
ki umumiyetle silahla dolaşıyor kendileri. Enteresan!
Herkesin ruh hâli kendisine, Özdağ’ın psikolojisi bizi
ilgilendirmez, lâkin memleket onca badireden geçmekte iken Suriyeliler
üzerinden toplumun sinir uçlarına dokunmak ne kendisine bir fayda sağlar, ne de
bu ülkeye. Özdağ’a göre Suriyelileri gönderince ekonomimiz uçacakmış, işsizlik
kalmayacakmış. Sanayide, tarımda, ülkenin her yanında, yurtiçi ve yurtdışı
temsilciliklerinde ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bir bolluk, bir bereket,
bir zenginlik hâsıl olacakmış. Gönderdiğimiz Suriyelileri de Esad ne yaparsa
yapsın, bize ne ki?
Suriyeliler gidince çayı, fındığı, tütünü, pamuğu toplamak, boya
atölyelerinde çalışmak, oto sanayiinde çıraklık yapmak, temizlik işlerini
yerine getirmek gibi birçok alanda oluşacak boşluğu da Zafer Partili gençler doldururlar
artık. Duydum ki, Zafer Partisi de seçime giremiyormuş zaten. Boşta kalmasın
“bizim çocuklar”…
Kalınız sağlıcakla efendim…