Pandora’nın kapısı

Patrikhane’nin Orta Kapısı, o günden bugüne dek iki yüz yıldır hiç açılmadı ve o kapının ismi, o günden bugüne “Kin Kapısı”! Patrikhane, bir Türk liderini aynı kapının önünde asmadan ya da İstanbul yeniden Konstantinopolis olmadan o kapıyı açmamaya yemin etmiş durumda. Ve muhtemelen Ayasofya’nın yeniden ibâdete açılmasının ardından o kapının üzerine bir kilit daha asılmış olmalı…

“Vatanına göz dikeni ez oğlum!

Dostun kim, düşmanın kim, sez oğlum!

Tarihini şerefinle yaz oğlum!”

(Serhat Kabaklı)

***

PEK Muhterem Kari,

Zaman ve mekân hâfızamıza peri tozu gibi tortular serperek mütemadiyen akıp geçerken an gelir, ele batan kıymık misâli, kimi zaman da tahta bir levhaya çakılan çivi gibi o tortuların arasına unutulması güç izler de bırakır; yıllar da geçse o bir an, hâfızanızdaki karmaşık raflar sistemi arasında elinizi atacağınız ilk çekmecenin içerisinde tüm canlılığıyla sizi bekler hep.

Bir nazar, bir temas, bir tebessüm, bir damla gözyaşı, bir duruş, bir oturuş, bir edâ, bir mimik, bir renk, bir acı, bir anı… Paslı metallerden oluşan bir hurda yığınının arasından ışıl ışıl parlayan bir külçe altın gibi “Ben buradayım”, hattâ “Ben hep buradaydım” diye bağırır.

Çoğu vakit de bu an, göstere göstere, bağıra çağıra gelir. Kalp gözünüz tamamen kapanmamış, zaman ve mekân ırmağının kimi zaman coşkun, kimi zaman dingin akışına kendinizi tamamen teslim etmemiş iseniz o ânın geldiğini, birazdan bir şeyler yaşanacağını -mutlaka- hissedersiniz.

Tevâtüre edildiği üzere, ölmeden önce hayatımız -gerçekten de- film şeridi gibi gözümüzün önünden geçecekse, tahminim odur ki bu şerit, işte bu hatıralardan müteşekkil olmalı.

İşte o anlardan birisiydi lâkin hazırlıksız yakalanmıştım. Silivri dolaylarında, yolda idim. O vakitler Şeker Abi’nin Silivri’de ikâmet ettiği de malûmum değildi henüz. İkindi vakti daralmaktaydı ve kendimi ilk dinlenme tesisine atıverdim.

Kaybolan eşyalardan müessesenin sorumlu olmadığı otoparka park ettim, kapıları kilitlediğimden emin oldum ve namaz için dinlenme tesisinin girişine yöneldim.

Girişe yakın bir masada bir derviş oturuyordu ve muhtemelen çay içiyordu. Neredeyse iki metre –hattâ belki de daha uzun- dümdüz bir ağaçtan kesilmiş asâsı sandalyesine dayanmış vaziyette idi. Üzerinde bir cübbe, başında Mevlevî dervişlerini andıran keçeden kahverengi bir başlık ve yeşil sarığı vardı.

Henüz aramızdaki mesafe on on beş metre varken, içten bir gülüşle, “Gel mübarek gel! Mescit de burada, abdest de burada, namaz da burada!” dedi. Yanından geçerken ben de ona tebessüm ederek ve elimi kalbimin üzerine koyarak aynı içtenlikle selâm verdim. Namaz için geldiğimi nereden anlamıştı ki?

Aklımda vakti daralan namazı edâ etmek vardı ve yanından öylece geçip gittim. Namazda bir an olsun aklımdan çıkmadı derviş. Muhtemelen o da benim gibi yolcuydu, nereden gelip nereye gidiyordu? Sorsam, alacağım cevap, “Topraktan geldim, toprağa gidiyorum” olurdu kesin. Bir bardak çay da benimle içer miydi? Karnı aç mıydı, yemek ısmarlasam kabul eder miydi? Hattâ aynı yolun yolcusuysak benimle gelir miydi? “Tamam” derse, o uzun asAsını arabaya nasıl sığdıracaktık? Asânın ucunu camdan dışarı çıkarsak nasıl olurdu acaba? Asâ koltukları veya tavanı çizer miydi?

Namazı sanki dervişle ve asâsıyla beraber kıldım, kendimi hemen dışarı attım. Lâkin sandalyesi boştu, asâsını da alıp gitmişti! Sağa sola baktım; arabaların arasına, yolun her iki istikametine, dinlenme tesisinin içine, lavaboya, tesisin arka bahçesine… Ama yoktu işte! Hattâ yola koyulduğumda bile sağ şeritten yavaş yavaş gittim ki yolda rastlarsam durup alayım dervişi diye, lâkin nâfile!

Birden, yaptığım hatâyı idrak ettim. Dervişin belki de vücûdunun bir parçası ya da yol arkadaşı gibi taşıdığı asâsını kendime dert, arabama yük edinmiştim. Allah’ın adamı bunu hissetmiş olmalıydı ve başının çâresine bakmıştı. Zaten bana da ihtiyacı yoktu ya… Buraya kadar nasıl geldiyse, bundan sonrasını da bana ihtiyaç duymadan gidebilirdi elbet. O ihtiyaç bu muhtaca, bendenize aitti aslında…

Kendime kahrederek yoluma devam ettim. İşte o derviş, bakışıyla, gülüşüyle, hitabıyla ve elbette ortadan kaybolmasıyla hâlâ mıh gibi aklımdadır ve maalesef pişmanlığımdır! Atalar boşa dememişler “Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil” diye. Bilemedim maatteessüf!

Herkes vazîfesini yapar…

Malûmunuz, sefînemizi hâlen güherçile ile çalıştırıyoruz ve fazla yakıtımız kalmadı; o yüzden bu ayki seyahatimizde fazla uzağa götüremeyeceğim sizi. Hedefimiz, İstanbul Balat… Zaman nişangâhımızı da 22 Nisan 1821’e kuralım. Haydi bismillah, deveran başlasın! Fiyuv, fiyuv…

Sefînemizi sur dibinde uygun bir yere park edip kamufle ettikten sonra soluma Altın Boynuz’u alıp Unkapanı istikametinde ilerliyorum. Haliç’in karşı yakasındaki Sütlüce’deki üç beş ev, bâkir ve yemyeşil yamaçlar, bugünkü hâlini bilen ve tekinsiz adamlarla dar sokaklarında kovalambaç oynayan bu kardeşinize oldukça garip geliyor.

Karşı yakanın aksine Haliç’in Balat yakası ise neredeyse hiç değişmemiş. Aynı surlar, aynı binalar, aynı evler, aynı kapılar, aynı Arnavut kaldırımı sokaklar… Hattâ sefînemin güherçile haznesini yaptırdığım, sırtını Haliç surlarına dayayan ve bir duvar yapma masrafından tasarruf etme maksadıyla ve muhtemelen bir Rum usta tarafından inşâ edilen atölye de eminim yerli yerindedir.

Haliç’in bu kadar mavi, bu kadar temiz, bu kadar berrak hâli gerçekten görülmeye değer. Üç ya da dört çifte kürekli kayıklar suyun üzerinde kuğu misâli süzülerek kalbur üstü âşıkları Sâdâbad’a doğru götürüyor. Kayıkların arkasında bıraktığı dalgacıklar, bir tatlı dinginlikle kıyıya ulaşıyor ve kıyıda bağlı tekneleri tatlı tatlı sallıyor.

Denizdeki bu huzurdan karada eser yok. Balat’a yaklaştıkça kalabalık ve telâşe artıyor, adımlar hızlanıyor. Telâşenin götürdüğü yere gidiyoruz biz de; Fener Rum Patrikhanesi’ne…

Haliç’e paralel giden yoldan Balat’a döndüğüm sokaktan itibaren kendimi kalabalığın seline kaptırıyorum; âdeta yürümüyorum da kalabalık beni sürüklüyor hissine kapılıyorum. Az ileriden insan seli ile birlikte Patrikhane’nin sokağına döndüğüm köşede, dinlenme tesisinde gördüğüm dervişi görüyorum. O kalabalığın içinde onun beni gördüğünden emin değilim.

Aynı cüppe, aynı başlık, aynı sarık, aynı asâ, aynı yüz… Durup yakasına yapışmak, “Hakkını helâl et derviş!” demek istiyorum lâkin bu mümkün değil, kalabalık beni sürüklemeye devam ediyor. Bir süre sonra dervişi gözden kaybediyorum ama asâsının ucunu hâlen görebiliyorum. Dönüşte onu yerinde bulabilmeyi ümit ediyorum sadece…

Kalabalıkla birlikte Patrikhane’nin önüne geliyoruz lâkin olay mahallinden epeyce uzaktayım. Mümkün olduğunca öne doğru yaklaşmaya gayret ediyorum ama bu pek mümkün olmuyor.

Patrikhane’nin orta kapısı önünde bir darağacı kurulmuş. Darağacının etrafı, kırmızı-beyaz başlıkları ve kılıçlarının şavklarını görebildiğim, ocakları beş sene sonra topa tutulacak ve tamamen dağıtılacak olan izbandut gibi Yeniçeriler tarafından çevrilmiş.

Biraz sonra siyah cübbesi ile bir patriğin boynuna darağacından sarkan ip geçiriliyor ve tok sesli bir Yeniçeri tarafından cürümleri okunuyor. Birazdan idam edilecek kişi, Patrik Beşinci Gregorius...

Bir sene evvel Yunanistan’ın güneyindeki Mora yarımadasında “Patras Vakası” denen büyük bir isyan başlamıştır. İsyancılar binlerce Türk’ü acımasızca katletmiş, türlü işkenceler, zorbalıklar ve tecavüzler gerçekleştirmişlerdir. Sultan İkinci Mahmud, Sadrazam Benderli Ali Paşa’yı isyanı bastırmakla görevlendirmiştir. İsyan bastırıldıktan sonra tahkikat genişletilmiş, isyana adı karışanlar bir bir derdest edilip yargılanmışlardır. Ele geçen belgeler arasında Fener Rum Patriği Beşinci Gregorius’un Rus Çarı İkinci Alexandr’a yazdığı ihanet mektubu da vardır.

Bir gece Benderli Ali Paşa emriyle Patrikhane basılmış, tüm belgelere el konulmuş ve Patrikhane’nin Mora İsyanı’nın karargâhı olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine Patrik yargılanmış ve suçu sâbit görülmüştür.

Bütün bu serencâm Patriğin yüzüne karşı okunduktan sonra son sözleri soruluyor. Patrik ne kadar metânetli görünmeye çalışsa da yaprak gibi titriyor. Neredeyse ayakları altındaki sehpaya tekme atmaya bile gerek kalmayacak. Titrek ve cılız bir sesle, “Ben vazîfemi yaptım!” diyor. Cellat da kendi vazîfesini yapıyor…

Patrikte hayat emâresi kalmayınca kalabalık dağılmaya başlıyor. Bir süre sonra beş altı papaz, patriği darağacından alıyor, Patrikhane’ye taşıyor. Ve o Orta Kapı, içeriden kapatılıyor…

Geldiğim yoldan geri dönerken, aynı köşede ya da oralarda bir yerde dervişi görebilmeyi ümit ediyorum ama bunun boş bir ümit olduğunu hissediyorum inceden. Hislerimde yanılmıyorum da.

Dönme zamanı dostlar!

Kin Kapısı’nda…

Muhterem dostlar,

Patrikhane’nin Orta Kapısı, o günden bugüne dek iki yüz yıldır hiç açılmadı ve o kapının ismi, o günden bugüne “Kin Kapısı”! Patrikhane, bir Türk liderini aynı kapının önünde asmadan ya da İstanbul yeniden Konstantinopolis olmadan o kapıyı açmamaya yemin etmiş durumda. Ve muhtemelen Ayasofya’nın yeniden ibâdete açılmasının ardından o kapının üzerine bir kilit daha asılmış olmalı…

Biz her ne kadar “Mavi Vatan” diye denizlerimizde haklarımızı arıyorsak da muhataplarımızın nihâî hedefleri bizleri sadece Mavi Vatan’dan atmak değil, Anadolu’dan da sürmek aynı zamanda. Daha azıyla asla yetinmeyecekler. Bunun için de her yola başvuracak, her türlü kirli ittifakı kuracak ve tökezlememizi bekleyecekler. Buldukları her fırsatta şanslarını -denediler ve- deneyecekler. Allah, devletimize zevâl, düşmanlarımıza fırsat vermesin!

Peki, Patrik Beşinci Gregorius’un Rus Çarına yazdığı mektubun muhteviyatında neler vardı dersiniz?

El-cevap:

“Türkleri madden ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir.

Türkler, zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâat duyguları da ananelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının yüksekliğinden gelmektedir.

Türklerde evvelâ itaat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını kesmek, dinî metânetlerini zaafa uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, millî anane ve mâneviyatlarına uymayan yabancı fikirler ve hareketlere onları alıştırmaktır.

Türkler hâricî mukavemeti reddederler. Haysiyet hisleri buna engeldir. Velev ki, geçici bir zaman için zâhirî kuvvet ve kudret verse de Türkler, hâricî muavenete (yardıma) alıştırılmalıdır. Mâneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kuvvetleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olacaktır.

Bu sebeple Osmanlı Devleti’ni tasfiye için mücerret olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Ve hattâ sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarlarını tahrik edeceğinden, hakikatlere nüfûz edebilmelerine sebep olabilir. Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki bu tahribatı tamamlamaktır.”

İşin acı tarafı, iki yüz yıl önce Fener Rum Patriğinin söylediklerini yapmaya teşne bir güruhla aynı havayı teneffüs ediyoruz. Ve daha da acısı, biz onlara “aydın” ya da “muhalif” diyoruz!

Kalınız sağlıcakla efendim...